“Emperyalist dönemde burjuvazinin ekonomik plandaki gericiliği siyasal planda da ifadesini bulur”(1). Bu tespit emperyalizme hak ettiğinden fazla misyon yüklemeye çalışan sömürge ülke ideologlarının yüzüne her seferinde yeniden çarpılıyor. Tam da bu ideologlar AB’ye giriş sürecinde “nispi demokrasi” naraları atarken, Avrupa’da yayımlanan karikatürler Avrupa egemenlerinin gerici yüzünü bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Yayınlanan karikatürler sonrasında […]
“Emperyalist dönemde burjuvazinin ekonomik plandaki gericiliği siyasal planda da ifadesini bulur”(1). Bu tespit emperyalizme hak ettiğinden fazla misyon yüklemeye çalışan sömürge ülke ideologlarının yüzüne her seferinde yeniden çarpılıyor. Tam da bu ideologlar AB’ye giriş sürecinde “nispi demokrasi” naraları atarken, Avrupa’da yayımlanan karikatürler Avrupa egemenlerinin gerici yüzünü bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Yayınlanan karikatürler sonrasında yaratılan kaos ortamında, Avrupa egemenleri Müslümanların, Batı’nın değerlerine karşı saldırıya geçtiğine Avrupa halklarını ikna etmeye çalıştı. Avrupa’da giderek artan işsizlikten, göçmenleri sorumlu tutmaya meyilli Avrupa toplumunda, bu ırkçı maya giderek genişleyen bir oranda destek bulmaya başladı.
Bu durum 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’de yaratılan atmosferle ciddi benzerlikler taşıyor. 11 Eylül saldırıları sonrasında Huntington ABD’de adeta kahin ilan edilmişti: “İslam medeniyeti” eserin yazılmasından sadece birkaç yıl sonra batı medeniyetine saldırmaya başlamıştı bile. O panik havasının içerisinde CNN yöneticileri “her nereden” akıllarına geldiyse Irak savaşı sırasında Kuveyt’te çekilmiş eski görüntüleri, “saldırılara sevinen Filistinlilerin” görüntüleri olarak yayınlamıştı. Bu görüntülerin ABD toplumu üzerinde oluşturabileceği etki biraz soğukkanlılıkla düşünüldüğünde insanın tüyleri diken diken oluyor.
Sonrasında malum Afganistan ve Irak işgalleri. İdeolojik savaşın ABD cephesi Bush’u ikinci defa başkan seçecek denli başarıyla oluşturulmuştu. Şimdilerde ise İran’a AB, ABD ortaklığıyla saldırma planı öncesinde, Muhammed karikatürleri provokasyonuyla yeni bir saldırı sürecinin önü açıldı. Üstelik bu kez “medeniyetin beşiği Avrupa” da savaşın ön saflarında.
Artık Medeniyetler Savaşı tezi yüksek sesli bir emperyal koro tarafından söyleniyor. Koronun söylediği Medeniyetler Savaşı şarkısı özetle şöyle “19. yüzyıl, ulus-devletlerin birbirleriyle yaptığı savaşlara sahne oldu, bunun sonucunda da imparatorluklar yıkıldı. 20. yüzyıl ise “İdeolojiler” çağıydı. 20. yüzyıl boyunca, SSCB ve Çin’in temsil ettiği “Komünizm” ile ABD ve Batılı ülkelerin temsil ettiği “Kapitalizm” arasında sonu malum bir çatışma yaşandı. Ve 21. yüzyıl ise artık ulus-devletlerin veya ideolojilerin değil, medeniyetlerin çatışacağı bir çağ olacak.” Tezin teorisyeni Samuel Huntington, okumuş yazmış adam. Savaşların tarihini, ABD dış politikasını, enerji koridorlarını, petrol havzalarını bilmiyor olamaz, oysa yazdığı tezde bunlara pek değinmiyor. O halde Huntington’un eserini bir tezden çok temenni olarak okumak gerekiyor.
Medeniyetler arası bir çatışmanın nesnel zemini belki de haçlı seferlerinden bu yana ilk kez bu kadar rağbet görüyor. Emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik saldırı stratejisinin egemenler tarafından dayatıldığı ortada, ancak bu durumu salt bir emperyalist oyun olarak değerlendirip en başından sahte bir çatışma olduğunu söylemek insanlığın binlerce yıllık kültürel mirasını dar bir iktisadi bakış açısıyla değerlendirmek olacaktır. Toplumsal kültür egemen ideolojiden beslenmekle birlikte, toplumsal değerlerle içiçe geçmiş ve tümüyle reddedilmek yerine ayrıştırılması gereken bir sentez oluşturmuştur.
Toplumun tüm gerici niteliklerini kendi bünyesinde toplayan burjuvaziden, ilerici bir kültürel sentez beklemek mümkün değildir. Bu beklenti ancak kendi kültürünü gerici “beyaz adama ait” kültürü ise ilerici olarak değerlendirme eğilimindeki işbirlikçi sömürge rejimlerin egemenlerine ait olabilir. Bu beklenti toplumu sömürgeleşmeye ikna etmek için son derece verimli bir aygıt haline getirilmiştir. Tüm zencilerin yamyam olduğu miti “beyaz adamın” Afrika’yı sömürgeleştirme stratejisinin bir ayağı olarak işletilmiştir. Batı medeniyeti, siyah Afrika’yı sömürgeleştirirken, silahlara olduğu kadar misyonerlere de ihtiyaç duymuştu. Siyahların tümüyle barbar, batılı beyaz adamınsa tümüyle medeni olduğu yanılsaması, sömürgeciliği meşrulaştırmanın bir aracı olarak lanse edilmiştir. Günümüzde ise Batı’da siyahların ve beyazların yerleşim yerleri tümüyle birbirinden ayrılmış siyahlar hak ettiği gibi kentin en yoksul mahallelerine yerleştirilmiştir. Avrupa egemenleri Banliyölerde gizlenen göçmenleri ancak Fransa sokakları ateşe verildiğinde anımsamışlardı.
Montaigne’nin “Yamyamlık Üzerine” isimli denemesinde anlattığı öykü “yamyam” Afrika’yla medeni batının kültürel çarpışmasına traji-komik bir açılım getirmektedir: Kral Charles çağında Fransa’nın Rouen kentine gelen üç yamyam şehri gezdikten sonra kralın önüne çıkarılır. Kral onlara kentle ilgili dikkatlerini çeken şeyleri sorar. Yamyamlar krala: Sakallı güçlü kuvvetli silahlı bir sürü adam neden çocuk yaştaki bir krala hizmet ediyorlar da içlerinden birini kral seçmiyorlar? Diye sorar, diğer soru ise şöyledir: “Kendi dillerinde tek bir bedenin eli kolu, parçaları birbirinin yarısı olarak kabul edilen insanlardan kimileri neden bolluk rahatlık içinde keyif sürerken birçokları dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içerisinde yaşıyorlar”. Yamyam aklı denebilir. Ama bahsi geçen kültürel algılamama hali son derece devrimci bir nitelik taşımaktadır.
Beyaz Adamın Doğu’ya bakışı her zaman küçümseyici olmuştur. Bu algı biçimi edebiyattan sinemaya kadar, egemen kültürün tüm hücrelerine içerilmiş bulunmaktadır. 2000 yılında İsrail parlamentosunda Filistinli şair Mahmut Derviş’in bir şiirinin eğitim müfredatına seçmeli olarak konulması önerisiyle başlayan tartışma hükümetin güven oylamasıyla tehdit edilmesine varacak denli büyük bir yankı bulmuştu. Edward Said bu konuyla ilgili yazdığı makalesinde konuyu şu şekilde değerlendiriyor: “Derviş’in şiiri gerçekte neyi tehdit etmiştir? Temelde, bir İsrailli’nin bilincinde bir Filistinli’nin geçek varoluşunun kabul edilebilir olmasına imkan vermiştir. Artık karşı karşıya kalınan bir terörist veya bir barış muhatabı değil, İsrail’den bağımsız tarihiyle mevcudiyetiyle ve diliyle gerçek bir insan varlığıdır”. İşte bir Filistinlinin şiirini İsrail için katlanılmaz kılan kültürün bu insani niteliğidir. Düşmanın bir insan olarak algılanması, saldırı cephesini zayıflatıcı bir nitelik yaratır.
Batı edebiyatının klasik eserlerinden biri olan Robinson Cruise’da bir siyah ile beyazın eşit koşullarda ıssız bir adaya düştüğünde dahi beyaz ırkın siyah ırka olan üstünlüğünden bahsedilmektedir. Aynı durum Amerikan sinemasının en ilerici eserlerinde dahi göze çarpmaktadır. Ortadoğu, Vietnam ve Afrika’yla ilgili olarak çekilen tüm filmlerde Doğu kültürü savaşmaktan başka hiçbir şey bilmeyen barbar bir kültüre indirgenmektedir. Hollywood’un ilerici yönetmenlerinin çektiği filmlerde dahi bu durum göze çarpmaktadır. En objektif Vietnam filmleri olarak değerlendirilen, Oliver Stone’nun Müfrezesi’nde ve Kubrick’in Full Metal Jacket’inde dahi Vietnamlı direnişçiler sadece ölen ya da öldüren adamlar olarak göze çarpar. Bu durum Batı egemenlerine ait ırkçı algının en art niyetsiz yönetmenlere dahi sirayet ettiğini göz önüne sermektedir.
Ötekileştirmek bir negatif kendini ifade biçimidir. Kendisini pozitif (olumlu) değerler üzerine inşa edemeyen ve bunlarla tanımlayamayan bir topluluk bir arada kalabilmek ve kendini ifade edebilmek için kendi antitezinden faydalanmak durumundadır. Irkçılığın kitle tabanını besleyen en ilkel duygu budur. Kendisini bir değerler sistemiyle tanımlayamayan bir ulus, kendisini “ötekileri” olumsuzlayarak tanımlamak d
urumunda kalacaktır. Günümüzde medeniyetler arası bir saflaşmanın nesnel zemini bu gerçeklikten beslenmektedir. Kendisini demokrasi, eşitlik, özgürlük gibi ilerici değerlerle ifade edemeyen “emperyalist medeniyet” dinden ve ırktan gelen bir üstünlüğe sahip olduğunu iddia etmektedir.
Dine dayalı çokuluslu imparatorlukların egemen olduğu Ortaçağ’da bu algı Hıristiyanlığın diğer dinlere olan üstünlüğü, ulus devletlerin egemen olduğu Fransız Devrimi sonrası dünyasında Beyaz ırkın üstünlüğü, günümüz dünyasında ise Batı kültürünün Doğu karşısındaki üstünlüğü olarak karşılık bulmaktadır. Bu algının sömürge ülkelerdeki yansısı bir “oto-sömürgeleşme” ideolojisi olarak karşılık bulur. Ülkemizde AB’ye giriş süreci ve bu süreçte yaratılan AB’den demokrasi bekleme yanılgısı bu kültürel ezikliğin bir yansısıdır. Oysa bu süreçte AB’nin yaptığı Türkiye halkına demokrasi vaat etmekten öte Türkiye toplumunu eğitebileceğini hatta demokratikleştirebileceğini, dünyaya göstermekten başka bir şey olmamıştı. Bu durum Türkiye’de demokrasi bilincini geliştirmek bir yana, sömürgecinin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramamıştı.
Kültür emperyalizmi, sömürgeciliğe içkin bir olgu olarak, tarihin her diliminde karşılık bulmuştur. Kültürel sömürgecilikle ekonomik sömürgecilik tarihin her dilimine iç içe icra edilmiştir. Çokuluslu imparatorluklar döneminde, savaş ganimetlerinin en önemli parçasını fethedilen ülkenin kültürel simgeleri oluşturmaktaydı. Kültürel zenginliklerin yağmalanarak imparatorluğun merkezine taşınması, bir egemenlik göstergesi olmuştur. Fethedilen, sömürgeleştirilen ülkenin kendi kültüründen ayrıştırılarak, merkezin kültürel olarak zenginleştirilmesi, sömürgeyi zayıflatırken, merkezi güçlendirmektedir. Kapitalizmin hammadde ve işgücü yağmasına dayalı ilk dönemlerinde de benzer bir kültür emperyalizmi yöntemi kullanılmıştır.
Sermaye ihracının temel sömürgeleştirme biçimi haline geldiği emperyalist aşamada ise kültür emperyalizmi, egemen olanın kültürünün ezilen topluma ihraç edilmesi biçiminde icra edilmiştir. Bu durum ekonomik üst yapı ile kültürel altyapının iç içe geçmiş yapısını göz önüne sermektedir. Emperyalist merkez sermayeyle birlikte kendi kültürünü de ihraç etmekte ancak bu kültürel oluşum ilerici bir sentez oluşturmaksızın, sömürge ülke halklarını kültürel olarak silahsızlandırma aracı olarak kullanılmaktadır.
Batı’nın egemen Doğu’nunsa ezilen konumunda bulunduğu dünya sisteminde Doğulu bir ülkede devrimci düşünce yapısı Batı kültürünün gerici değerleri karşısında Doğu’nun ilerici değerlerini savunmak durumundadır. Emperyalizmin güçlü ve gericileştirici kültürel hegemonya araçları karşısında yerel kültürün tümüyle reddedilmesi toplumu silahsızlandırmak anlamına gelecektir. Emperyalistler tarafından medeniyetler arası bir çatışmanın dayatıldığı ve bunun karşısında barış cephesinin gerici ve işbirlikçi bir medeniyetler arası uzlaşmayı savunduğu siyasi atmosferde. Medeniyetlerin devrimci bir zeminde uzlaştırılması gerekir.
Bu uzlaşının ideal bir formu Fransız Devrimi’nde ortaya çıkmıştır. Burjuvazinin en devrimci eylemi olan “Fransız Devrimi’nin simgesi olan Marianne’in başında, Frigyalı (Anadolulu) isyancı kölelerin kırmızı başlığı vardı. Devrim, kendi simgesel köklerini uygarlığın en eski topraklarında bulmuştu. Fransız Devrimi’ni yapan(ların) hepsi emekçiydi. Kendilerine uygun bir geçmiş ararken, en yüksek uygarlıkları, en özgür toplumsal özlemleri örnek almaya özeniyorlardı”(2). Doğu ile Batı kültürünün bu türden bir buluşması ancak devrimci bir bakış açısının eseri olabilir. Oysa sömürgeciliğin temel kültürel algısı karşısındakini küçük görme hatta hiç görmeme üzerine kuruludur. Burjuvazi devrimci niteliğini kaybettiği andan itibaren bu türden bir ilerici senteze sırt çevirmiş, Batı’nın Doğu karşısında üstünlüğünü savunmaya ve bu düşünce yapısını örgütlemeye soyunmuştur.
Hangi başlık altında olursa olsun, medeniyetler çatışmasına medeniyetleri reddeden bir noktadan bakmak, ayağını toprağa basmadan yürümeye çalışmaya benzer. Emperyalizmin medeniyet kavramını kullanarak yaptığı savaş kışkırtıcılığına alet olmamak adına doğu kültürünü bir yana bırakarak savunmaya geçmek ancak toplumsal muhalefetin giderek “beyazlaşmasına” neden olacaktır. Oysa ayağımızı bastığımız topraklar tümüyle esmerdir.
Medeniyetler çatışması teziyle Ortadoğu halklarının emperyalizmin hedef tahtasına oturtulduğu ve iç savaş kışkırtmalarının bir sömürgeleştirme stratejisi olarak işletildiği günümüzde, bu tez devrimci bir nitelikte yeniden inşa edilmelidir. Ortadoğu halklarının tümüyle gerici nitelikler taşıdığı ve barbar olduğu yanılsaması, tıpkı siyahların yamyam olduğu miti gibi emperyalizmin sömürgeleştirme stratejilerinin bir parçasıdır. Tam da böylesi bir konjonktürde dünya halklarının en çok ihtiyaç duyduğu şey Ortadoğulu devrimcilerdir.
Burada bahsedilen elbette emperyalist saldırganlık altında ezilen islam kültürünü savunmak değildir. Böylesi bir savunmaya girişmek medeniyetler çatışması tezinin ezilenler cephesinden yeniden üretilmesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Emperyalist hegemonyanın dayattığı kültürel form ile iktisadi yapı arasındaki uyum ezilen halklar karşısında tutarlı bir saldırı mekanizması oluşturmaktadır. Bu dayatma karşısında ilerici direniş odaklarının savundukları kültür ile iktisadi yapı arasında politik-pratik bir açı oluşması direniş cephesini zayıflatacaktır. Ancak bu noktada direnişin kültürünün oluşturulacağı laboratuvar yine halkın kültürel değerleri arasından süzülüp çıkacaktır. Bu süreç içerisinde ne pragmatik gerici ittifak cephelerine ne de ‘fazla ilerici’ önyargılara yer vardır. Direnişin kültürü ait olduğu topraklarda kök salacak fakat devrimci bir süreç içerisinde eşit ve özgür bir topluma doğru boy verecektir.
Emperyalizmin medeniyetler çatışması oyunu her seferinde ortaya gerici bir ideolojik yapı ortaya çıkarmaktadır. Oysa kültürlerin ilerici bir uzlaşısı Fransız Devrimi’nin Mariannesi kadar uzlaştırıcı, halkların kültürel silahsızlandırma karşısında savunulması Fransız kralı karşısındaki “yamyamların” cehaleti kadar devrimci olmalıdır. Bu çatışmanın dışında kalmak yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına gelecektir.
1- Lenin, Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması
2- Aydın Çubukçu, Emperyalizm, Uygarlık, Tarih Ve Arkeoloji