Fransa’da gençlerin son iş yasasına karşı direnişinin de bize daha gözle görünür kıldığı bir durum var. Bu sermayenin “gençlerin istihdama katılımını sağlama, işsizliği düşürme” manipülasyonuyla yürüttüğü bir süreç. Sonucunda da esnek ve güvencesiz çalışma dayatılıyor. Benzeri bizim ülkemizde de, mühendislik yasasıyla, KPSS sınavında rekabetle farklı biçimlerde yaşanan bu süreçte sermaye saldırısının genç kesime ve özelde […]
Fransa’da gençlerin son iş yasasına karşı direnişinin de bize daha gözle görünür kıldığı bir durum var. Bu sermayenin “gençlerin istihdama katılımını sağlama, işsizliği düşürme” manipülasyonuyla yürüttüğü bir süreç. Sonucunda da esnek ve güvencesiz çalışma dayatılıyor. Benzeri bizim ülkemizde de, mühendislik yasasıyla, KPSS sınavında rekabetle farklı biçimlerde yaşanan bu süreçte sermaye saldırısının genç kesime ve özelde eğitime yönelik kısmını nasıl değerlendirmek gerekir? Ayrıca gençliğin ve özel olarak öğrencilerin üniversite mezunlarının günümüz kapitalizminin bu yapılanması ve emekçi sınıf içindeki yeri nedir?
Şimdi Fransa’daki yeni yasa(CPE), ilk iş sözleşmesi bir yanda istihdam politikasını, diğer yanda üniversiteden yeni çıkmış, daha ilk işe başvuracak gençlerin, işle kurdukları ilişkiyi bir araya getiren bir düzenek. Fransa’da gördüğümüz bu ilişkinin tarihsel hazırlık aşamasını görmek ve sürecin Avrupa’ya özgü olduğunu ve bu anlamda genelleştirilmesi gerekiyor. Şöyle ki, 1990’ların ikinci yarısında Avrupa Birliği’nde arka arkaya çok önemli politik kararlar alındı. Özellikle Lizbon Bildirgesi adı verilen bir bildirge açığa çıktı. Bu bildirgenin çok temel bir amacı var. Dünya çapında, bilgi ekonomileri içindeki rekabette Avrupa’nın etkinliğini arttırmak. Bu bildirgeye göre, tüm Avrupa’nın 2010’a kadar, rekabetçi politikanın gereklerinin yerine getirilmesi gerekiyor. Yeni rekabetçi politika şöyle önemli bir referansta bulunuyor, AB üyesi ülkelerle, başta ABD olmak üzere Japonya, Hindistan ve Çin’deki emeğin verimliliğini karşılaştırıyor. Buna göre ABD’deki emeğin verimliliğini 100 kabul edersek, 1980’den günümüze gittikçe azalan bir miktarda AB üyesi 15 ülkede emeğin verimliliğinin 67’ye düştüğü belirtiliyor. Bu Avrupa’daki firmaların ayakta kalma mücadelesini zorlaştıran bir durum tabiki.
Rekabet ve dolayısıyla emeğin verimliliği öne çıkınca, Avrupa Birliği’nin oluşumunda ve Avrupa’nın tarihinde belirleyici olduğu düşünülen demokrasi, katılım, çoğulculuk ifadelerinin yerini, sermayenin baskın olarak önerdiği başka bir dizi değişken alıyor. Bu anlamda Avrupa Birliği’ne ait metinlerde şizofrenik bir dil vardır. Yani demokrasi ve katılım ifadelerinin yanı başında piyasanın gereklerini yerine getirmenin zorunlulukları öne çıkıyor. Ama yukarıda işaret ettiğim gibi son dönem piyasa yönelimli belirlemelerde iki bileşenin öne çıktığını görüyoruz. Biri eğitim politikaları, marksist birikimimizle biliyoruz ki kapitalizmde genel olarak emek gücüne ama artan rekabetle birlikte daha nitelikli emek gücüne ihtiyaç vardır. Emek gücünü nitelikli olmasını istiyorlar, bu bir yandan eğitim sistemine ilişkin değişiklikleri içeriyor, özellikle de müfredat ve organizasyon tarzlarında değişiklik, diğer yandan ise insanların kendilerine nitelik katmalarını yani kendilerini imal etmelerini istiyorlar. Tüm bu ifadeler anlaşılacağı gibi eğitim ile istihdam politikaları arasında bazı zorunlu bağlantıların kurulmasını gerektiriyor.
Kapitalist sistem, artık, açık bir şekilde istihdam politikalarıyla eğitim politikalarını eş zamanlı olarak ele alan bir sürece girdi.Daha doğru bir ifade ile bu ilişki günümüzde daha bir belirleyicilik kazandı. Böyle bir durumda Avrupa Birliği üyesi ülkeler de dahil olmak üzere genelde talep edilen daha donanımlı bir emek, daha uyumlu esnek bir emek gücü isteniyor. Son dönem çıkan bir araştırmasında (Unsocial Europe) Anne Gray’ın yazdığı gibi, sermaye emeği “musluktan akan su gibi” istenildiği zaman akacak, istenildiği zaman kapatılacak bir şekilde algılıyor, bu algılamaya uygun politikaları/düzenlemeleri hayata geçiriyor. Fransa’da iş yasasında olduğu gibi, özellikle deneyim ve nitelik öne sürülerek yeni işe girenlerin iki yıl içinde istenildiği zaman işten atılması, istenildiği zaman işe alınması gerçeği ile karşılaşıyoruz. Yada Türkiye’de son günlerde sıkça ifade edilen yetkin mühendislikte olduğu gibi, yeni mezun olanları belirli bir zaman hiyerarşinin altında ve rekabetçi politikalar ile denetimi altına alması gibi .
Bu konuda Danimarka İş Yasası örnek gösteriliyor, istihdam ve eğitim politikası eş zamanlı çalışıyor, işten atılma durumunda kendine uygun beceri ve donanım ile yeniden işe dönmeleri sağlanıyor. Sonuç olarak “ne kadar işten atılırsanız atılın çok çok üzülmeyin, çünkü kendinizi nitelikli kıldığınızda yani kendinizi sermaye için imal ettiğinizde işe alınacaksınız” deniyor.
Dört temel değişken…
Avrupa da dahil bütün dünyada, eğitim ve istihdam politikalarını etkileyecek, birbiriyle bağlantılı dört tane önemli değişken var.
1. Sermaye, kamu harcamaları için kaynak aktarmaktan uzak duruyor. Diyorlar ki “Kamu harcamaları için aldığınız vergiler yüzünden, Amerikan, Japon sermayesi rekabette öne geçti. Bizden kaynak almayın, vergilerle bizi yormayın.” Bu çok belirleyici ve kamu harcamalarının, dolayısıyla eğitime ayrılan payın kısıtlanmasına yol açıyor.
2. Fakat aynı sermaye, işgücü piyasasında nitelikli eleman istiyor. “Ben artık bilgi/knowledge değil, sadece beceri-donanım/skill istiyorum. İşe geldiğinde, vatandaşın, tarih bilgisi, sanat yeteneği olması beni ilgilendirmiyor. Esnek, uyum yeteneği olan, her işin şartlarına göre kendini konumlandıran, ama daha da önemlisi değişimlere de ayak uydurmak için sürekli kendini eğiten (yaşam boyu eğitim) bir emek istiyorum” diyor. Birincide kamusal alanda kaynak kısıtlaması olup, eğitime, sağlığa pay ayrılmazken, ikinci alanda sermaye daha nitelikli emek istiyor. Emek piyasaları onların elinde kimleri işe alacakları, kaç kişi çalıştıracakları onların elinde, ellerinde değilse de bildiğimiz yeni iş yasaları çıkartılıyor.
Dönüşümü anlamak açısından 3. değişken, işsizlik, özellikle öğrencilerin geleceğe ilişkin karamsarlıklarının kaynağı… İşsizliğin kaynağı yanlış iktisat politikaları değil kapitalizmin yapısal özellikleridir. Sermaye grupları tekelci konuma geldikleri için bir taraftan kâr ediyorlar diğer taraftan da emek tasarruf edici teknolojiler kullanıyorlar. Yani eskiden 10 kişinin çalıştığı işyerinde daha teknoloji yoğun bir sürece giriliyor ve çalışan sayısı düşüyor. Ya da özellikle Batı Avrupa için geçerli olan üretimin daha avantajlı bölgelere kaydırılması, işsizliğin bir diğer kaynağı oluyor. Bir başka kaynak ise Türkiye’de olduğu gibi düşük döviz kuruyla ithal girdi kullanıp üretime devam ediyorlar bu ikisinin anlamı da işsizlik. Yani kapitalizmin işsizlik üreten yapısı karşımıza çıkıyor. Kapitalizmin şu an geldiği noktada aşamayacağı en büyük gerilimli nokta ama en çok da kullandığı nokta işsizlik oluyor… Her türlü politikayı “işsizliği önleme” gerekçesiyle uyguluyor. Bu da üçüncü değişken…
Kamu harcamalarının kısıtlanması, sermayenin nitelikli emek istemesi ve sistemin, Türkiye’de, Arjantin’de ve Avrupa’da olduğu gibi işsizlik üretmesi… Türkiye’de yüzde 13’lere varıyor, Fransa’da 9.2, Avrupa genelinde yüzde 8.6 gibi işsizlik var. Ama baktığınızda bu sermaye grupları büyümüyor mu, büyüyor kârları artırmıyor mu artıyor ama işsizlikle birlikte artıyor.
Gelelim dördüncü ve son vurgumuza burada ilkin; yeni bir ideolojinin üretildiğini görmek gerekiyor. Bu daha sonra eğitim politikalarında çok konuşacağımız bir şey… Foucault ile Marx’ı birbirine bağlayan bir dil kuruluyor, o da: “yaşam boyu eğitim”.
Biliyoruz ki kapitalizmi diğer dönemlerden farklı kılan şey, toplumsal zenginliğin kaynağı olarak emek g