“Su özel yatırımcılar için fethedilecek son altyapı sınırıdır” Johan Bastin-1999 Avrupa Yeniden Yapılandırma ve Geliştirme Bankası Uzmanı “Havadan sudan konuşmak” çok da ciddiye alınmayan işler için kullanılır Türkiye’de. Ne de olsa şairin dediği gibi “Hava bedava su bedavadır”. Memleketimizde de “sudan işler” ile uğraşanlara pek iyi gözle bakılmaz. Ancak Malatya’da musluk suyu ile yayılan enfeksiyon […]
“Su özel yatırımcılar için fethedilecek son altyapı sınırıdır”
Johan Bastin-1999
Avrupa Yeniden Yapılandırma ve Geliştirme Bankası Uzmanı
“Havadan sudan konuşmak” çok da ciddiye alınmayan işler için kullanılır Türkiye’de. Ne de olsa şairin dediği gibi “Hava bedava su bedavadır”. Memleketimizde de “sudan işler” ile uğraşanlara pek iyi gözle bakılmaz. Ancak Malatya’da musluk suyu ile yayılan enfeksiyon sonucu binlerce kişinin hastalanması, Muğla-Yatağan, Ağrı-Doğubeyazıt, Şırnak ve Ankara’da su kaynaklı salgın hastalıkların yaşandığı iddiaları ve su konusunun MGK’da gündem olması, İstanbul Belediye Başkanı’nın İSKİ’yi özelleştirmeyi gündeme aldıklarını açıklaması, “sudan işlerin” ciddi işler haline dönüşmeye başladığını fazlasıyla gösteriyor.
“Sudan işler” ciddi bir işe dönüşmeye başlıyor çünkü dünyada 1 milyarı aşkın kişi temiz içme suyuna ulaşamıyor ve her yıl 6 milyona yakın insan dizanteri, kolera, ishal gibi temiz suya ulaşamamaktan kaynaklanan hastalıklardan yaşamını yitiriyor. Yine temiz içme suyundan yoksun olduğu için her 30 saniyede bir çocuk yaşamını yitiriyor. Özellikle endüstriyel atıklar ve iklimsel değişiklikler nedeniyle temiz su kaynakları giderek azalıyor ve Dünya Bankası’nın tahminlerine göre 2025 yılında dünya nüfusunun üçte ikisi temiz ve içilebilir sudan mahrum olacak.
Her kriz bir fırsat kapısıdır. Tabii Dünya Bankası bu verileri sunarken “insanlığın karşı karşıya olduğu büyük tehdit” ile değil, bu tehdidin çok uluslu tekeller için yarattığı pazar olanakları ile ilgileniyor. 1990’lı yıllar ile birlikte su sorunuyla ilgilenmeye başlayan Dünya Bankası, hazırladığı raporlarda sorunun çözümü için açıkça suyun “toplumsal bir mal” olmaktan çıkartılarak “ekonomik bir mal” olarak değerlendirmesi gerektiğini ve bu sayede özel sektör yatırımlarının artacağını söylüyor. Çeşitli Dünya Bankası belgelerinde “su”, 21. yüzyılın petrolü olarak anılırken Bankanın Başkan Yardımcısı olan İsmael Serageldin suyun kontrolü kavgasının 21. yüzyılın savaşlarını provoke edeceği öngörüsünde bulunuyor. Yani su kavgası, eskiden olduğu gibi köylerde çeşmenin başındaki sıra kavgaları olarak değil, bir tarafında çokuluslu tekellerin, onların arkasındaki devletlerin, emperyalist kuruluşların, bir tarafında da halkların bulunduğu “kaynaklara sahip olma” savaşları olarak yaşanacak: Çünkü su ticarileşiyor!
Her krizi bir olanak olarak değerlendirmeyi hedefleyen irili ufaklı sermaye grupları çeşitli biçimlerde yürüyen suyun ticarileştirilmesi sürecinde yer tutmaya çalışıyorlar. Suyun ticarileştirilmesi süreci bir taraftan kaynakların ele geçirilip ambalajlanmış su satma savaşı olarak yaşanırken, diğer taraftan da eskiden kamusal hizmet olarak sunulan içme suyu ve kanalizasyon gibi altyapı hizmetlerini parça parça veya bütün olarak teslim alma savaşı olarak ilerliyor.
Şişelenmiş su pazarı, yıllık yüzde 15 büyüme oranıyla en hızlı gelişen pazarların başında gelirken, Coca Cola, Pepsi, Nestle, Danone gibi dünya devleri şişelenmiş su sektörüne yatırım bütçelerinden çok daha fazla pay ayırmaya başladılar.
Su ve kanalizasyon hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bu alanda dünya çapında %5 olan özel sektör egemenliğinin arttırılması için ise IMF ve Dünya Bankası çeşitli projeler üretmeye başladılar. Öncelikle 1996 yılında hükümetleri, çokuluslu şirketleri ve çeşitli Sivil Toplum Kuruluşlarını toplayarak, “Dünya Su Konseyi”ni kurdular. Dünya su politikası için bir “beyin takımı” oluşturmayı hedefleyen konsey 1997’de Fas’ta ve 2000’de Hollanda’da, 2003’te Japonya’da ve 2006’da Meksika’da Dünya Su Forumlarını topladı. Bu forumlarda geliştirilen ortak vizyon ise “suyun kaynaktan çeşmeye, kanalizasyondan arıtmaya ve deşarja kadar, çokuluslu şirketlerin ve çok aktörlü bir dünya su yönetiminin kontrolü altında ve ticarileştirilmiş bir anlayış çerçevesinde temin edilmesi gerektiği” idi.
Ticarileştirmenin Baş Finansörü: Dünya Bankası. Dünya Bankası bu vizyona uyan ve özel sektörce üstlenilecek alt yapı projelerini gayet cömert bir biçimde fonluyor. Su projeleri şu anda DB borçlandırma portföyünün %50’sini oluşturuyor. Bu fonlamalar çoğunlukla, amacını “Yoksullukla mücadelenin ve halkların yaşam seviyelerinin geliştirilmesinin bir aracı olarak, gelişmekte olan ülkelerdeki sürdürülebilir özel sektör yatırımlarını desteklemek” olarak açıklayan IFC (Uluslararası Finans Kurumu) tarafından gerçekleştiriliyor. IFC’nin bahsettiği “sürdürülebilirlik” kavramı “su projeleri”nin suyun ticarileştirilmesi sürecinin mızrak ucu işlevini görmesini sağlıyor. Çünkü bu projelerde sıkı mali disiplinler ve borç ödemeye endeksli bütçeler nedeniyle çöken hizmetlerin ayağa kaldırılması için kamusal kaynakların seferber edilmesi, boruların ve artıma tesislerinin ıslahı için bütçe ayrılması ve kamusal su hizmetlerinin her yere ve herkese ulaştırılması yok! Emperyalist kurumlarca bu önlemler “sürdürülebilir” görülmüyor ve onların sürdürülebilir ile ne kastettiğini anlamak için alınmasını istedikleri ilk yapısal önleme bakmak gerekiyor: “Harcama geri dönüşüm tedavisi”.
Su krizlerine yönelik bu “çözüm”e göre “su hizmetlerinin işletme, bakım, hizmet ve gerekiyorsa altyapı yatırım maliyetinin tamamı müşterilerden harç olarak toplanmalı”dır. Hizmeti alan halkı, hizmetin maliyetini ödemesi gereken müşteri olarak gören bu çözüm suyun ticarileştirilmesi ve özel sektöre karlı bir yatırım alanı olması için atılan ilk adımdır. Daha sonra Dünya Bankası fonlarıyla özel sektörün beslendiği arıtma tesisi, baraj, kanal yatırımları için borçlandırılan yerel yönetimler, borç yükünün altında ezilmeye başlayınca hizmetlerin ve su kaynaklarının tamamen özel sektöre devri için zorlanıyorlar. Bazı durumlarda muhalefeti hafifletmek için yerel şirketler köprü olarak kullanılıyor. Önce yerel şirketlere devredilen hizmetler ve su kaynakları daha sonra finansman sorunları gerekçe gösterilerek çok ulusu tekellerin eline geçiyor.
Şirketlere tatlı kar, halklara acı su. Barajların ve su kaynaklarının kontrolü; hizmetlerdeki ve altyapı yatırımlarındaki özelleştirme, artıma sistemlerindeki yeni teknolojilere dair patent hakları, gelişen şişelenmiş su endüstrisi ile sağlanıyor. Dünyada su dağıtım hizmetleri konusunda uzmanlaşmış en büyük tekeller genelde Avrupalı: Fransız Lyonnaise des Eaux’a bağlı Suez, yine Fransız Generale des Eaux’a bağlı Vivendi, Alman RWE’ye ile ortak İngiliz Thames Water. ABD’de ise Cumhuriyetçilerin aile şirketi olarak görülen ve Irak’ta da her taşın altından çıkan Bechtel bu alana yatırım yapan en büyük şirketler. Pazarın büyük bölümüne hakim olan Avrupalı üç şirket, Avrupa ve Ortadoğu’da 121 milyon, Asya’da 57 milyon, Güney Amerika’da da 34 milyon müşteriye hizmet satıyor. 2001’de su hizmetleri endüstrisi şirketlere 1 trilyon dolara yakın kar getirmiş ve bu sektör ilaç/eczacılık sektörünü aşarak petrol endüstrisinin yarısı bir getiriyle ikinci sıraya oturmuş.
Dünya Bankası’nın yürüttüğü bu politikaların 2000’li yıllarda dünya çapında korkunç sonuçları oldu. Gana’da su ücretleri %95 yükseldi. Hindistan’da aile bütçesinin %25’i su faturalarına gitmeye başladı. Dünya Bankası’ndan fon alan Peru’nun yoksul halkı ABD halkından 6 kat pahalıya musluk suyu kullanmaya başladı. Güney Afrika’da yoksulların ödeyemedikleri faturalar yüzünden yerli topluluklar arasında kolera salgını başladı. Su hizmetle
rinin özelleştirilmesinin ardından Fransa’da faturalar %150 oranında arttı. İngiltere’de su dağıtım hizmetleri ihalesini alan Thames Water kamu sağlığı ve çevreyi ihlal eden uygulamaları yüzünden defalarca para cezasına çarptırıldı ve bu cezalar 700 bin doları aştı. Halkın su faturalarının altında ezildiği ve ücretlerinin yarısına yakının gasp edildiği Filipinler’de %400 ve Bolivya’da %300 fiyat artışları yaşandı.
Hırsızın sigortaları: GATS, Bölgesel Anlaşmalar ve ISCID. Doğal kaynakların, o doğa parçası üzerinde yaşayan halktan çalınması süreci belki de tarihin gördüğü en büyük hırsızlık… Bu büyük hırsızlık karşısında doğan tepkilere ve bu tepkiler sonucu “yardakçı” yerel hükümetlerin geri adım atmalarına karşı çok uluslu şirketler ipini sağlam kazığa bağlamış durumda. Dünya Ticaret Örgütü kapsamındaki GATS anlaşması ”su iletim sistemleri ve atık su işleme”yi özel sektöre devredilmesi gereken hizmetler kapsamına almış ve bu anlaşmaya imza atan her hükümetin eli kolu bağlanmış. Bu da yetmemiş, Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (FTAA) gibi yerel anlaşmalarla da su şirketlerinin çıkarları güvence altına alınmış. Eğer tüm bu bağlayıcı anlaşmalara rağmen bir hükümet, artan su faturalarına, çevre kirliğine, söz verilen yatırımların yapılmamasına ve özelleştirme sonrası artan yolsuzluklara karşı halkın tepkilerine kulak vermeye kalkarsa başı ISCID (Yatırım Anlaşmazlıklarının Çözümü İçin Uluslararası Merkez) ile derde giriyor. Suyun özelleştirilmesine karşı sembolleşen bir direnişe sahne olan Bolivya suyu yeniden kamulaştırınca Bechtel soluğu ISCID’de aldı. Yine Arjantin’de ABD’nin Enron şirketi altyapı yatırımlarını yapmayıp halka kirli su içirdikten sonra para cezasına çarptırılınca ülkeden çekildi ve Arjantin hükümetini “ücretlendirmeye karıştığı” gerekçesi ile ISCID’e şikayet etti. Pakistan’da baraj inşa eden çokuluslu tekeller hükümetin müdahalelerini gerekçe göstererek uluslararası tahkim de denilen bu kurumda dava açtılar. Kısacası halkın baskısıyla kamusal çıkarları savunmak zorunda kalan hükümetlere ISCID vasıtasıyla şu mesaj verildi: Sermayenin şerrinden kork!
Türkiye yolun başında. Türkiye ise suyun ticarileştirilmesi sürecinin daha çok başında. Malatya’daki ishal salgınından sonra “bu iş en çok ambalajda su satan tekellere yaradı” yorumları yapıldı. Belediyeler alt yapıya dair önlemleri almayarak halka temiz içme suyu sunmuyor ve ambalajlanmış su piyasasına şahane bir pazar alanı açıyorlardı. Ancak şişelenmiş su satışı suyun ticarileştirilmesinin sadece bir yolu. Çokuluslu tekelleri esas heyecanlandıran ise su dağıtım hizmetleri. Ancak Mart ayında DB’nin belediye hizmetlerini piyasalaştırma projesi ile tanışan Türkiye su dağıtım hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecinde daha yolun başında, yani borçlandırma aşamasında.
Birçok belediye Dünya Bankası’nın, özel bankaların, çeşitli ülkelerin yatırım bankalarının fonlarını kullanarak atık su arıtma, içme suyu arıtma, su dağıtım sistemlerinin yenilenmesi, baraj inşaatı gibi projeleri çokuluslu tekeller aracılığı ile sürdürüyor. Bu fonları kapmak için çeşitli teminatlar da verilmeye başlanmış. Örneğin Adana Atıksu Projesi için Avrupa Yatırım Bankası’ndan fon alan Adana Büyükşehir Belediyesi krediye karşılık parayı tahsil etme derdindeki bankanın tarife belirleme koşulu kabul etmiş ve suyun metreküpünü 1.1 marktan ucuza sunmayacağına dair teminat vermiş. Dış krediye en çok başvuran Ankara ve İstanbul Belediyeleri şu an Dünya Bankası’na en yağlı müşterilerinden. Bunlar dışında Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, Mersin, Bursa, Antep, Aydın, Muğla, Siirt, Sivas ve Van’da belediyeler hızla borç tuzağına sürüklenmekteler. Altyapı ihalelerini alarak Türkiye’ye ısınan çok uluslu şirketler bu borçlandırma tuzağı sayesinde su işletmeciliğini ve su kaynaklarını ele geçirmenin hesaplarını yapıyorlar.
Türkiye’de su işletmeciliğinin tamamen özel sektörce yürütülmesine dair deneyimlerin, az olsa da, tarihi kökenleri mevcuttur. Bugün özel su işletmeciliğinde bir dünya devi olan Suez 19. yüzyıl sonunda Kadıköy-Üsküdar Türk Su Şirketi’nin işletmeciliğini yapmış ve 1938 yılında bu şirketin millileştirilmesiyle Türkiye’ye terk etmiştir. Aynı Suez Türkiye’ye 1996 yılında Antalya ili su dağıtım işletmesi özelleştirmesiyle dönmüş, fahiş fiyat artışları ve kalitesiz hizmet ile dolu siciline bir yenisini eklemiştir. Antalya halkı suyu aylık düzenli %7 fiyat artışlarıyla satın almak zorunda bırakılmış, faturalara eklenen atık su bedelleri halkı canından bezdirmiştir. Halkın tepkileri sonucu Belediye, su fiyatlarına karışmaya kalkınca şirket 2002 yılında faaliyetlerine son vererek Antalya Belediyesi’ni uluslararası tahkime şikayet etmiştir. Antalya’yı terk eden Suez Türkiye pazarından umudu kesmemiş, Bursa içme suyu işletme ihalesine Alarko ile beraber girmiş ancak bu ihale henüz sonuçlanmamıştır. Güney Afrika’da suya erişemeyen yoksulların salgın hastalıklarda ölümüne neden olan şirket Türkiye’de de yeni toplumsal facialar yaratacak rant olanakları için tetikte beklemektedir.
Dünyanın ikinci büyük su devi Vivendi ise İzmir-Çeşme’de ortaya çıkmış ve sonuç gene fahiş su faturaları olmuştur. Vivendi’nin büyük ortağı olduğu ÇALBİR, 2001’de Türkiye’deki en pahalı suyu Çeşmelilere içirmiştir. 2001 yılında metreküpü İstanbul’da 400, Ankara’da 330, İzmir’de 440 olan şebeke suyunu Çeşmeliler, 1 milyon 100 bin liradan kullanmışlardır.
Su tekellerinin piyasaya girişine dair farklı bir örnek de şirketler ve özel mali kurumlardan oluşan konsorsiyumların baraj işletmeciliğini almalarıdır. Kentsel suyun barajdan belediyelere toptan satışının Türkiye’deki tek örneği, İzmit Yuvacık Barajı imtiyazının Yap-İşlet-Devret yöntemiyle bir özel şirkete verilmesidir. Burada da dünyanın en büyük üçüncü su şirketi Thames Water sahneye çıkmaktadır. Thames Water ile iki yerli şirketin ortaklığı ile kurulan İZSU A.Ş. Yuvacık Barajı işletmesini 1999’dan başlayarak 15 yıl için üstlenmiştir. Başlangıçta yapılan hesaplara göre baraj ürettiği suyun üçte ikisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne satacaktır. Ancak İstanbul İSKİ su gereksinmesi olmadığını ve bu suyun başlangıçta belirtilenden beş kat pahalı olduğunu ileri sürerek su satın alma anlaşması yapmamıştır. Satılamayan su dereye verilmeye başlanmış, ancak Hazine bu ticarete kefil olup şirketin karını güvence altına aldığından boşa akıtılan su için şirkete Hazine tarafından ödeme yapılmaya devam edilmiştir.
Türkiye’de suyun ticarileştirilmesi yolunda kurumsal adımlar da tamamlanmıştır. Büyükşehir belediyelerinde kurulan su ve kanalizasyon idareleri bu kurumsal adımların en önemlilerindendir. Özerk sayılan bu idarelere su bedellerinin, maliyetin en az %10’un üzerinde kâr oranı koyularak belirlenmesi ilkesi getirilmiş, böylece Dünya Bankası’nın “harcama geri dönüşümü” uygulanmaya başlanmıştır. Böylece belediyeler su hizmetini su gelirleri ile (oto-finansman) finanse etmeye özendirilmektedir. Belediye bütçe sistemleri de bu amaca hizmet edecek yönde değiştirilmiş, bütçe içinde su gideri ile gelirinin ayrıca görülmesini sağlayacak değişiklikler yapılmıştır.
Su Dünyaya, Dünya İnsanlara Aittir, Özelleştirilemez! Kısacası tehlike kapıdan içeri ilk adımını atmıştır. AB süreci, DTÖ ve GATS hükümleri, belediyelerin artan borçları, Dünya Bankası ile girilen ilişkiler Türkiye’yi su hizmetlerini özelleştirmeye zorlamaktadır. Kamu hizmetlerinin piyasa
eliyle satılması fikrinin ideolojik ve pratik bayraktarlığını yapan AKP için ise bu süreç çokuluslu tekellerle işbirliği içindeki kendisine yakın sermaye gruplarını beslemek için bir fırsat olarak da kullanılabilir. 16-22 Mart 2006 tarihleri arasında Meksika’da yapılan “4. Dünya Su Forumu”na katılan uluslararası emperyalist kurumlar, şirket temsilcileri, STK’lar hükümetleri suyun özelleştirmesi konusunda daha cesur davranmaya çağırdılar. Suyun denetimi için barış gücü adı altında bir ordu kurulmasını dahi önerdiler. Yaklaşık onbin eylemci tarafından “Su Satılık Değil” sloganlarıyla protesto edilen bu kritik toplantı AKP hükümetinin gözünü karartacak adımlar atmasına neden olabilir.
Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasına karşı bir muhalefet için ise sermayenin büyük saldırısını beklemek hatalı bir tercih olacaktır. Bugün çeşmelerden temiz su akmıyorsa, insanlar ya kirli su içmeye ya da damacana su almaya zorlanıyorsa, konturlu sayaçlar yaygınlaşıyorsa, Dünya Bankası’nın “harcama geri dönüşümünün” sonucu su faturaları kabarıyorsa, sermaye uluslararası finans kurumlarından alınan fonlarla altyapı hizmetlerinin ihalelerini kapmaya başlamışsa tehlike artık kapıda değil içeridedir. Suyun insanlığa ait “toplumsal bir mal” olduğu, bu yüzden ticarileştirilemeyeceği fikri ve herkese ücretsiz, temiz su hakkı talebi bugünden işlenmeli, suyun özelleştirilmesinin yolunu açan uygulamalara karşı mücadele edilmelidir. Bu mücadele yerel kaynaklara kimin sahip olacağına dair bir kavganın da doğrudan bir cephesi olacaktır. Çünkü özel yatırımcılar için fethedilecek son altyapı sınırı olan su aynı zamanda “doğanın ve ortak malların da son sınırıdır”.
Devrim Dergisi Mart Nisan 2006