Portekizliler 1492 yılında savaş gemileriyle doğuya, yani Ortadoğu coğrafyasına açılıp, 1506 yılında Umman Denizi ve Fars Körfezi’ne gelen ilk batılı sömürgeci güç olarak, (kendisi gibi sömürgeci bir güç olan Osmanlı’nın egemenliği altındaki) bu topraklara saldırılar gerçekleştirdi. Batının sömürgeci güçlerinin doğuyu keşfinden bu yana, yer kürenin hiçbir coğrafyasında, bu bölge insanının yaşadığı kadar acı ve zulüm […]
Portekizliler 1492 yılında savaş gemileriyle doğuya, yani Ortadoğu coğrafyasına açılıp, 1506 yılında Umman Denizi ve Fars Körfezi’ne gelen ilk batılı sömürgeci güç olarak, (kendisi gibi sömürgeci bir güç olan Osmanlı’nın egemenliği altındaki) bu topraklara saldırılar gerçekleştirdi. Batının sömürgeci güçlerinin doğuyu keşfinden bu yana, yer kürenin hiçbir coğrafyasında, bu bölge insanının yaşadığı kadar acı ve zulüm yaşanmadı.
Ortadoğu, sömürgeci devletlerin çıkar çatışmalarının merkezinde yer alıp bu devletlerin istilasına uğradığından bu yana, yer kürenin hiçbir bölgesi bu denli odakta yer almadı ve böylesine haber yaratan bir bölgeye de daha önce rastlanmadı. Bölgenin keşfinden bu yana, dünyanın gündeminde olmasının sebeplerinden biri, onun yer kürede sahip olduğu tekil özelliğidir. Beş yüzyılı aşkın bir zamandır batının merkezlerine aktarılan, doğunun ipek ve giyimden baharata kadar tüm yer altı ve yerüstü zenginlikleri onun vazgeçilemez özelliklerini oluşturuyor. Bu özelliklerinden dolayı emperyalist merkezler Ortadoğu ve Avrasya’ya (Doğu’ya) has araştırma vakıfları, bilim ve strateji merkezleri kurarak, kapitalist sömürü merkezlerinin geleceklerine yönelik bir çok siyasi etüt çalışması tesis etmişlerdir. Dünyayı hallaç pamuğuna çevirmeye çalışan emperyalist güçlerin çıkarlarının kesiştiği Ortadoğu, sanayileşmiş ülkelerin ekonomik güvenliği için hayati önem taşıdığı gibi, çıkar çatışmalarına da neden olmaktadır.
1500’lerden sonra Ortadoğu ve körfez ülkelerine yerleşen dönemin sömürgeci devleti İngiltere, bölgenin kara altını petrolün keşfinden sonra bölgedeki varlığını pekiştirmeye başladı. İngiltere’nin bölge üzerinde izlediği stratejik politika; bir taraftan kendisi gibi sömürgeci olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bölge üzerindeki etkisini zayıflatmak, diğer taraftansa aynı konumda olan İran ile sınırdaş olan Çarlık Rusya’sının yayılmacılığını, yani Rusya’nın Fars Körfezi ve Hint yarım adasına inmesini engellemeye çalışmaktı.
Sömürgeci İngiltere Devleti, işgal ettiği Ortadoğu topraklarında petrolü keşfederek, Fars Körfezinde ve Arabistan yarımadasında, 1835’lerden sonra günümüzün kavga nedenlerinden biri olan yeraltının bu uğursuz madeninin önemine vakıf oldu. Bu keşiften sonra herkesin bildiği gibi, Arap yarımadasının sınırları en ince ayrıntısına kadar harita üzerinde cetvelle çizilerek belirlendi. Osmanlıların sömürgesi olan Arap yarımadası İngiltere ve Fransa öncülüğünde parsellenerek, yirmiyi aşkın devletçiğe ayrıldı.
Sömürgeci İngiltere Devleti’nin dün Ortadoğu’nun parçalanmasının mimarisi olarak bilinen Sykes-Picot antlaşmasını dayatması gibi bugün de bölgeye içinden çıkılması güç yeni bir “gizli harita” dayatılmakta. İngiltere’nin Arap yarımadasına yönelik çizdiği bu “gizli harita” doğrultusunda, bugün bu Şeyhlik, Emirlik vs. gibi devletçiklerin birbirleriye sınır ve toprak münakaşaları devam etmektedir. Bu münakaşalardan dolayı da Körfez ülkelerinin her biri ayrı ayrı emperyalist güç odaklarına sırtını dayayarak ve milyarlarca dolar harcayarak Fars Körfezi’ni adeta askeri mühimmat deposuna dönüştürmüşlerdir. İngiltere’nin o dönemde bölge üzerinde uyguladığı bu sinsi politika, bugün hala içinden çıkılması güç durumlar yaratmaktadır.
Arapların ve bölge devletlerinin bir birine karşı yürüttükleri toprak ve sınır ihtilafları, örneğin Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) İran ile ada sorununu Arap Birliği toplantılarında gündeme getirerek, İranlıların deyimiyle “yapay” ihtilaflar yaratması, bölgede gözü olan emperyalist güçlerin işine yaramaktadır. Yani Birleşik Arap Emirlikleri’yle Umman’ın, BAE ile Suudi Arabistan’ın, Suudi Arabistan ile Katar’ın sınır ve toprak iddiaları ve ayrıca BAE ile İran’ın Büyük ve Küçük Tünb adaları üzerinde hak iddiaları, bölge devletlerinin birbirlerine karşı olan güvensizliğinin devam etmesine yol açmaktadır. Zira bu ülkelerin yanı sıra diğerlerinin de aynı sorunları bulunmaktadır. Buna ek olarak bölge ülkeleri arasındaki deniz sahalarının kullanımına yönelik anlaşmazlıklar da söz konusudur. Bu vesileyle de bölge devletleri, bölgenin sorunlarına yönelik gerçekçi bir irade ortaya çıkarmaktan yoksun kalıyorlar. Birinin “İslam’ın yayılmacılığı” adına, diğerinin de “Arap gericiliği” adına ve ötekinin de “misak-i milli” anlayışına sarılarak, içerdeki halklara ve azınlıklara yönelik baskıcı ve hakir görme siyasetleri bölge üzerinde hesapları olan emperyalist odaklara hizmet etmektedir. İşgalci Emperyalist güçler de insan hakları ve demokrasi gibi kavramları öne sürerek, “yavuz hırsız misali” bölge ülkelerini işgal etmeyi sürdürüyor.
Doğunun İşgali ve İran’ın Jeopolitiği
ABD emperyalizminin Avrasya ve Ortadoğu’ya (doğuya) dönük olarak son yıllarda geliştirdiği ve kamuoyuna “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) adıyla sunulan “düşük yoğunluklu demokrasi planı”, son yıllarda bölgenin jeopolitik önemi üzerinde yeniden tartışmalar yapılmasına sebep olmaktadır. Bu proje, jeopolitik terimleri ve kavramları bir çok kişi tarafından çeşitli dönemlerde dile getirilmiş olan, ilk olarak Alman jeopolitika ve coğrafya düşünürü ve bu düşüncenin babası sayılan Friedrich Ratzel, (1844-1904) tarafından birinci dünya savaşından kısa bir süre önce öne sürülmüş olan bir doktrindir. Bu jeopolitik coğrafyacı Avrupa, Asya ve Afrika (eski dünya) kıtalarını hayat sahası (Lebensraum) olarak adlandırdı. Kendisi gibi bir coğrafya bilgini olan İsveçli Rudolf Kjelien (1864-1922) jeopolitik kavramını ilk olarak kullanarak görüşlerini “Alman Jeopolitik Gazetesinde” yayınladı. F. Ratzel, yukarıdaki kıtaları geleceğin hayat sahaları olarak adlandırır ve bunun için mücadele edilmesini telaki eder. Bu öngörü üzerine Almanya, Alman Jeopolitik Gazetesi’nin organize ettiği bir inceleme ve araştırma grubu oluşturarak, Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları üzerinde özel araştırma ve bilim merkezleri kurdu. Almanya, bu merkezlerin başına da gelecekte Hitler Nazizminin politik amaçlarına hizmet edecek Erich Obst ve Karl Haushofer gibi gerici jeo-politikacıları getirdi. Yani ikinci dünya savaşına giden yolda emperyalist devletlerin hedefindeki “doğunun” denetim altına alınması için Hitler Almanya’sı Batı’dan Doğu’ya diğerleri ise, Doğu’dan Batıya ilerleyerek genel anlamıyla Doğu’yu abluka altına almaya çalışmışlardır. Bugün ABD ve müttefikleri bunu Afganistan ve Irak’tan sonra bölgenin jeopolitik önemine sahip merdiven başı İran’da gerçekleştirmek ve özgün adıyla Avrasya’ya yerleşmek için çırpınıp durmaktalar.
Jeopolitik düşünce tarzı emperyalist yayılmacı politikalara coğrafyalar üzerinde referanslar vererek, onun yayılmacılığını meşrulaştıran bir politik doktrindir. Bu jeopolitik doktrin direk coğrafyalara (bölgelere) yönelik politikalar üretmez; politikalar üreten odaklara, mekanizmalara, (merkezlere) referanslar ve veriler sunar, öngörüler hazırlar. Yani jeo-politikalar doğrultusunda hareket eden emperyalist-kapitalist güç odakları kendi geleceklerini garanti altına almak için başka ülkelerin topraklarını, kültürel zenginliklerini, fosil enerji kaynaklarını ele geçirme ve istila etme savaşlarına tarih boyunca devam ettiği gibi, bugünde bu emeller doğrultusunda yüzlerini doğunun erişilmemiş ve işlenmemiş fosil yataklarının zapt-u raptı altına alınması çevirmiş durumdalar.
Emperyalist merkezler 20.Yüzyılın jeopolitik anlayış tarzı ve olgusuna uygun olarak yayılmacı jeo-politikanın stratejileri doğrult
usunda hareket ederek, kendi çıkarlarını daha iyi temin edebilmek için dünyanın büyük bir bölümünü derinden etkileyen coğrafi saha (alan) hakimiyetini bu yayılmacı jeo-politikanın veriler doğrultusunda gerçekleştirmiştir. 20. yüzyılın başlarında Doğu’yu Ortadoğu’yu coğrafik olarak derinden etkileyen ve saha hakimiyeti açısından en önemli jeopolitik düşünce tarzı İngiliz düşünürü Sir Harold Mackinder’in Avrasya’ya yönelik “Tarihin Coğrafi Ekseni” adlı yazısından, geliştirilen doktrindi. Mackinder, “hayat sahaları” olarak adlandırdığı, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını “dünya adaları olup, dünya adasının ana hatlarını coğrafi hisarlarla çevrili geniş bir bölge olan Avrasya’yı 1904’den 1945’lere kadar üç kez gündeme getirdi ve Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur” tanımlamasını yaptı. (Aktaran Sohrob Askeri, Siyasi-iktisadi enformasyon dergisi, sayı 209-210).
Mackinder’in dile getirdiği “Hayat sahaları” Batıdan Volga ırmağı, Doğudan Batı Sibirya, Kuzeyden Kuzey Buz Denizi, Güneyden Himalya sıradağları, İran ve Moğolistan dağlarınca çevrilmiş ve askeri açıdan istila edilmesi çok zor olan bir alandır. Bu açıdan iç kenar kuşak olarak sırtını Avrasya’nın kara parçasına dayamış ve su kenarında bulunan topraklardır. Bu coğrafyacının görüşüne göre; Ortadoğu ve Fars Körfezi, kenar kuşaktır ve bundan dolayı da özel bir öneme sahiptir. Yani bu bölgeler kara parçasıyla deniz’in birleştiği noktalar olup, kara ve deniz kuvvetlerinin aynı anda çalışacağı alanlardır. İkinci Dünya savaşından sonra bu kenar kuşak veya iç kuşağın jeopolitik teorisyeni olan ABD’li Nicholas J. Spykmann, her iki kuşak teorisini inceledikten sonra, kenar kuşak bölgelerin Amerika’nın güvenliği için önem taşıdığı tespiti ile, ABD’nin buralarda yoğunlaşması gerektiğini ileri sürdü.
Bu kenar kuşak bölgeleri; Sovyetler Birliği dışında, Avrupa Kıtası’nı, Küçük Asya bölgesini, Suudi Arabistan’ı, Irak’ı, İran’ı, Afganistan’ı, Hindistan’ı, Güney Doğu Asya’yı, Çin’i, Kore yarım adasını ve Sibirya’yı kapsıyordu.
Bu kenar kuşak teorisi doğrultusunda bölgenin güvenliğini İngiltere’den devralan ABD, Ortadoğu’nun büyük kısmında ve Fars bölgesinde emperyalist merkezler adına kendi denetimini geliştirerek, buradaki etkinliğini derinleştirdi. N.J. Spykmann, “bu bölgelerin Sovyetler Birliğinin denetimine girmesi halinde, Amerika güvenliğinin büyük tehditler altında olacağını iddia” ediyordu. ABD, Asya ve Ortadoğu ülkelerine yerleşerek, SSCB’nin etrafını kuşatama ve çökertme stratejisi doğrultusunda sosyalizmin Körfeze ve Akdeniz’e inmesini önlemek için, bugünün “düşmanı” El Kaide vs. gibi Siyasal İslamcı örgütlenmeleri (yani dini) keşfedip örgütlemeye başladı.
2.Dünya savaşının bitiminden sonra, soğuk savaş dönemi olarak adlandırılan süreçte, Ortadoğu Amerika liderliğindeki Batı blok için terk edilemez, vazgeçilemez jeo-politik özel öneme sahip bir alan haline geldi. Sovyetlerin çeper ülkelerde yoğunlaşıp bu bölgelerde (Ortadoğu’da) etkinlik ve varlığını genişletme çalışması üzerine dönemin Moskova Büyükelçisi vekili George Cenan Sovyetlerin bölgede önünün kesilmesi için Washington’a “containment” teorisi denen sekiz bin kelimelik bir telgrafla önerisini bildirdi. G.Cenan bu önerisinde, “Sovyetler Birliğinin o topraklara inme ve yayılma gibi tarihi bir hedefinin olup, özünde saklı olduğunu buna karşı hiçbir şey yapılamaz” diyerek, “buna karşı set çekme ve etrafının kuşatılmasının” gerekliliğine vurgu yapmıştı.
Sovyetler Birliğinin önünün kesilmesi için, batının bilim merkezlerince top yükün geliştirilen çeşitli teoriler doğrultusunda, “Domino teorisi” olarak ilk defa 1947 yılında Amerika’nın Moskova elçisi William Pelit tarafından dillendirildi ve Amerikalı gazeteci Walter Lipmen ise, bu dönemi “soğuk savaş” dönemi olarak adlandırdı.
Amerikan elçisinin “Domino teorisi”nde Ortadoğu ülkeleri özel bir öneme sahipti. Elçi “Eğer bu ülkelerden biri Sovyetler denetimine girerse, diğer parçalarda yavaş yavaş komünist devrimin denetimine girer ve Rusya’nın yayılmasının önü açılmış” diyordu. Bunun için Sovyetlere karşı en büyük silahın ve zehrin din olduğunu söyleyerek, “Tanrıdan başka efendi tanımayan biz Amerikalılar için, bu mücadelede kullanılacak en meşru silah, manevi bir kuvvet olan dindir… Musa, Buda, Konfiçyüs, Muhammed, ayrı ayrı yollardan bizi ışığa çıkardılar. Düşmanımız Komünizm Tanrıyı inkar üzerine kuruludur. Din, komünist diktatörlüğü yok edecek ilahi kudrete sahiptir…” (Aktaran Mustafa Peköz Türkiye’de Politik İslamın Gelişimi).
2. Dünya savaşı sonrasındaki bu teoriler üzerine emperyalist devletlerin Ortadoğu ve Avrupa kıtasına yönelik izledikleri stratejilerden biri; Sovyetler Birliği’nin önünü kesme politikası olarak, bölgelerde çeşitli siyasi, askeri ve ekonomik paktlar kurmaktı. Emperyalistler kapitalizmin bekasını korumak için Avrupa kıtasında NATO, Güneydoğu Asya’da SEATO ve Ortadoğu’da CENTO ( CENTO 1955 yılında kuruldu 1979’da da varlığına son verildi) gibi saldırgan ve militarist örgütler kurdular. Amaç Sovyetleri Güney’den ve Kuzey’den kuşatmak ve kıskaca almaktı. Ortadoğu’da bu örgütün en güçlü dinamikleri İran, Türkiye ve Pakistan’ın Sovyetlerin çevresinde bir hilal şeklinde yer almaları, ABD’nin jeopolitik-jeostratejik politikasında özel bir önem taşıyordu. Batı ittifaklı ABD’nin geliştirdiği “doktrin ve teoriler” doğrultusunda, Ortadoğu jeopolitik-jeostratejik anlamda çekişmelerin merkezine ve ideolojik kavgaların gövde gösterisi alanına dönen bir sahaydı. Cemal Abdulnasır’ın Mısır’ı Doğu Blok’una yüzünü dönerken, Körfez ülkeleri yönlerini Batının emperyalist Blok’una çevirdiler. Daha sonra Enver Sedat’ın iktidara gelmesiyle birlikte Mısır da Batı cephesine yöneldi. Şah’ın İran’ı, Sovyetlerin Fars Körfezi ve Ortadoğu’daki varlığına karşı, sol ve muhalif güçlerin bastırılması için, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını koruyan merkezlerden biriydi.
CENTO’ya 1959’da üye olan İran, Fars körfezinde ABD için Suudi Arabistan’dan daha önemli konumda olup, Sovyetler Birliği ile olan geniş sınırdaşlığı ve jeopolitik konumu nedeniyle dönemin ABD Başkanı Nikson’un deyimiyle, “bölgenin güvenliğini elinde bulunduran” bir ülkeydi. İngiltere’nin Fars körfezi ve Akdeniz kıyılarından çekildiği açıklamasının ardından, ABD’nin Nikson “doktrini” Ortadoğu gündemine girdi. Ve Nikson bu “doktrin” doğrultusunda, “iç ve dış tehditlere karşı, ABD’nin bölgesel müttefikleri bölgenin güvenliğini elinde bulundurmalı” demişti. Bölgenin gerici devletleri bu “doktrinin” emirleri doğrultusunda içte ve komşu (Filistin, Lübnan, Kürdistan vb.) ülkelerde gelişen ilerici, komünist ve ulusalcı hareketleri susturmak için bölgesel düzeyde çeşitli ittifaklar oluşturup bu ülkeleri hep baskı altında yaşattılar. Özetle, 60-70’li yıllardan sonra bölgede gelişen Arap nasyonalizmi, sol ve ulusalcı güçlerin bastırılması için diğer bölge devletlerinde olduğu gibi, İran da bu doktrinler de önemli yer tutuyordu. Bugün bunu İran Mollalar rejimi Ortadoğu’da İran’ın yayılmacılığı ve İslam ümmeti adına kendileri devam ettirmekteler.
Körfezde İran’ın Jeopolitik önemi
Ortadoğu’nun enerji sahası olan Fars körfezi, dünyanın en büyük Fosil enerji kaynaklarına sahip olduğu gibi, kapitalist sanayi sisteminin kalbi bu enerji yataklarına daha çok muhtaç hale gelmekte. Fars Körfezi bu güne kadar “ispatlanmış 679 milyar varil petrol birikimine (dünya petrol rezervlerinin yüzde 66’sı) ve 1918 trilyon
Fut küp doğal gaz birikimine (dünya doğal gaz rezervlerinin yüzde 35’ine) sahip. Fars Körfezinde üretilip dünya petrol piyasalarına ulaştırılan günlük petrol hacmi ise, 18.6 milyon varil. Bu miktar OPEC üyesi olan Körfezdeki İran, Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’dan oluşan altı ülkede üretilmekte. Dünya’da günlük olarak üretilen petrol hacmiyse 79.3 milyon varil”. (Aktaran İran Milli enerji komitesi Şubat 2001)
Eğer bu süreçte körfez petrollerinin üretim süreci zorluklarla karşılaşmazsa, 2020 yılına kadar günlük petrol kapasitesinin 115 milyon varile ulaşacağı ve dünya petrol talebinin körfez petrollerine ihtiyacının ve bağımlılığının daha çok artacağı tahmin edilmekte.
Sanayileşmiş ülkelerin Körfezin enerji kaynaklarına ihtiyacı olduğundan dolayı, Amerika ve müttefikleri Irak’a ve diğer bölgelere yönelik işgal hareketini sürdürerek bu kaynaklara olan bağımlılıklarını direk olarak azaltmaya çalışıyorlar.
Bir çok gözlemcinin yorumuna göre, dengesiz ve hızla gelişen kapitalist sanayi sisteminin gelecek 25 yılında dünyanın gözü Fars Körfezine çevrilecektir. Hali hazırda petrol ve doğal gaza alternatif herhangi bir madde bulunmamakta. 1980-90 yılları arasında enerji talebinin adresi Amerika ve Avrupa kıtaları olurken, bugün gelişmekte olan Asya ülkeleri, özellikle Çin pazarı ve Hindistan gibi Asya’nın diğer ülkelerinin enerji taleplerinin önümüzdeki süreçte artacağı ve Amerika kıtasındaki ülkelerin talebinin birkaç katına çıkacağı tahminleri yapılmakta. Bu yüzden İran, petrol ve doğal enerji kaynaklarının başta doğunun pazarları olmak üzere, dünya pazarlarına açılması için güzergahlar arıyor.
İran’ın yer altı doğal gaz rezervlerinde dünyadaki payının 929 triliyon fut küp olduğunu açıklayan petrol bakanlığı, “dünyada var olan toplam doğal gaz enerjisinin %17’lik bölümünü İran denetiminde bulundurmakta. İran doğal gaz rezerv hacmi, dünya doğal gaz tüketim hacmini 63 yıl karşılayabilecek ve kendi iç tüketimi içinde 400 yıl temin edebilecek” kapasitede olduğunu söylüyordu.
Hazar bölgesiyle Fars körfezinin jeopolitik özellikleri farklı olmasına rağmen, bu iki bölge, bölgeye yerleşmek isteyen dış güçlere karşı kendi çıkarları için birbiriyle kenetlenebilir. Bu kenetlenmede her iki tarafın da (Rusya ve İran) ayrı ayrı menfaatleri olduğu gibi, İran hem Hazar da hem de körfezde uzun süreli ve çok yanlı stratejik çıkarlarının olduğunu görüyor ve bunu kendisinin de, İsrail gibi ürettiği “beka stratejisi” için önem taşıdığını söylüyor. İran rejimi, Hazar Denizi ve Fars körfezi gibi, iki jeopolitik bölgenin tam ortasında yer almasının bir çok kapıya merdiven başının girişi olarak görev yapması anlamına geldiğini biliyor, buna uygun olarak da çok yönlü siyaset izlemeye çalışıyor. Yani İran, Orta Asya ile Hazarı, Hazar ile Kafkasları, Kafkaslar ile Hürmüz boğazını bağlayan bir dört yol kavşağının buluşmasını andıran ve tamamlayan jeopolitik jeo-stratejik alandır.
İranlılara göre, Hazar Denizinin enerji kaynaklarının dünya piyasalarına ulaştırılmasının en iyi yolu ve rotası İran’ın sahip olduğu topraklarıdır. Eğer İran’ın bu rüyalarını gerçekleşirse, birçok stratejistin görüşüne göre, Batının ekonomik hayatının kalbi bu bölgeye bağımlı (tabi) olacağı gibi “bölge güvenliği”, deyim yerindeyse “dünya güvenliğiyle bütünleşmiş” olacak. Çünkü böyle bir durumda İran, coğrafi konumundan dolayı iki jeo-stratejik bölgeyi birbirine bağlamanın yanı sıra dünya petrol rezervlerinin yüzde 75’lik kısmının ihracat ve transferlerin sahası olmuş olacak. Bu vesileyle emperyalist-kapitalist sistemin kalbinin bu coğrafyada atacağına inanan ve düşünen İran Mollaları Humeyni’nin “İslam İmparatorluğu” hayallerine uygun olarak davranmaya çalışıyorlar. Ancak İran’ın bu hedefi bölge devletleri tarafından dönem dönem üstü kapalı bir kaygı ve tepkiyle karşılanmakta. Bu tepkiler sınır, adalar ve toprak ihtilafları gibi konularda olsa da asıl sorunlardan bir tanesi İran gibi bölgesel bir güç olamaya çalışan Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Körfezdeki ülkeler Arap-İran çelişkisini çeşitli toplantılarda gündeme taşımaktalar.
Özetle, ABD ve müttefiklerinin birinci körfez savaşından sonra Balkanlar’da, Afganistan’da, Irak’ta sürdürdüğü savaş ve işgal hareketiyle birlikte, İran’ı ve bölgeyi top yükün hedef tahtasına koyması doğunun vazgeçilemez jeopolitik önemini bir kez daha gözler önüne sermekte.
Geçmiş yazılarda da değindiğimiz gibi, Mahmut Ahmedinecad önderliğindeki Mollalar rejimi ABD ve müttefiklerine karşı şimdilik sert tutumlarını sürdürüyorlar. İran Mollalarının salt İslam yayılmacılığı veya bölgesel güç anlayışı adına son dönemlerde İsrail siyonist rejimi karşıtı (bu ayrı bir yazı konusu ama, bu söylemde de ciddi değiller. Çünkü “İsrail statüsünü tanıyabileceklerine”* dair bundan iki yıl önce İsviçre kanalıyla iki kez ABD’ye aracı gönderdikleri bilinmekte. ) söylemin dışında, İran İslam devriminin resmi dış politikası haline gelen Yahudi halkını inkar politikasına karşı sarf ettiği söylemler ret edilmeli. Hitler’in Avrupa’da başta Yahudi halkı olmak üzere komünistlere ve muhalif sol güçlere yönelik toplu katliam ve vahşetini aklamanın ve 55 milyon insanın faşist Alman imparatorluğu için yok edilmesini kabullenmeyen bir anlayışın ince ideolojisini yapmanın ideolojisi eleştirilmeli. Yani bu mealinde İran Mollalar rejimi işgalci ve emperyalist dediği merkezlere karşı olan tutumları konusunda ideolojileri gereği fazla ileri gidemez. Nedeni ise, bu güçlere karşı verecekleri mücadelenin tarihsel sınırlarının felsefi olarak belli olmasından kaynaklı belirli bir yerde tıkanmaya mahkum olmasıdır.
Yani bölgede yaşanan gerginlik ve istikrarsızlık bütün bölgeyi etkilediği gibi, dünyayı da etkilemekte. Tabir yerindeyse, dünya güvenliği Ortadoğu’nun güvenliğine kilitlenmiştir.
* Aktaran: ARD TV. Panorama Programı (14.03.06)