Derleyip Uyarlayan: Nezih Gençler (*) Şimdi, değil mi ki ücreti ve böylece de bütün metaların fiyatlarını güden en genel kanunları aydınlattık, artık üzerinde konuştuğumuz konuyu geliştirebiliriz. Sevgili işçi arkadaşlar; Kapital denilen sermayenin içinde hammaddeler, iş aletleri ile her çeşit geçim araçları bulunur ki, bunlar yeni hammaddeler, yeni iş aletleri ile yeni geçim araçları üretmekte kullanılır. […]
Derleyip Uyarlayan: Nezih Gençler (*)
Şimdi, değil mi ki ücreti ve böylece de bütün metaların fiyatlarını güden en genel kanunları aydınlattık, artık üzerinde konuştuğumuz konuyu geliştirebiliriz.
Sevgili işçi arkadaşlar;
Kapital denilen sermayenin içinde hammaddeler, iş aletleri ile her çeşit geçim araçları bulunur ki, bunlar yeni hammaddeler, yeni iş aletleri ile yeni geçim araçları üretmekte kullanılır. Bütün bu sermayenin içine giren, kapitali yapan parçalar; işgücünün yaptıkları, işgücünün ürünleri, işgücünün billurlaşıp maddeleşmiş biçimi olan emek, birikmiş iş ya da birikmiş emektir. Yeni bir üretim yapmak için araç olan birikmiş emek, yani sermayedir.
İktisatçılar böyle konuşuyorlar. Sadece bu kadarını söyleyip geçmek yetmez. Bir zenci köle nedir? Kara ırktan bir adamdır. Böyle bir tarifin değeri, yukarıda söylediklerimizin değerinden ne fazladır ne eksiktir. Bir zenci bir zencidir. Ama, bu zenci yalnız ve yalnız belli şartlar içinde bir köle olur. Bir pamuk eğiren makina bir pamuk eğiren makinadır, ama bu makina yalnız ve yalnız belli şartlar içinde kapital olur. Bu şartların içinden koparılıp alındı mı, o makina artık sermaye değildir, tıpkı altının kendi kendisine, ya da doğada para etmeyişi veya tek başına şekerin fiyatının olmayışı gibi.
Üretim yaparlarken insanlar, yalnızca doğa üzerine değil, birbirleri üzerine de bir takım etkiler yaparlar. İnsanlar, ancak belli bir tarzda güçbirliği yaparak ve faaliyetlerini birbirleriyle değiş tokuş ederek üretim yaparlar. Ve bir üretim yapmak için birbirleri ile belli ilişkilere ve bağlılıklara girerler ve ancak bu bağlılıkların ve bu sosyal ilişkilerin çerçeve ve sınırları içindedir ki, insanların doğa üzerine yaptıkları etki ve iş, yani üretim ortaya çıkar.
Bu sosyal bağlılıklar, üretim yapanların birbiri ile olan bu sosyal ilişkileri, insanların faaliyetlerini birbirleri ile değiş tokuş eder ve sosyal üretim toplamına katışır. Bu süreçte, insanların içinde bulundukları şartlar, pek doğal olarak, üretim araçlarının niteliğine göre bütünüyle başka başka olacaktır. Yeni bir silah bulununca, nasıl orduların bütün iç kurumu ve konumlanışı zorunlu olarak değişiyorsa, buna göre nasıl bir ordu yapılanmasına gitmek ve etkinlik şartlarını değiştirmek gerekiyorsa tıpkı öyle çeşitli orduların birbirleri ile olan ilişkilerinin de değiştirilmesi gerekir.
Şimdi demek ki, kişilerin üretim yaparken içinde bulundukları şartlar, sosyal üretim ilişkileri; maddi üretim araçlarının, yani Üretici Güçler’in değişikliğe uğraması ile değişir ve biçim değiştirirler. Üretim ilişkilerinin topu birden sosyal ilişkiler denilen şeyi, yani toplumu ve hele özellikle belli bir tarihi gelişim konağında bulunan bir toplumu; ayırt edici, karakteri belli bir toplumu meydana getirir.
Antika toplum, derebeylik toplumu, burjuva toplumu bu gibi üretim ilişkileri toplumlarıdır ki bu toplumların her biri aynı zamanda insanlık tarihi için özel bir gelişim kaynağının ayırt edicisidir.
Sermayenin de temsil ettiği sosyal ilişkiler vardır. Bunlar burjuva toplumunun burjuva üretim ilişkileridir. Sermayeyi meydana getiren geçim araçları, iş aletleri, hammaddeler, bilinen ve öne konulan sosyal şartlar içinde, belli sosyal ilişkilere göre üretilmiş ve biriktirilmiş değiller midir? Bu nesneler, yeni bir üretim için bilinen ve öne konulan sosyal şartlar içinde, belli ilişkilere göre kullanılmazlar mı? Ve işte sırf bu belli sosyal karakter değil midir ki yeni üretime yarayan ürünleri kapital (sermaye) biçimine sokan?
Sermaye, yalnız geçim araçlarından, iş aletlerinden ve hammaddelerden ibaret, yalnız maddi ürünlerden ibaret değildir. Aynı ölçüde değiş-tokuş (değişim, mübadele) değerinden de ibarettir. Sermayeyi meydana getiren bütün ürünler maldır. Demek sermaye, aynı zamanda sadece bir maddi ürünler tutarı ve toplamı değil, bir metalar tutarı, metalar toplamı, yani bir değiş tokuş değerleri, sosyal büyüklükler toplamıdır da.
Biz ister yünün yerine pamuğu, buğdayın yerine pirinci ya da belli bir hizmeti geçirelim, ister şimendifer yerine buharlı gemiyi, vapuru geçirelim, sermaye ne ise o kalır; yeter ki pamuk, pirinç, vapur -sermayenin maddesi- içinde aynı değiş tokuş değeri bulunsun; yeter ki fiyat, içlerinde evvelce bulunduğu yünün, buğdayın, şimendiferin, aynı fiyatı olsun: sermayenin kılına bir değişiklik gelmeksizin, sermayenin maddesi boyuna değişebilir. Fakat her ne kadar her sermaye bir metalar tutarı, yani bir değiş tokuş değerleri toplamı ise de, her metalar tutarı, her değiş tokuş değerleri toplamı, henüz sermaye değildir.
Her değiş tokuş değerleri toplamı bir değiş tokuş değeridir. Her değiş tokuş değeri bir değiş tokuş değerleri toplamıdır. Örneğin, 10 bin YTL değerinde olan bir ev 10 bin YTL değiş tokuş değerindedir. Bir kuruş değerinde olan bir kağıt parçası (para), 100/100 (yüzde yüz) bir kuruşluk değiş tokuş değeri toplamıdır.
Başka metalarla değiş tokuş edilebilir olan ürünlere mal denir. Bu malların değiş tokuş edilebilir oldukları belli orana; o malların değiş tokuş (mübadele) değeri denir. Veya, bu oranda para ile ifade olunursa, o değerler, malların fiyatı olur. Bu ürünlerin kütlesi; onların bir mal veya bir değiş tokuş değeri yahut da belli bir fiyatta oluşlarını değiştiremez. Bir ağaç, ister ufak ister büyük olsun, gene bir ağaç olarak kalır. Demiri ister gramla, ister kentalla, başka mallara karşılık olarak değiş tokuş edelim, bu, demirin bir meta, bir değiş tokuş değeri olmak karakterini değiştirir mi? Kütlesine, yığınına göre bir malın az veya çok değeri bulunur, daha yüksek veya daha düşük bir fiyatı olur.
İyi ama, nasıl olur da bir metalar tutarı, bir değiş tokuş değerleri toplamı, sermaye haline gelir?
Şöyle olur: Sermaye, başlı başına bir sosyal güç olduğuna göre, doğrudan doğruya, canlı işgücü ile değiş tokuş olur ve böylelikle kendi kendisini korur ve çoğalır. Sermayenin gerekli olan ilk şartı, iş yapabilme ve üretme yeteneğinden başka hiçbir şeye sahip olmayan sınıfın, işçi sınıfının mevcut bulunmasıdır.
Birikmiş işi sermaye haline getiren, kapital biçimine sokan şey; birikmiş geçmişin, maddeleşmiş işgücünün, yani birikmiş emeğin, doğrudan doğruya işgücü üzerinde hakimiyet sürmesinden başka birşey değildir. Sermayeyi karakterize eden şey; onun, yeni bir üretim yapmak için canlı işgücüne araçlık görevini gören birikmiş emek olması değildir. Sermayenin, değiş tokuş değerleri toplamı olan modern (kapitalist) sermaye olabilmesi ve kapital olarak çoğalabilmesi; canlı işgücünün, birikmiş emeğe araçlık görevini görmesi ile olur.
Sermayeci ile ücretçi (patronla-işçi) arasında yapılan değiş tokuşta neler olur biter? İşçi, işgücüne karşılık olarak geçim araçlarını alır. Ama sermayeci, geçim araçlarına karşılık, işi yani işçinin ürün verici yeteneğini ve onun ürettiği emeği mülkiyetine geçirir. İşgücü, çalışmaya başlayıp hammaddeyi ürüne dönüştürürken, işçinin malı olmaktan çıkıp patronun malı olan ürüne, işe, emeğe dönüşür. İşgücü işçinin malı iken, emek artık patronun malıdır. İşgücü, öyle yaratıcı bir güçtür ki, işçi onu işverene satarak yalnız kendi tükettiği nesneleri yerine getirmekle kalmaz, sermayeye yani birikmiş emeğe, onda önceden bulunan değerden daha büyük bir değer de kat
ar.
İşçi, işverende var olan geçim araçlarından bir parçasını (ücretini) elde eder. Bu geçim aracı işçinin nesine yarar? Doğrudan doğruya tüketmesine. Fakat, ben geçim araçlarını tükettiğim zaman, bu araçlar benim için yok olurlar. Ne var ki bu geçim araçları benim yaşamımı temin ettikleri sürece, ben bu süreyi yeni geçim araçları üretmekle, kendi işimle (tüketerek ortadan kaldırdığım değerlerin yerine) yeni değerler yaratmakta kullanmaya bir kuş gibi “özgür” olarak mahkumum. Ama, işte tam da bu soylu üretim gücü değil midir ki, işçi tarafından, elde ettiği geçim araçlarına karşılık olarak, sermayeciye bırakılır! Bu yüzden, bu güç işçinin kendisi için yok olmuş bulunur.
Elimize bir örnek alalım: Bir çiftçi gündelikçisine günde 10.000.- YTL veriyor. Bu para için gündelikçi, çiftçinin tarlasında bütün gün çalışır ve ona gün sonunda 30.000.- YTL’ye satabileceği bir ürün bırakır. Bu ürünün satış fiyatı olan bu değerin içinde 10.000.- YTL’si kullandığı aletlerin amortismanı, hammadde giderleri ve kira, faiz, su, elektrik, gübre, ilaçlama, tohum gibi diğer üretim masraflarıdır. Tüm bu masraflar, kendisi de birikmiş emekten başka birşey olmayan sermaye tarafından karşılanır. Tekrar sermayeye döner. Geriye 20.000.- YTL’lik bir değer kalır. Çiftçi, akşam; yalnız ilk sermayesinden harcadığı değerlerin yerine geldiğini, gündelikçiye bırakacak olduğu değerin de üretildiğini görmekle kalmaz, tüm bu iki değeri aşan bir ürüne de sahip olduğunu görür. Bu çiftçi, gündelikçiye verdiği 10 bin YTL’yi bereketli, doğurucu ve ürün getirici bir şekilde kullanmıştır:
Çiftçi; daha önce pazarlığı yapılıp fiyatı 10.000.- YTL olarak belirlenen işgücünü, 10.000.- YTL’lik sermaye ve araç-gereç ile buluşturmuş; toprak ürünlerinin değerinin (ilk madde ve maddi masraflar çıktıktan sonra) üzerine 20 bin YTL’lik ek bir değer ekleterek 30.000.- YTL’lik yeni bir ürüne sahip olmuştur. Bu 20.000.- YTL’lik fazla değeri yaratan gündelikçinin işgücünü 10 bin YTL ile satın almıştır. Gündelikçi ise, aldığı bu para ile çiftçi gibi bir yatırım yapmaz, yapamaz. Sonuç ve etkilerini (gördüğü işleri) çiftçiye bırakıp kendi üretim gücü yerine 10 bin YTL elde eder. Bu parayı belli bir çabuklukla tükettiği geçim araçları ile değiş-tokuş eder, etmek zorundadır.
Görüldüğü gibi 10 bin YTL iki şekilde tüketildi:
1- Sermaye için ürün verici şekilde; çünkü 20 bin YTL getiren bir işgücü ile değiş-tokuş edildi.
2- İşçi için ürün vermeyici şekilde; çünkü geri gelmeyecek şekilde ortadan kalkacak olan geçim araçları ile değiş-tokuş edildi ki, buradaki 10 bin YTL, kendi değerini, ancak çiftçi ile aynı değiş-tokuşu bir kez daha tekrarlayarak yeniden üretebilir.
Demek ki, sermaye ücretli işgücü ister, ücretli işgücü de sermaye ister. Her ikisi de birbirleri için önemlidir. Sermaye ile ücretli işgücü birbirlerini etkilerler; karşılıklı olarak birbirlerini yaratırlar. Biz işçiler, ürettiğimiz ürün ya da hizmetten başka, bütün gün çalışırken birşey daha üretiyoruz. Sermayeyi de üretiyoruz. Biz işçiler, öyle değerler üretiyoruz ki, bu değerler, sırası gelince, işimize ve işgücümüze kumanda eder. Yeter ki, bu iş araçları ile bizler yeni değerler yaratabilelim.
Sermaye, ancak işgücü ile değiş-tokuş olarak, ancak ücretli işgücünü yaratarak çoğalır ve artabilir. Ücretli işçinin işgücü ancak, sermaye ile değiş tokuş olarak, sermayeyi büyütür. Kölesi olduğu iktidarı güçlendirir, kuvvetlendirir. Bu yüzden, sermayenin çoğalıp artışı, işçi sınıfının da çoğalıp artışı demektir.
İşverenler ve onların iktisatçıları, bu nedenle, “kapitalistin çıkarı ile işçinin çıkarı aynıdır” demeye kalkışırlar. Gerçi doğrudur! Eğer işveren, işçiye iş vermezse, işçi mahvolur! Ama sermaye, işgücünü işletip işçiyi ve halkı soymazsa ortadan kalkar. Ve işletip soymak için işgücünü satın almalıdır.
Sevgili işçi kardeşler;
Ürün verici sermaye, üretime yatırılmış sermaye ne kadar çoğalırsa, sanayi de o kadar çiçeklenip açılır, o kadar daha çok işveren zenginleşir, işler o kadar daha iyi ve yolunda gider, işveren o kadar daha çok işçiye ihtiyaç duyar ve işçi kendisini o kadar daha çok pahalıya satar.
Peki ama, üretici sermayenin büyümesi ne demektir? Üretim sermayesinin büyümesi demek, birikmiş emeğin yani işin, canlı işgücü yani çalışanlar üzerindeki üstünlüğünün ve hakimiyetinin büyümesi demektir. İşveren sınıfının işçi sınıfı üzerindeki üstünlüğünün, hakimiyetinin büyümesi demektir. Ücretli işgücü, kendisine hakim ve üstün olan yabancı zenginliği, kendisine düşman olan gücü kuvveti, yani sermayeyi ürettiği zaman, işçinin çalışma araçları, yani ücretli işgücünün geçim araçları, sermayeden işçiye doğru gerisin geriye (ücret olarak) gider. Yalnız şu şartla ki, giden nesne yeniden sermayenin bir parçası (olan emek) haline gelecek, sermayeye çabuk büyüme ivmesi veren bir manivelaya dönüşecek.
“Sermayenin çıkarları işçilerin çıkarlarının aynıdır” denildiği zaman bunun anlamı, bunun demek istediği şey, yalnız ve yalnız sermaye ile ücretli işgücünün bir tek ve aynı ilişkinin iki görünüşü olduklarıdır. Tefeci ve ona mal kaptıranın birbirlerini karşılıklı olarak üretip meydana getirdikleri gibi, sermaye ile ücretli işgücü de birbirlerinin mantıki sonucudur.
Ücretli işçi, ücretli işçi olarak kaldıkça, onun kaderi sermayeye bağlıdır. İşte işverenle işçinin çıkarları arasındaki o denli övülen ortak yan budur. Sermaye çoğalınca, ücretli işçi yığını, işçi kitlesi kocamanlaşır. Ücretli işçilerin sayısı artar; sermayenin üstünlüğü ve egemenliği, daha büyük bir fertler kitlesi üzerine yayılır. En uygun, en elverişli durumu varsayalım: Üretici sermaye çoğalınca iş talebi artar. İyimser bir yaklaşımla işgücünün fiyatı; Ücret, yükselir.
Bir ev büyük veya küçük olabilir. Onun çevresindeki evler küçük oldukça, o ev, toplumca bir evden istenen her şeyi verir, her dileği tatmin eder. Fakat, küçük bir evin yanıbaşında bir saray yükselirse, bir de bakarsınız küçük ev kulübeleşmiş. O zaman küçük evde kim oturursa o bilir ki, müşkülpesent (zor beğenir) olmaya hiç gelmez, yahut kendisi ancak pek alçak gönüllü dilek ve isteklerde bulunabilir. Ve zamanla küçük ev canı istediği, kadar büyüyebilir, eğer komşu saray da onun kadar çabuklukla veya hatta daha büyük oranlarda büyüyecek olursa, oranı küçük olan evde oturan kimse gittikçe kendisini daha rahatsız, tedirgin ve dört duvar arasında sıkışmış bulacaktır.
Ücretlerde hissedilir bir artış gerçekleşebilmesi için, üretici sermayenin çabukça çoğalması gerekir. Üretici sermayenin çabuk büyümesi, ardından, zenginliğin, lüksün, sosyal ihtiyaç ve kıvançların bir o kadar çabuklukla büyümesini sürükler.
Demek, işçinin kıvançları artmış olduğu halde, onun elde ettiği sosyal tatminler, sosyal olarak bu kıvançların yerine getirilmesi, işçi için erişilmez olan işverenin artmış kıvançlarına göre, genel olarak toplumun gelişim konağına oranla eksilmiştir. İhtiyaç ve kıvançlarımızın kaynağı toplumun içindedir. Biz, onları, bizi tatmin eden, dileklerimizi yerine getiren nesnelerle ölçmeliyiz. İhtiyaç ve kıvançlarımızın içyüzü sosyal olduğundan, bu ihtiyaç ve kıvanç izafi, nispi içeriktedir. Yani görecelidir.
Demek ki, ücret, sadece, genel olarak benim (işgücüme) karşılık diye aldığım metalar kitlesi ile belirlenmez. Ücretin içinde
birçok başka başka ilişkiler bulunur. İşçilerin, her şeyden önce, kendi işgüçleri için elde ettikleri şey, belli bir para tutarıdır. Ücret bu paracıl fiyatla belli oluştan başka bir şekilde belirlenmez mi? Ücret yalnız paracıl fiyat ile mi belirlenir?
16. yüzyılda, daha zengin ve işletilmesi daha kolay maden kuyuları bulunan Amerika’nın keşfi ile Avrupa’da dolaşımdaki altın ve gümüş arttı. Bu durum, altın ile gümüşün değerini, öteki metalara göre alçalttı. İşçiler işgüçlerine karşılık olarak gene aynı para diye basılmış para kitlesini aladurdular. İşgücünün para olarak fiyatı aynı kaldığı halde ücretleri azaldı. Çünkü paranın değeri, altın ve gümüş değerine bağlı idi. Aynı miktarda para ile, işçiler, öteki metalardan daha az bir tutar, daha az bir toplam elde ediyorlardı artık. Bu, sermayenin çoğalmasını kolaylaştıran şart ve durumlardan birisini, 16. yüzyılın burjuvazilerinin hızla gelişmesini doğurdu.
Bir başka olayı ele alalım. 1847 kışında, en gerekli yiyecek maddeleri; buğday, et, tereyağı, peynir vs. fena bir rekolte dolayısıyla fiyatça çok yükselmişlerdi. İşçilerin işgüçlerine karşılık olarak aynı para tutarını aldıklarını kabul edelim. Bunların ücretleri alçalmamış mıdır? Elbette alçalmıştır. Aynı para tutarı ile pazara çıkan işçiler daha az ekmek, daha az et, vs. elde ediyorlardı. İşçi ücretleri; hiç de paranın değeri eksildiği için değil, geçim araçlarının değeri arttığı için alçalmıştı.
Örneğin diyelim ki, işgücünün paraca fiyatı aynı kaldığı halde bütün ekin veya işlenmiş ürünler, yeni makinaların kullanılması yüzünden, daha uygun ve iyi bir mevsim dolayısı ile, alçalıyorlar. O zaman işçiler, aynı para miktarına karşılık olarak her çeşit tüketim mallarından daha çoğunu satın alabilirler. Demek ki, işçilerin ücretleri; ücretlerin paraca değerleri değişmediği halde, artmıştır.
Demek ki, işgücünün paraca fiyatı olan göreceli ücret, işgücüne karşılık olarak işçiye gerçekten verilen metalar miktarı olan gerçek ücretle aynı değildir. Demek ki, ücretlerin alçalışından veya yükselişinden bahsettiğimiz zaman, yalnızca işin paraca fiyatını, yani yalnız göreceli ücreti göz önünde tutmamalıyız. Fakat, ne göreceli ücret, yani işçinin işgücünü işverene satarak karşılığında aldığı para tutarı, ne gerçek ücret, yani işçinin bu para ile satın alabileceği metalar miktarı; ücretin içinde bulunan oran ve ilişkileri açıklamaya yeter. Ücret, daha başka ilişkileri de kapsar. Ücret bir de her şeyden önce kazançla, işverenin kârı ile olan ilişkisine göre belirlenir. Bu izafi, soyut ücrettir.
Gerçek ücret, öteki metaların fiyatlarına oranla işgücünün fiyatını deyimlendirir. Soyut ücret ise, tersine, doğrudan doğruya işin yarattığı yeni değerden, birikmiş emeğe, sermayeye düşen paya oranla işçinin aldığı payı gösterir. Daha yukarıda şöyle diyorduk: “demek ki, ücret işçinin ürettiği metadan aldığı bir pay değildir. Ücret, daha önceden mevcut bulunan birikmiş emeğin, sermayenin bir parçasıdır ki, işveren onunla belli bir miktar ürün verici işgücü satın alır.” Fakat işverenin, verdiği ücreti, işçi tarafından yapılmış ürünü sattığı fiyat içinde yeniden elde etmesi gerekir. İşveren, sattığı ürünün fiyatı içinde bu ücreti o şekilde elde etmiş olmalıdır ki, genel kural olarak, kendisine de, hammadde, amortisman ve başka harcamalarından başka artık bir fazlalık, bir kâr kalabilsin.
İşçinin ürettiği malın satım fiyatı, işveren için üç parçaya bölünür: Birincisi; sanayici işverenin öne sürdüğü hammaddelerin fiyatı ile gene ileriye sürdüğü aletlerin, makinalarla öteki iş araçlarının aşınma payları. İkincisi; öne sürdüğü ücretin yerine getirilmesi ve üçüncüsü; artık ve fazlalık olan şey, işverenin kârıdır. Birinci parça ancak daha önceden var olan eski değerlerin (birikmiş emek) yerini tuttuğu halde, gerek ücretin yerine getirilmesi, gerekse de işverenin fazlalık ve artık kârı; açıkça görüldüğü gibi, hesap sonunda, işçinin işgücü ile yaratılmış ve hammaddelere katılmış olan yeni değerden ileri gelir. Ve işte biz de, ücretin ne olup olmadığını araştırırken, işçinin işgücünün yarattığı değerler olan kârın ve ücretin aralarındaki oranı bu anlamda gözönünde bulundurmalıyız.
Gerçek ücret nasılsa öyle kalsın. İsterse artsın, izafi (göreceli) ücret alçalmamazlık etmez. Örneğin diyelim ki, bütün geçim araçlarının fiyatı 2/3 (Üçteiki) oranında alçalmış olduğu halde, gündelik ücret ancak üçte bir oranında düşmüş olsun, yani örneğin 3 liradan 2 liraya düşsün. Burada işçi, şimdiki iki lirası ile önceki 3 lira ile aldığından daha büyük miktarda meta satın alabildiği halde, ücret, işverenin kârına oranla yine eksilmiştir. İşverenin (örneğin fabrikatörün) kârı bir lira artar, yani işçiye ücret olarak verdiği daha az tutarda değiş-tokuş değerlerine karşılık, işçinin öncekinden daha büyük miktarda değiş-tokuş değeri üretmesi gerekir. Kapitalistin payı işçinin payına oranla çoğalmıştır. Sosyal zenginliğin sermaye ile işgücü arasında üleştirilmesi daha da çok eşitsiz bir hale gelmiştir. Kapitalist aynı sermaye ile daha büyük miktarda işe kumanda eder, Kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliği büyür, işçinin sosyal durumu, kötünün kötüsü olur, işverene göre bir önceki durumundan daha aşağıya iner.
Fakat, şu halde ücretle kârın karşılıklı ilişkileri ve bağlılıkları içinde, yükselişi ve alçalışı belirlendiren, tayin eden genel kanun nedir?
Ücretle kâr, birbirleri ile tersine orantılıdırlar. İşgücünün payı yani ücret ne kadar alçalırsa sermayenin payı yani kâr da tam o oranda yükselir ve bunun tersi de doğrudur. Ücret ne kadar alçalırsa kâr o kadar yükselir, ücret ne kadar yükselirse kâr da o kadar alçalır.
Belki de şöyle bir itiraz ortaya atılacaktır: Kapitalist kendi mallarını başka mallarla yararlı bir şekilde değiş-tokuş etmesinden dolayı, malının daha yüksek bir talebi sayesinde veya yeni pazarların açılması dolayısıyla, yahut da eski pazarlarda ihtiyaçların birden bire artması yüzünden vs. sebeplerle kârını artırabilir; şu halde işverenin kârı, ücretin, yani işgücünün değiş-tokuş değerinin yükseliş veya alçalışına bağlı olmayarak, değiş-tokuşta öteki işverenleri aldattığı için çoğalabilir. Ya da kâr, iş aletlerinin mükemmelleşmesi, doğa güçlerinin verimli kullanılışı, vs.’den çoğalabilir. Doğru mu?
Söze, düşünmeye böyle tersine yoldan başlansa da sonucun yine hep bir kapıya çıkacağı, gören göz için besbellidir. Ücret eksildiği için kâr artmış değildir, belki kâr arttığı için ücret eksilmiştir. İşveren, başkasının aynı miktardaki işgücü için daha büyük bir miktarda değiş tokuş değeri satın almış oluyorsa, işgücünün ücretini daha pahalıca ödemiyor, yani sonuçta yine işgücü, işverene bıraktığı kazanca ve kâra oranla daha az karşılığını almış, daha az ücret almış bulunuyor.
Bundan başka, unutmayalım ki, mal fiyatlarının dalgalanışları ne olursa olsun, bir metanın ortalama fiyatı, yani öteki metalarla değiş tokuş edilişindeki oran o metanın üretim masrafları ile belirlenir. Demek ki, işveren sınıfın kendisi içinde işverenlerin birbirlerini karşılıklı olarak aldatmaları, zorunlu olarak, denkleşecektir. Makinaların mükemmelleşmesi, üretime yarar yeni tabiat güçlerinin kullanılma
sı ise, bilinen ve öne konulmuş bir iş süresi içinde, aynı miktarda işgücü ve sermaye ile daha büyük ürünler yığını yaratılmasına neden olur, ama daha büyük bir değiş tokuş değerleri yaratılmasına, hiç de yer vermez. Eğer ben, eğirme makinası sayesinde, bir saatte o makinanın icadından öncekine göre, iki kat çok iplik, örneğin elli kilo yerine 100 kilo teslim edebilirsem, gitgide benim elime geçecek mallar ondan önce elli kiloya karşılık olarak elime geçen mallardan daha çok olamaz, çünkü üretim masraflarım yarı yarıya düşmüştür. Veya ben aynı üretim masrafları ile iki kat ürün teslim ediyorumdur.
Sonuç olarak ister bir memleketin, isterse baştan başa dünya pazarının işveren sınıfı, yani burjuvazisi, kendi arasında üretiminin net kârını nasıl bir orana göre bölüp üleşirse üleşsin, bu net kârın toplam tutarı, her seferinde birikmiş işin, en sonunda yine doğrudan doğruya işgücüyle çoğalmış olan tutarından başka bir şey değildir. Demek ki bu toplam tutarın çoğalış oranı işgücünün sermayeyi artırış oranına göre, yani kârın yükselişi, ücret zararına göre olur.
Daima görüyoruz ki, hatta işgücü ile sermaye arasındaki ilişki sınırları içinde kalsak bile, işgücü ile sermayenin çıkarları birbirleri ile taban tabana zıttır.
Sermayenin çabucak çoğalması demek, kârın çabucak çoğalması demektir. Kârın çabucak artması ise ancak işgücünün fiyatı, izafi ücret, aynı çabuklukla eksilirse olur. Hatta gerçek ücret, itibari ücretle, yani işgücünün paraca değeri ile birlikte yükseldiği durumda bile, izafi ücret alçalabilir. Yeter ki, gerçek ücret ve itibari ücret, kârla aynı oran içinde yükselmemiş olsun. Örneğin, eğer işlerin yolunda gittiği devrelerde, ücret yüzde 5 kâr ise yüzde 30 yükselirse, nisbi ücret, izafi ücret artmamış, eksilmiştir.
Demek, eğer işçinin geliri kapitalin çabucak çoğalması ile birlikte, aynı çabuklukla ve oranda artmıyorsa, aynı zamanda işçiyi işverenden ayıran sosyal uçurum da genişler. Kapitalin işgücü üzerindeki üstünlüğü ve iktidarı, işgücünün sermayeye karşı bağımlılığı da bu yüzden büyür.
“Sermayenin çabucak çoğalmasında işçinin çıkarı vardır” demek, yalnız ve yalnızca şunu söylemek demektir; işçi ne kadar çabuklukla başkasının zenginliğini arttırırsa, ziyafet sofrasından artacak kırıntılar, işçinin toplayacağı artıklar da o kadar daha cevherli olacaktır: O kadar daha çok işçi kullanılabilecek, o kadar daha çok işçiler üretilecek, sermayenin hakimiyeti altında o kadar daha çok köleler yığını oluşacaktır.
Demek şunu gözönünde tutarak saptadık ki;
İşçi sınıfı için, hatta en uygun durum, yani, sermayenin elden geldiği kadar çabucak çoğalması bile, işçinin yaşayışında her ne kadar maddi düzeltmeler yaparsa yapsın bu düzeltmeler ve durum işçinin çıkarları ile işverenin çıkarları arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmaz. Kâr ile ücret, önünde sonunda, birbirleri ile tersine orantılıdırlar.
Sermaye çabuk çabuk çoğaldığı zaman, ücret artabilir, ama sermayenin kârı, ücrete oranla daha çabuk çoğalır: İşçinin maddi durumu düzelmiştir, ama sosyal durumunun zararına düzelmiştir. İşçiyi işverenden ayıran sosyal uçurum genişlemiştir.
Uzun sözün kısası:
İşçinin ekonomik çıkarı ve sosyal durumu işvereninki ile uzlaşmaz bir çelişki ve zıtlık içindedir. Bu, biz öyle istiyoruz diye değil objektif bir gerçekliktir.
Denilirse ki, “ücret için uygun şart, sermayenin elden geldiği kadar çabuklukla çoğalmasıdır”; bu sözden anlaşılacak şey yalnızca şudur: İşçi sınıfı kendisine düşman olan gücü, kendisine kumanda eden yabancı zenginliği ne kadar çok artırır ve çoğalırsa, işçinin, işveren zenginliğini artırmak, sermaye kuvvetini güçlendirmek için yeniden çalışmasına elverişli gelecek şartlar o kadar daha çok uygun düşeceklerdir ve işçi sınıfı kendi dövüp biçim verdiği yıldızlı zircirlere sevine dursun, işverenler kendisini bu zincirlerle ardına takıp sürükleyecektir.
Üretici sermayenin büyüyüşü ile ücretin artışı gerçekten burjuva iktisatçılarının demek istedikleri kadar ayrılmazcasına birbirlerine bağlı mıdır? Onların lafta kalan lakırdılarına kulak asmamalıyız. Hatta onlar sermaye ne kadar çok yağlı ve şişman olursa, onun kölesi de o kadar çok yağlanır ve şişmanlar derlerse bile yine onlara inanmamalıyız. İşveren pek bilgiç ve açıkgözdür; uşaklarının parlak giysileriyle böbürlenen derebeyi gibi, işveren sınıfı da imtiyazları paylaşmayı çok iyi bilir. Burjuvazinin yaşama şartları, onu, hesaplı davranmaya zorlar.
Bir sonraki bölümde bunu biraz daha yakından inceleyeceğiz.
(*) Karl Marx’ın konu ile ilgili broşürünü dilimize çevirip Türkçe yeniden söyleyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan derleyip uyarlayan: Nezih Gençler