Yenilenebilir enerji ve biyo-çeşitlilik ekonomileri üzerinde kurulmuş bir uygarlık olan Hindistan şu sıralar bir yol ayrımına varmış bulunuyor: Kendi biyo-çeşitlilik ve enerji eşitliğine dayalı yenilenebilir enerji yolunda devam mı edecek, yoksa, batının fosil yakıtlara, nükleer güce ve enerji kölelerine dayalı sürdürülemez enerji yolunu mu benimseyecek? Hindistan, önceliği, yenilenebilir olmayan enerji girdilerine bağımlılık yüzünden insanları yerinden […]
Yenilenebilir enerji ve biyo-çeşitlilik ekonomileri üzerinde kurulmuş bir uygarlık olan Hindistan şu sıralar bir yol ayrımına varmış bulunuyor: Kendi biyo-çeşitlilik ve enerji eşitliğine dayalı yenilenebilir enerji yolunda devam mı edecek, yoksa, batının fosil yakıtlara, nükleer güce ve enerji kölelerine dayalı sürdürülemez enerji yolunu mu benimseyecek?
Hindistan, önceliği, yenilenebilir olmayan enerji girdilerine bağımlılık yüzünden insanları yerinden yurdundan eden merkezileştirilmiş endüstriyel ekonomilere değil, yerel, merkezi olmayan emek yoğun ekonomilere veren kültürü ve ekonomik politikaları sayesinde, dünyayı karbondioksitle kirleten ülkelerden olmamıştır.
Ne var ki, küreselleşme ve neo-liberal ekonomik reformlar yüzünden burada da yenilenebilir kaynakların yerini yenilenemez kaynaklar almaya, insanlar fosil yakıtlar yüzünden yerinden yurdundan edilmeye ve çeşitliliğe dayalı yerel ekonomiler yerlerini tek tipleştirilmiş ulaştırma, imalat ve tarım tekniklerine bırakmaya başlamıştır.
Bu dönüşüm, sadece iklim değişikliği tehlikesini davet etmekle kalmayıp, kabilelerin, küçük ölçekli çiftçilerin ve kadınların yaşam alanlarını gasp etmektedir. Çünkü, enerji köleliğine dayalı enerji yoğun bir ekonomi, insanların geçimlik ihtiyaçları yerine sınai, ticari enerji üretimine ve işlenmesine yönelmek zorundadır. Böyle bir ekonomi, ardında çöp dağları bırakmak, süper otoyollar inşa etmek ve de ucuz petrol döneminin sona ermesi durumunda fosil yakıt ekonomisini sürdürebilmek için geniş arazileri “biyoyakıt” için gereken monokültür bitkilerinin yetiştirildiği plantasyonlara çevirmek zorundadır.
1973 yılında nükleer fizik eğitimi alıyordum. Hayatımın en heyecanlı zamanlarından biri Bombay Bhabha Atom Merkezi’nde yaz dönemi stajyeri olarak, deneysel nükleer santralde çalıştığım dönemdi. Ama, bir tıp doktoru olan kızkardeşim Mira beni utandırınca nükleer fizik kariyerimi bıraktım.
Mira, bütün o karmaşık enerji dönüşümleri ve zincirleme tepkimeler hakkında aldığım eğitime rağmen, iş nükleer tehlikelere geldiğinde ne kadar cahil olduğuma dikkatimi çekerek utandırmıştı beni. Hayatı yok eden bilimlerden vaz geçip hayatı savunan bilimlere yönelmemi sağlayan şey, kızkardeşimden aldığım bu alçak gönüllülük dersi oldu. Aynı ders, bilgi ve iktidar arasındaki bağlantı, savaşlara yol açan sosyal sorumsuzluğun nasıl imal edildiği, karı hedefleyen bilim konularında da bilinçlendirdi beni. Ve tehlikeli teknolojiler üzerinde halkın denetimini savuşturmak için nükleer fizik camiasının nükleer enerjinin
toplumsal sonuçları hakkında bilinçli bir tarzda nasıl kafa karışıklığı yarattığının da farkına vardım.
Hindistan’ın 11 Mayıs 1998\’de Pokhran bölgesinde yaptığı nükleer denemeler, “kendine saygı patlamaları”, “prestij megatonları” gibi tuhaf ve cafcaflı benzetmelerle alkışlandı. Ana akım medya bombaya “Hindu Bombası” adını taktı. Ama aynı medya Pakistan buna 30 Mayıs’ta kendi denemeleriyle cevap verdiğinde, bunu da “İslami Bomba” diye şeytanileştirdi. Bu basbayağı nükleer tehdit, kültürel “farklılığın”‘ savunusu olarak yorumlanamaz.
Halkımızı yarım yüzyıl önce ikiye bölen sınırın her iki yanındaki eril, militarist kafalar, nükleer bombayı sekter iktidarın simgesi olarak görmektedir.
Vishwa Hindu Parishad (VHP) (aşırı sağcı Hindu siyasi örgütü -ç.n.) nükleer denemelerle Hindistan’ın “erkekliğini” nihayet kanıtladığını ilan etmişti.
Denemeler, Hindistan’ın nükleer silahlar konusundaki tutumunun nasıl radikal bir değişime uğradığını da ortaya koydu. Barışçıl enerji arayışının yerinin şiddete dayalı güç gösterisi almıştı. Model nükleer füzeler, askeri ataerkil iktidarın toplumsal nefreti harekete geçirmek üzere yararlandığı popüler fallik simgeler haline gelmiştir.
Hindistan’ın, fırlatmak için bir Agni Prithvi, bir de Mirage 2000 uçağı ile 75 ile 100 arasında nükleer savaş başlığına sahip olduğu sanılmaktadır.
Pakistan’ın ise Ghauri (Guri) ve Ghaznavi (Gaznevi) füzeleriyle F-16 uçakları tarafından fırlatılabilecek 25 ile 50 arasında nükleer silahı vardır.
Hindistan’ın Agni’sinin menzili 2000, Pakistan’ın Ghauri’sinin menzili 1.500 kilometre olup, her ikisi de 15 dakikada hedefini vuracak güçtedir. Bunların ateşlenmesi durumunda ölecek insan sayısı hakkında tahminler 2 milyon ile 12 milyon kişi arasında değişmektedir. Gandi, nükleer silahların “bilimin en günahkar ve en şeytani uygulamasını temsil ettiğini” söylemişti.
Başbakan Nehru da, 14 Temmuz 1957 günü Hindistan Temsilciler Meclisi Lok Sabha’da yaptığı koşumada şunları söylemişti: “Yapabilecek durumda olsak bile, atom bombası yapmaya niyetimiz olmadığını ve hiçbir zaman nükleer enerjiyi tahripkar amaçlar için kullanmayacağımızı en açık biçimde ilan ediyoruz… Bunun gelecek bütün hükümetlerin politikası olmasını umuyorum”
Denemelerin ardından, Japonya, ABD ve başka bir çok ülke hem Hindistan’a, hem de Pakistan’a her türlü yardım, borç ve krediyi kesti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Haziran ayında kabul ettiği ve Genel Kurulca da onaylanan kararıyla nükleer denemeler kınanırken taraflar itidale davet edildi.
ABD-Hindistan Nükleer İşbirliği Anlaşması pratikte, Hindistan’ın
politikalarında yüz seksen derecelik bir değişiklik olması demektir. Anlaşma, Hindistan’da nükleer enerjinin yayılacağını ve bu ülkeye nükleer yakıt satışlarının artacağını göstermektedir. 18 Temmuz 2005 tarihinde imzalanan anlaşma, ABD Başkanı Bush’un Mart ayındaki Hindistan ziyareti sırasında nihai şeklini aldı. Kamuoyuna fosil yakıt kullanımının ve CO2 yayılımının seçeneği olan “temiz enerji” olarak sunuldu. Enerji güvenliği ve çevrenin korunması gibi iki büyük sorunun hal çaresi olarak düşünülmüştü. Hindistan’ın ABD’deki büyükelçisi Lalit Mansingh’e göre, “Hint-ABD nükleer anlaşması dikkate değer
bir başarıdır. Hindistan’ı bekleyen enerji krizinin en kabul edilebilir çözümü olmakla kalmayıp, zımnen, Hindistan’ı nükleer silah sahibi bir ülke olarak da tanımaktadır. Böylece, onyıllardır süren tecrit ve teknolojik engellemeye son vermektedir.” (India Today, 6 Mart 2006)
Anlaşma ile Bush, Hindistan ile sivil nükleer enerji alanında tam bir işbirliği sözü vermiştir. ABD, aynı zamanda, müttefikleriyle birlikte, uluslararası düzenlemeleri Hindistan ile nükleer ticarete izin verecek ve nükleer yakıt tedarikini güvenceye alacak şekilde esnetmek için çaba gösterecektir. Hindistan, 3360 MW enerji ürteme kapasitesinde 15 adet sivil nükleer santrale sahiptir. Bu santrallerden altısı şimdiden Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın nezaretine verilmiştir. Diğer dokuz santral de aşamalı olarak UAEA’nın nezaretine bırakılacaktır.
Hindistan, her ikisi de Kalpakkam’da bulunan Prototip Hızlandırılmış Füzyon Reaktörü ile Hızlandırılmış Füzyon Deneme Reaktörü’nü uluslararası nezarete açmayı ise kabul etmemiştir. 2014 yılına dek, Hindistan’ın santrallerinden yüzde 65’i uluslararası nezarete geçmiş olacaktır.
Cirus ile Dhruva, silah yapımında kullanılan plutonyumu işlediği bilinen iki askeri reaktördür. Anlaşma uyarınca, Hindistan Cirus reaktörünü 2010 yılında tamamiyle kapatacaktır. Hindistan, 250 atom bombası yapmasına yetecek malzeme stokuna sahiptir. Ülkenin 10.000 MW’lık enerji üretmesine yetecek miktarda uranyumu da vardır. Başbakan Manmohan Singh, nükleer enerji sektörünün on yıl içinde 40.000 MW’lik enerji üretecek kapasiteye ulaşmasını hedeflediğini açı
klamıştır.
Hindistan’ın enerjisinin nükleerleşmesi, askeri bakış açısının da
nükleerleşmesidir. Bu iki alanı birbirinden ayırmak için yapılan planlar aslında bu gerçeğin teslim edilmesidir.
Karbondioksit yayılımına yol açmadığı için nükleer enerji “temiz enerji” olarak sunulmaktadır. Nükleer artıkların yarattığı kirlilik gözardı edilmekte, nükleer gücün bir nükleer savaşa yol açma potansiyeli ise dile bile getirilmemektedir. ABD-Hindistan Nükleer Anlaşması “kırk katır ile kırk satır” arasında bir tercih öngörüyora benzemektedir ve pratikte küresel ısınmaya karşı nükleer kışın daha kabul edilebilir olduğu varsayımına dayanmaktadır. Oysa, sürdürülebilir enerji için, birbirinden kötü bu iki tercihe birden seçenek aramalıyız, bu seçenek de yenilenebilir enerjidir.
Gerçek sürdürülebilirliğe doğru
Gerçek sürdürülebilirliği sağlamak için, enerji sistemleri toplumun ve ekosistemlerin içinde yer almalıdır. Enerji sistemleri toplumsal olarak, ancak yoksulların yaşam alanlarını gasp etmedikleri ve daha adaletli bir enerji kullanımına yöneldikleri takdirde sürdürülebilir sayılırlar.
Enerji sistemleri, ekolojik bakımdan, ancak çevre üzerindeki etkisi hafif olduğu ve atmosferik ya da nükleer kirliliğe yol açmadıkları takdirde sürdürülebilir kabul edilirler.
Bu seçimler halk tarafından yapılmalı, merkezi devlet iktidarlarınca yürütülen sanayinin tercihlerine tabi kılınmamalıdır. Ve iklim değişikliği krizini kullanarak nükleer kirlilik, nükleer atık, nükleer savaşlar ya da yakıt bitkilerine yer açmak için biyoçeşitliliği tahrip edecek monokültür tarımı uygulamalarıyla karakterize olan yeni krizlere kapı açılmamalıdır.
Sürdürülebilir enerji tercihleri ekolojik demokrasi temelinde yapılmalıdır.
Vandana Shiva’s ZNet Homepage adresinden Sendika.org için Ahmet Kırmızıgül çevirdi.