Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2005 Aralık ayına ait Hanehalkı İşgücü İstatistikleri’ni yayımladı. TÜİK’in verilerine göre 2005 Aralık ayında (kasım-aralık-ocak dönemi) işsizlik oranı yüzde 11.2 olarak gerçekleşti ve bir önceki ayki yüzde 10.6’ya göre artış gösterdi. Toplam istihdamın bir önceki aya göre 596 bin, bir önceki yılın son çeyreğine göre de 538 bin kişi azaldığı gözlendi. […]
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2005 Aralık ayına ait Hanehalkı İşgücü İstatistikleri’ni yayımladı. TÜİK’in verilerine göre 2005 Aralık ayında (kasım-aralık-ocak dönemi) işsizlik oranı yüzde 11.2 olarak gerçekleşti ve bir önceki ayki yüzde 10.6’ya göre artış gösterdi. Toplam istihdamın bir önceki aya göre 596 bin, bir önceki yılın son çeyreğine göre de 538 bin kişi azaldığı gözlendi.
Türkiye’nin hızlı büyüme konjonktürü içinde olmasına karşın, istihdamda yeterli derecede artış sağlayamaması en önemli iktisadi/sosyal sorun olarak gündemini korumakta. Buna rağmen neoliberal ideolojinin fetişlerine inançla bağlı olan kimi araştırmacılar, işgücü piyasalarındaki bu gelişmeleri ”Türkiye’de hızlı yapısal dönüşüm olduğu” savıyla açıklamaya çalışmaktalar. Bu sava göre, ekonomik büyümeyle beraber tarım sektörünün milli gelir içindeki payı küçüldükçe tarımdan kopan işgücü fazlası tarım-dışı sektörlere aktarılmakta; ancak yüksek işgücü arzı nedeniyle toplam işsizlik azaltılamamaktadır.
Türkiye’nin işgücü piyasalarında yapısal bir dönüşüm olduğu kuşkusuz doğrudur. Ancak, azgelişmiş bir çevre (peripheral) kapitalist ekonomi olarak Türkiye’de yaşanan dönüşüm, tarımdan daha üretken tarım-dışı sektörlere istihdam aktarılması şeklinde değil, ithalata bağımlılığı hızla derinleşen, taşeronlaştırılmış bir sanayi sektörünün gerekli istihdam artışlarını sağlayamaması nedeniyle işsizliğin giderek kronik (yapısal) bir duruma sürüklenmesinden ibarettir. Bu tespiti Türkiye’de istihdamın uzun dönemli seyrini sergilediğimiz aşağıdaki tablo aracılığıyla tartışmaya çalışacağım.
Türkiye’de 1990’dan bu yana toplam işgücü arzı 3 milyon 884 bin kişi artış göstermiş, toplam istihdam artışı ise 3 milyon 344 bin kişi olmuştur. 2005 Aralık ayına ait olan işsizlik oranı son 15 yılın en yüksek oranlarından birisidir. 1990’da toplam istihdamın yüzde 47’si tarım sektöründe iken, 2005 sonunda bu oran yüzde 26’ya gerilemiştir. Sanayinin istihdamdaki payı yüzde 16’dan yüzde 21’e sadece 5 puan artmış; hizmetler sektörünün payı ise yüzde 38’den yüzde 54’e yükselmiştir.
Sanayi sektörü hızlı bir genişleme içinde olmasına karşın istihdam yaratamamakta ve istihdam kapasitesi de yıllar itibarıyla gerilemektedir. Örneğin sanayi sektörünün toplam üretimi 1990 ile 2000 arasında reel olarak (1987 sabit fiyatlarıyla) yüzde 51 artış göstermiştir. Oysa aynı dönemde sanayi sektöründeki istihdam toplam olarak yüzde 33.8 artmıştır. ”İstikrarlı büyüme” ve ”yapısal dönüşüm” içinde olduğumuz iddia edilen 2002-2005 arasında ise sanayi sektörü üretimi toplamda yüzde 26.1 genişlerken istihdam artışının sadece yüzde 11.8’de kaldığı görülmektedir.
Dolayısıyla, iktisat öğrencilerinin çok kullandığı bir kavram ile ifade edersek, 1990-2000 yılları arasında sanayi sektörünün istihdam esnekliği 0.66 olmuştur. Yani söz konusu yıllarda sanayi üretiminde 1 puanlık reel artış, sanayi istihdamında 0.66 puanlık bir artış yaratmakta idi. ”Yapısal dönüşüm” (!) yıllarında (2002-2005) ise sanayinin istihdam esnekliği 0.45’e gerilemiştir. Yani 2002 sonrasında sanayi sektöründeki bir puanlık üretim artışı sadece 0.45 puanlık bir istihdam yaratabilmektedir. Türk sanayii artık giderek daha az istihdam yaratan bir ”yapısal dönüşüm” içindedir.
Söz konusu ”yapısal dönüşüm” aslında sanayi sektörünün ucuz ithalata dayalı ve spekülatif rantiye kazançların özendirildiği bir birikim sürecine sürüklenmesini ifade etmektedir. Düşük katma değerli ve dışa bağımlı teknoloji yapısıyla Türk sanayii, uluslararası işbölümü içerisinde giderek ithal ara mallarının montaj hattında üretimine ve ihracatına dayalı bir taşeron sektör haline dönüşmektedir.
Türk sanayii ulusal ekonomide ”çözülen” tarım sektörüne istihdam yaratan ve girdi-çıktı bağlantılarıyla diğer sektörleri sürükleyen bir sektör olmak yerine, dışa bağımlı ve küresel piyasaların konjonktürel hareketlerine duyarlı bir yapısal bozulma içindedir. Türkiye’nin aslında sanayisizleşme içinde olduğunu ifade eden bu süreç, düşük istihdam, artan ithalat ve cari işlemler açıkları ve gerileyen reel ücretler olarak kendini göstermektedir.
Bu arada soralım: Sanayi sektöründe üretkenliğin hızla arttığı öne sürülmektedir. Peki reel ücretler niye bu artıştan faydalanmamaktadır? ”Reel ücretin, nihai olarak emeğin üretkenliği ile belirlendiği” savı neoklasik (neoliberal) iktisadın ana önermelerinden birisi değil midir? Sanayi sektöründeki sözde ”üretkenlik artışları” ne istihdam olarak ne de reel ücret olarak emek kesimine yansımamaktadır. Bu çarpık durumu da başka bir yazımızda tartışmak üzere…
Cumhuriyet 29.03.2006
EKONOMİ POLİTİK