Türkiye’de sermaye dışındaki toplum kesimlerinin istisnasız tümünü olumsuz yönde etkileyecek olan Sosyal Güvenlik Reformu, IMF, Dünya Bankası, (pek açık biçimde dile getirilmese de) AB ve TÜSİAD başta olmak üzere yerli sermayenin baskılarıyla TBMM Genel Kurulu’na getirildi. Esas olarak, sosyal güvenlik ve sağlık sisteminin tasfiye edilerek, piyasalaştırılmasını öngören “reform” çalışmasının temelleri 1990’lı yılların ikinci yarısına kadar […]
Türkiye’de sermaye dışındaki toplum kesimlerinin istisnasız tümünü olumsuz yönde etkileyecek olan Sosyal Güvenlik Reformu, IMF, Dünya Bankası, (pek açık biçimde dile getirilmese de) AB ve TÜSİAD başta olmak üzere yerli sermayenin baskılarıyla TBMM Genel Kurulu’na getirildi.
Esas olarak, sosyal güvenlik ve sağlık sisteminin tasfiye edilerek, piyasalaştırılmasını öngören “reform” çalışmasının temelleri 1990’lı yılların ikinci yarısına kadar uzanır. Emek örgütlerinin bu “reform”u gündemlerine almaları ise 2-3 yıl öncesine dayanır. Emek örgütleri, “reform”u gündemlerine almalarından bu yana özellikle üyelerine yönelik bilgilendirme çalışmaları yapmışlardır. Ancak bu çalışmalar, büyük ölçüde şubeler ya da işyerleri düzeyinde olmuş, (TTB hariç) tepe yönetimlerince fazlaca önemsenmemiştir. Bu nedenle de “reform”a karşı bütünlüklü bir mücadele yürütülememiştir.
Emek örgütlerinin daha önce İş Yasası, özelleştirmeler gibi örneklerde de gösterdikleri bu zaaf nedeniyle hükümet, tüm toplumu olumsuz etkileyecek bir düzenlemeyi fazlaca zorlanmadan yasalaştırma aşamasına getirmiştir. Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da hükümetin baş destekçisi sermaye güdümündeki medya olmuştur. Medyanın Sosyal Güvenlik Reformu ve benzer düzenlemelerdeki etkisi sadece bunların toplum için iyi olacağı yönündeki yalanlarla kalmamıştır. Medyanın buradaki esas etkisi, bu düzenlemelerin ardındaki aktörün, diğer bir ifade ile kapitalist sistemin, karşı koyulamaz bir güç olduğu düşüncesini yaratmasıdır.
Emek örgütlerinin Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Kamu Personel Reformu ya da Sosyal Güvenlik Reformu üzerine düzenledikleri toplantılarda karşılaşılan tablo; emek örgütlerinin yönetici ve aktivistlerinin dahi mevcut hakları ortadan kaldıran düzenlemeler karşısında mücadele edilemeyeceği yönündeki düşüncelerin yaygınlığıdır. Aynı tablo, toplumun en dinamik olması beklenen kesimi olan üniversite öğrencilerinde de farklı değildir. Onlar da kendileri ve toplumun geniş kesimleri için bir şeylerin değiştirilebileceği konusunda son derece umutsuz ve karamsardır.
Kuşkusuz bu karamsar tablonun ortaya çıkmasında en önemli etken, yakın geçmişte benzer uygulamalar karşısında başarıya ulaşmış bir mücadele örneğinin bulunmayışıdır. Yakın dönemde başarılı bir mücadele örneği olmayışının baş sorumlusu ise elbette, emek örgütlerinin yakın dönemdeki tepe yönetimleridir.
Emekçiler için umutsuzluğun egemen olduğu bu durum, elbetle ki sadece Türkiye için geçerli değildir. Başta merkez ülkeler olmak üzere tüm kapitalist dünyada da aynı durum geçerlidir. Ancak, içinden geçtiğimiz günlerde kapitalist dünya içindeki bazı ülkelerde bu umutsuzluğu, karamsarlığı ortadan kaldıracak gelişmeler de olmaktadır. Başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika ülkelerinde bir süredir devam eden sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele bunun önemli bir örneğidir. Ama Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bakımından bundan daha önemli bir örnek ise Fransa’da öğrencilerin ve emekçilerin sermayenin dayattığı yasalara karşı gösterdiği mücadeledir.
Latin Amerika’da Chavez’in öncülüğündeki mücadele göstermiştir ki kapitalizmin hegamon devleti ABD’nin ve onun başı Bush’un istekleri ve dayatmaları tanrı kelamı değildir. Fransa’da öğrenciler, emekçiler göstermiştir ki sermayenin istekleri ve dayatmaları tanrı kelamı değildir. Eğer gençler, emekçiler mücadelelerini doğru bir biçimde örgütleyebilirlerse kendilerine yönelen saldırıları önleyebilir, zafere ulaşabilirler.
Bu örnekler, Türkiye’de emekçilerin ve geleceğin sahibi gençlerin içinde bulundukları karamsarlığı, umutsuzluğu aşmaları için yol gösterici olmalıdır. Emekçiler, gelecek seçimlerde kendilerini milletvekilliğine atmaktan başka bir şey düşünmeyen tepe yöneticilerinin belirlediği yollardan değil kendilerinin, çocuklarının geleceğini düşünerek mücadeleye yönelmelidir.
Bu bağlamda, önümüzdeki 1 Mayıs yılgınlığa, umutsuzluğa karşı direncin, mücadelenin simgesi haline getirilmelidir. 1 Mayıs 2006, Latin Amerika’dan, Fransa’dan ve daha da önemlisi tarihten alınan güç ile Türkiye emekçileri için en yakın tehdit olan “Sosyal Güvenlik Reformu”na karşı dayanışmanın, mücadelenin örgütlendiği gün olmalıdır (!)
Tabi ki 1 Mayıs’a kadar Sosyal Güvenlik Reformu’nun yasalaşmaması için de mücadele en etkin biçimde yürütülmelidir.
Evrensel Gazetesi[14.04.06]