Türkiye çok zor bir dönemden geçiyor. Bu dönemin özeliklerinin ( ”gerçekliğin” ) anlamlandırılması süreçlerinde halen egemen olan ”yabancı-damat” sendromu, yabancının ilgisini yücelten, kendini hep ”kız” verici(!) durumunda gören bakış açısı, ülkenin manevra alanını, seçeneklerini giderek daraltıyor. Bu yaklaşım, kendi edilgenliğini ve ABD (ve AB) egemenliğini ”konstant” (değişmez) olarak kabul ediyor, seçeneklerini ülke halkının değil, bölgedeki […]
Türkiye çok zor bir dönemden geçiyor. Bu dönemin özeliklerinin ( ”gerçekliğin” ) anlamlandırılması süreçlerinde halen egemen olan ”yabancı-damat” sendromu, yabancının ilgisini yücelten, kendini hep ”kız” verici(!) durumunda gören bakış açısı, ülkenin manevra alanını, seçeneklerini giderek daraltıyor.
Bu yaklaşım, kendi edilgenliğini ve ABD (ve AB) egemenliğini ”konstant” (değişmez) olarak kabul ediyor, seçeneklerini ülke halkının değil, bölgedeki emperyal gücün gözüyle saptıyor. Halbuki ”Gerçeklik” , bileşenlerinin etkisiyle sürekli değişir. ”Gerçekliğe” ilişkin anlamlar, bir tutarlılık kazanabilmek için, kimi etkenleri (olasılıkları) bastırarak dışarıda bırakırlar. Bu nedenle de anlamlandırma sürecinde ufak bir açı değişikliği, bastırılan bir unsurun içeri alınması, ”gerçekliği” değiştirerek, yeni olasılıkları görünür kılabilir…
Kısa ve uzun dönem sorunu
Bunları göz önüne alınca, ABD’nin bugün bölgemizde izlediği varsayılan (anlamı sabitleştirilmiş) dış politikasının amaçlarını içselleştiren bir uyum sağlama çabasının, ülke açısından çok ciddi sorunlar yaratacağını düşünüyorum. Birincisi ABD dış politikasının geleceğine ilişkin projeksiyonlar belirsizleşti: ”Neo-conlardan” ”realistlere” geçiş, İsrail-ABD ilişkileri üzerine tartışmalar, ABD yönetiminin karşısındaki ekonomik, siyasi sorunlar geleceğe ilişkin önemli ve henüz cevapsız soruları gündeme getirdi.
Örneğin ABD’nin ”bugünkü” yönelimi, ”Cartago…” başlıklı yazımda vurguladığım gibi, İran’ın dönüştürülmesini zorunlu kılıyor. Ancak ”bugün” hızla değişmeye başladı. ABD Kongresi Dış Politika Komisyonu’nun önde gelen üyelerinden Chuck Hagel ‘in (Cumhuriyetçi) Financial Times’daki ”ABD, İran stratejisinde daha geniş açılı bir mercek kullanmalıdır” başlıklı yazısı çok anlamlıydı. Yazı Bush hükümetinin hem İran politikasını hem de Arap dünyasına ilişkin genel yaklaşımını sorguluyor, ”çok taraflı” , ”geniş açılı” , diplomatik bir yaklaşım öneriyordu. Türkiye de ABD’ye ve bölgeye bakan merceğini mutlaka genişletmeli…
ABD’nin en etkili stratejik araştırmalar kurumlarından Council on Foreign Relations ‘un başkanı Richard Haas ‘ın Newsweek ‘te çıkan yorumu da ”bugün” içindeki değişim öğelerinin ağırlık kazanmakta olduğunun bir başka göstergesiydi. Haas, ”Petrol oyununu oynamayalım” başlıklı yazısında ”Ne yapmak gerektiğini biliyoruz. Bu yönde adım atmayarak kendimizi piyasaların ve onları manipüle edenlerin insafına bırakıyoruz” (abç) diyordu. Yazının önemli yanını, bence, serbest piyasa (küreselleşme) projesini sorgulayan önerme oluşturuyor; değişimlerin yönü açısından, bizim bir süredir yapmakta olduğumuz gözlemlerle de uyumlu bir biçimde, geleceğe ilişkin önemli bir ipucu veriyor: Önce demokratikleştirme savı, ”gerçekliği anlamlandıran” söylemden çıktı, şimdi ”en iyi düzenleyici piyasadır” savı çıkıyor… ”Bugün” hızla geçmişe karışıyor, gelecek ise belirsiz.
‘Stratejik kâbus’
”Soğuk savaşın” ardından ABD dış politikasının ana teması, yeni bir süper gücün yükselmesini engellemek amacıyla ”ful spektrum egemenlik” oldu. Bu bağlamda, belirleyici araç askeri güç; öncelikli coğrafya Ortadoğu; stratejik araç enerji kaynaklarının ele geçirilmesi; stratejik hedef de Çin olarak saptanmış görünüyordu. Ancak gelinen noktada başarıdan söz etmek olanaklı değil. Aksine, askeri aracın sınırlılığı gözler önüne serildi, ister istemez ”çıta yükseldi” , nükleer silah kullanma olasılığı/zorunluluğu gündeme geldi. Irak’ın işgali petrol krizine erken doğum yaptırdı, ABD’de İsrail ile ilişkilerin sorgulanmasına yol açtı. Rusya, enerji krizinden elde ettiği kaynaklara dayanarak, The Guardian ‘ın bir başyazısının vurguladığı gibi, ”Batı’nın yörüngesini terk etti” . Rusya, enerji boru hatlarında, 26-28 Nisan Tomsk zirvesindeki Almanya-Rusya anlaşmalarının gösterdiği gibi, ABD yörüngesindeki Polonya ve Baltık Denizi ülkelerini ”by-pass” ederek (isterse bu ülkelere gazı, AB’yi etkilemeden kesebilecek), Almanya/Avrupa ile ekonomik ve enerji entegrasyonunu hızlandırdı. Bu trene Fransa ve Hollanda’nın da atlayacağı anlaşılıyor. ( Bhadrakumar , The Asia Times, 3/05/06)
Böylece, şimdi, Çin’in yanı sıra bir de Rusya sorunu oluştu. ABD-Avrupa ittifakı iç sorunlarını aşamazken, Rusya – Çin yakınlaşması, Çin’in giderek Latin Amerika’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da ABD’nin nüfuz alanlarına girmesi, bu iki ülkenin ABD ile sorunlu ülkelere ekonomik ve askeri yardımlarını arttırmaları, İran’ın Şanghay Örgütü’ne davet edilmesi, ”stratejik kâbus” olarak görülen ”ABD karşıtı bloklaşma” riskini gerçekleştirmeye başladı. Tüm bunlara, bir de dünya çapında, ABD karşıtı bir sol halkçılığın yükselmesini eklediğimizde, ”bugünün” artık veri alınamayacak kadar hızla değişmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye üzerine uzun dönemli ”stratejik” ipotekler koymanın, jeopolitik maceralara atılmanın zamanı olmadığını da…
[email protected]
Cumhuriyet 10.05.2006
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR
ERGİN YILDIZOĞLU