İstanbul Tuzla’da ortaya çıkan tehlikeli atık ve varillerden kaynaklı facia, doğaya, insana ve geleceğe karşı işlenmiş bir suçtur. Bu noktada, önce suçlu kim sorusuna yanıt verelim: Suçlu, Türkiye’de yıllardır süren yağma ve talan düzenidir. Suçlu, kapitalizmin her şeyi kar olarak gören, doğayı metalaştıran politikalarıdır. Suçlu, sermaye partileri, rantiyeci çıkar grupları ve her dönem günü kurtaran […]
İstanbul Tuzla’da ortaya çıkan tehlikeli atık ve varillerden kaynaklı facia, doğaya, insana ve geleceğe karşı işlenmiş bir suçtur. Bu noktada, önce suçlu kim sorusuna yanıt verelim:
Suçlu, Türkiye’de yıllardır süren yağma ve talan düzenidir. Suçlu, kapitalizmin her şeyi kar olarak gören, doğayı metalaştıran politikalarıdır.
Suçlu, sermaye partileri, rantiyeci çıkar grupları ve her dönem günü kurtaran politikacılardır.
Tuzla faciası ile şöyle bir olgu ortaya çıkmıştır; sonucu tartışmak, tedavi edici önlemler almaktan öte bir anlam taşımayacaktır.Bugün, asıl önemli olan nedenleri masaya yatırmak ve önleyici politikaları oluşturabilmektir.
Tuzla’da Yaşanan Facia İle “Bilinen” Ortaya Çıkmıştır
Türkiye’de yıllardır sanayi tesislerinin yer seçiminde, üretim süreçlerinde, atık ve emisyonların yönetiminde ciddi sorunların yaşandığı bilinmektedir. Ülkemizde, Marmara Bölgesi’ne yığılan, plansız bir gelişim ve değişim gösteren sanayileşme süreci beraberinde çarpık ve plansız kentleşmeye, doğal ortamların hızla yok edilmesine,
su,toprak ve orman ekosisteminin geri dönülemeyecek şekilde tahribine yol açmıştır.
Kocaeli-İstanbul-Çorlu hattı boyunca, bir çok sanayi tesisinin, genelde çevresel etki değerlendirme sürecinden muaf tutularak ya da gecekondu/imar affı benzeri afların bu işletmelere ÇED affı şeklinde uygulanması sonucunda, faaliyet gösterdikleri bilinmektedir. Bu arada, ilgili Bakanlıkların, Belediyelerin ise bu tesislere, değişik zamanlarda ve değişik gerekçelerle ( istisna durumları dışarıda bırakırsak) taşıdıkları çevresel risklere rağmen işletme izinleri verdikleri de ortadadır.
Bu son vakanın boyutları karşısında ( bilinmeyen miktarda tehlikeli atığın, bilinmeyen yerlere,alanlara gömülmüş olabileceği ihtimali! ) , Türkiye’nin içler acısı olan ” çevre fotoğrafı” da netlik kazanmaktadır…
Bhopal Faciasını Andıran Sağlık Etkileri
Hindistan’ın Bhopal kentinde 3 Aralık 1984 yılında meydana gelen çevre felaketinde, Union Carbide Şirketi’ne ait kimya fabrikasından sızan 40 ton zehirli gaz, üç gün içinde 10 bin kişinin ölümüne neden olmuştu.Bu kaza sonrasında, binlerce insan da uzun yıllar çeşitli hastalıklarla karşı karşıya kaldı, doğal yaşam tamamen bozuldu…
Yüzyılın felaketleri arasında gösterilen bu olay, tehlikeli kimyasalların yönetiminde ve atıkların kontrolünde çevresel risk kavramının önemini ortaya çıkarmıştır.
Oysa ki, Türkiye’de 1999 yılında yaşanan Doğu Marmara Depremi sonrasında, sanayi tesislerinden kaynaklı oluşan kirlilik ve atıkların yarattığı riskler, örneğin Yalova’daki Aksa Fabrikası ile ilgili sorun, bugün unutulmuş görünmektedir. Bu tesislerin gerek üretim süreçlerinden, gerekse de atık ve emisyonlarından kaynaklı sorunlar, deprem sonrasında bölgede ikinci bir yıkım ve sorun oluşturmuştu. Marmara’daki potansiyel tehlikenin, bir kez daha unutulduğu ya da unutturulduğu açıktır…Bu unutma sürecini tamamlayan son olay ise 2005 yılında yaşanmış, Aksa Fabrikası’na yılın çevre başarı ödülü verilmiştir.
( 1999 yılında,Aksa Fabrikası deprem sonrasında, fabrikada meydana gelen hasar nedeni ile, tehlikeli atık ve kimyasal tanklardan kaynaklı sızıntılardan dolayı Yalova ‘da ciddi çevresel sorunlar yaratmıştı…)
Türkiye, Bhopal faciasını, Marmara depremini ve buralardan çıkarılması gereken dersleri bir kenara bırakarak, bugün nükleer santral çılgınlığına yönelmiştir.
Tuzla faciasının da kısa bir süre sonra unutulacağı ve sanayide kara düzenin, bir başka deyişle “kirletip ödeme” anlayışının devam edeceğini söylemek yanlış olmasa gerektir. ( TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmeyi bekleyen Çevre Yasa tasarısında da yine cezalar ve kirletene yaptırım anlayışı egemendir, kirlilik önleme, kirlilik oluşmadan önleyici politikaları tesis etmek yönündeki yaklaşımlar ise yasanın ruhuna yine “sirayet” edememiştir…)
Tuzla’da Olası Sağlık Riskleri
Tuzla’da Orhanlı Beldesi yakınlarında bulunan atık varillerin içinde fenol maddesinin bulunduğu belirtilmektedir. Bu madde, diğer kimyasallarla birlikte kanserojen bir özelliğe bürünebilmektedir. Ayrıca, bu maddenin ortamda yüksek oranlarda bulunması, tarım ürünleri ve hayvansal gıdalarla birlikte alınması ciddi sağlık riskleri de oluşturacaktır.
Bu durumda, tehlikeli atıkların, tarım yapılan arazilere gömülmesi sonucunda, toprak ekosisteminde, yer altı ve yüzey sularında kimyasal kirlilik oluşacağı açıktır.
Özellikle bu bölgede, seralarda ve bahçelerde, küçük ölçekli tarımsal faaliyetler sonucunda yetiştirilen meyve-sebzelerde halk sağlığına olumsuz ektiler yaratabilecek zararlar oluştuğu açıktır. Ayrıca, bölgede hayvancılık faaliyetlerinin de sürmesi nedeni ile, hayvansal ürün/gıdalarla (et,süt) birlikte zararlı atıkların ve kimyasalların insanlara taşınması olasılığı da bulunmaktadır.
Horozu Çok Olan Yerde, Sabah Geç Olur…
Vakanın boyutları her gün başka bir biçim alırken, başta Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe olmak üzere, hükümet ve yetkililer tam bir şaşkınlık ve acizlik içinde yasaların yetersizliğinden, ceza ve yaptırım uygulayamamaktan “şikayetçi ” olmuşlardır. Bu durum, “yavuz hırsız” misali ve en basit ifadesi ile “görevi savsaklamak ” olarak değerlendirilebilir. Hükümet olmak, icracı olmayı gerektirir, şikayetçi olmayı değil…
Bu arada, olayın başka aktörleri de yavaş yavaş sahne alarak, bazı “gerçekleri” ifşa etmeye başlamışlardır; İstanbul Sanayi Odası, yılda 2 milyon ton tehlikeli atığın değişik faaliyetler sonucu ortaya çıktığını belirtirken, bunun ancak %10’nun yasal ve teknik işlemler sonucunda bertaraf edildiğini hiç utanmadan,sıkılmadan açıklayabilmiştir. Ayrıca, bu rakamın ( 2 milyon ton tehlikeli atık) devletin rakamları ile de çeliştiği ortadadır. ( Bakan, 1 milyon ton/yıl tehlikeli atıktan söz ederek,çevresel riskin boyutlarını anlatmaya çalışmıştı!) Ortada, bir karmaşa, çelişki olduğu açıktır ( rakamlardaki yanılma payları %100 oranına varmıştır…) Birileri, bizimle, halkla “dalga geçtiklerini ” sanmaktadırlar herhalde…
Çevre ile ilgili yasa ve yönetmelikleri uygulamayan bir bakanlık, memlekette ortaya çıkan tehlikeli atık miktarını dahi bilmeyen,takip edemeyen bir kurumun bu sorunu çözme konusunda göstereceği irade de, müteahhit Veli Göçer vakasındaki “duyarlılığa” benzeyecektir.
Bugün, bilinebildiği kadarı ile,bir işletmenin,ya da bir dizi fabrika/işletmenin zararlı atıklarını toprağa gömerek işledikleri çevre suçu, doğa ve insana yönelik bir suç, ahlak dışı ve vicdansız bir tutum olarak belleklerimizde yer edinmiştir.
Olay ortadadır… Kral çıplak olarak karşımızda durmaktadır…
Türkiye’nin bilimsel önceliklere, bölgesel gelişim ve kalkınma politikalarına, ekolojik değerlerine yaslanan bir ÇEVRE POLİTİKASI yoktur. Bu politikasızlık, sadece bugünün değil, dünün de sorunudur aslında …Böyle olduğu sürece de, yaşanan bu tür felaketler ne ilk ne de son olacaktır!
Kamucu bir çevre politikasının, doğa ve insan öncelikli bir sanayileşme sürecinin egemen kılınması için, yasaların değişmesi ya da güçlü bir çevre örgütlenmesinin tesis edilmesi yeterli değildir ve mümkün de değildir. Yasaların ruhunda, kurumsal yapıların özünde felsefi bir değişime ihtiyaç olduğu açıktır…Bu noktada, bizzat devletin ve iktidarın , ekolojik-demokratik bir anlayışa sahip olması gerekmektedir. Köklü bir değişim ve dönü