Elinizdeki 8 Ağustos 2005’te Honolulu/Havai’deki İşletme Akademisi’nin Eleştirel Yönetim Araştırmaları bölümünde yapılmış olan konuşmanın gözden geçirilmiş halidir. Bahsedeceğim konu – ekolojik devrimi örgütlemek – tüm gezegendeki yaşam ağını ve onunla birlikte uygarlığın geleceğini tehdit edecek muazzamlıkta bir çevre krizinin tam göbeğinde bulunduğumuz önkabulüne dayanıyor. Bu artık çok da tartışmalı bir önerme değil. Bu durumun yarattığı […]
Elinizdeki 8 Ağustos 2005’te Honolulu/Havai’deki İşletme Akademisi’nin Eleştirel Yönetim Araştırmaları bölümünde yapılmış olan konuşmanın gözden geçirilmiş halidir.
Bahsedeceğim konu – ekolojik devrimi örgütlemek – tüm gezegendeki yaşam ağını ve onunla birlikte uygarlığın geleceğini tehdit edecek muazzamlıkta bir çevre krizinin tam göbeğinde bulunduğumuz önkabulüne dayanıyor.
Bu artık çok da tartışmalı bir önerme değil. Bu durumun yarattığı tehlikenin boyutlarıyla ilgili farklı yorumlar mevcut elbette. Bir uçtakiler, bunlar insanlarca yaratılan insani sorunlar olduklarından kolaylıkla çözülebileceklerine inanıyorlar. Tek ihtiyacımız biraz beceri ve harekete geçme iradesi. Diğer uçta dünya ekolojisindeki bozulmanın kontrol imkânlarımızın ötesinde bir ölçek ve hıza ulaştığına ve en uğursuz kehanetleri haklı çıkardığına inananlar var.
Genellikle tamamen zıt gibi görülmelerine rağmen bu görüşlerin ortak bir temeli vardır. Paul Sweezy’nin de gözlemlediği gibi, her iki görüş de ” mevcut gidişat devam ederse insan türünün kendi bindiği dalı kesmesinin yalnızca bir zaman meselesi olduğu inancını” yansıtıyor. (Monthly Review, June 1989)
Çevredeki eğilimler hakkında bilgimiz arttıkça, bu gidişimizin gidiş olmadığı adeta kafamıza dank ediyor. Uyarı sinyalleri arasında şunları sayabiliriz:
Atmosferde sera gazlarının birikmesi sonucu dünyanın ortalama sıcaklığının çok yakında sanayi öncesi dönemlerin 2° C (3.6° F) üstüne çıkıp kritik eşiği aşacağı artık kesin. Biliminsanları bu düzeyde bir iklim değişikliğinin dünyanın ekosistemleri üzerinde korkunç etkileri olacağına inanıyor. Artık mesele ciddi bir iklim değişikliği olup olmayacağı değil, büyüklüğünün ne kadar olacağı (International Climate Change Task Force, Meeting the Climate Challenge, January 2005, http://www.americanprogress.org).
Bilim çevreleri, en karamsar senaryosunda bile ortalama global sıcaklıkta 5.8° C (10.4° F) artış öngören Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (HİDP)’nin ortaya koyduğu global ısınma seviyesinin çok düşük kalacağı endişesini taşıyorlar. Örneğin İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nde yapılan dünyanın en büyük iklim modelleme deneyinin sonuçları, küresel ısınmanın HİDP’nin tahminlerinin iki katı hızla artabileceğini gösteriyor. (London Times, January 27 2005).
Uluslararası Pirinç Enstitüsü’nde ve başka yerlerde yapılan deneyler sonucu biliminsanları sıcaklıktaki her 1° C (1.8° F)’lik artışa karşılık pirinç, buğday ve mısır mahsulünün %10 azalacağına hükmediyorlar. (Proceedings of the National Academy of Sciences, July 6, 2004; Lester Brown, Outgrowing the Earth).
Dünyanın petrol üretiminde tepe noktasına (Hubbert Tepe Noktası diye bilinir) birkaç yıl içinde ulaşacağı artık açığa çıkmıştır. Dolayısıyla dünya ekonomisi sürekli artan talebe karşılık gitgide azalan ve çıkarılması zorlaşan petrol kaynaklarıyla karşı karşıya kalıyor (Ken Deffeyes, Hubbert’s Peak; David Goodstein, Out of Gas). Tüm bunlar büyüyen bir enerji krizine ve buna bağlı kaynak savaşlarına işaret ediyor.
Dünyanın taze su kaynaklarının büyük kısmını içeren akiferlerin kurumasıyla birlikte gezegen küresel bir su kıtlığıyla karşı karşıya. Bu durum yeraltı sularının sürdürülemez sömürüsüne dayanan bir balon ekonomisi haline gelmiş olan küresel tarıma yönelik bir tehdit teşkil ediyor. Bugün dünyada dört kişiden biri sağlıklı suya ulaşamıyor (Bill McKibben, New York Review of Books, September 25, 2003).
Dünyadaki ana balık kaynaklarının üçte ikisi kapasite sınırında veya üstünde avlanıyor. Son yarım yüzyıl içinde dünya okyanuslarındaki iri yırtıcı balıkların % 90’ı yok edilmiştir (Worldwatch, Vital Signs 2005).
Türlerin yok oluş hızı son 65 milyon yılın en üst seviyesinde, bozulmamış ekosistemlerin son kalıntıları da ortadan kalktıkça yok oluşların sağanak gibi hızlanması ihtimali de var. Halihazırda yok oluş hızı “sınırın” yani doğal hızın 1000 katına ulaşmış durumda (Scientific American, September 2005). Biliminsanları kara üzerinde damarlı bitki türlerinin %44’ünü ve dört omurgalı grubundaki tüm türlerin %35’ini barındıran, buna karşın dünyanın yüzölçümünün sadece %1,4’ünü kaplayan yirmi beş rizikolu bölge saptadılar. Bu bölgelerin tümü insanların sebep olduğu hızlı bir bozulmayla karşı karşıya (Nature, February 24, 2000).
Ulusal Bilimler Akademisi’nin 2002’de yayımladığı bir çalışmaya göre, dünya ekonomisi yeryüzünün doğurganlık kapasitesini daha 1980’de aştı ve 1999 itibariyle %20 üstüne çıkmış durumda. Çalışmanın yazarlarına göre bu, insanlığın 1999’da tükettiklerini yerine koymak için “1,2 dünya veya bir dünyanın 1,2 yılı gerektiği” anlamına geliyor (Matthis Wackernagel, et. al, “Tracking the Ecological Overshoot of the Human Economy,” Proceedings of the National Academy of Sciences, July 9, 2002).
Easter Adaları’ndan Mayalara kadar geçmiş uygarlıkların ekolojik çöküşü sorunu bugün giderek dünya kapitalist sistemini de ilgilendiren bir şey olarak görülüyor. Çevrecilerin uzun süredir savunduğu bu görüşü Jared Diamond Çöküş isimli kitabında popülarize etti.
Bu ve diğer tehlike çanlarından belli ki, insanın çevreyle bugünkü ilişkisi artık sürdürülebilir değil. En gelişmiş kapitalist ülkelerin ekoloji üzerinde kişi başına ayakizi de en büyük, bu da tüm dünya kapitalist gelişmesinin çıkmaza doğru gittiğini gösterir.
Gitgide büyüyen çevre tehdidi karşısında egemen kapitalist sınıfın cevabı “vurdumduymaz kör ayvaz”ı oynamaktan ibaret. Bir stratejisi olduğunda da bu mevcut toplumsal ilişkiler sistemine dokunmadan üretici güçleri devrimcileştirmeye yani teknolojik değişime dayanıyor. Komünist Manifesto’da kapitalist toplumun ayırt edici özelliği olarak “üretimin sürekli devrimcileştirilmesinden” ilk bahseden Karl Marx olmuştur. Bugünün muktedirleri de işte bu kendiliğinden işleyen devrimci teknolojik değişim ile piyasanın efsanevi sihrinin gerekli olduğunda çevre sorununu çözeceğine güveniyorlar
Tam aksine birçok çevreci artık teknolojik devrimin tek başına sorunu çözmeye yetmeyeceğine, mevcut üretim tarzını dönüştürmeyi hedefleyen daha uzun erimli bir sosyal devrimin gerekli olduğuna inanmakta.
Bu toplumun ekolojik dönüşümü meselesini tarihsel olarak oturtmak için şunları saptamamız gerekli: (1) dünya kapitalist sistemi şu anda nereye doğru gidiyor; (2) bugün artık iç içe geçmekte olan ekolojik ve toplumsal krizler karşısında, teknoloji veya diğer vasıtalarla gidişatını ne ölçüde değiştirebilir; (3) mevcut sistemin alternatifleri nelerdir. Böylesine geniş bir değerlendirme yapmak için bugüne kadar en hararetli girişim, 1995’te Stockholm Çevre Enstitüsü tarafından global sürdürülebilirliğe geçişi araştırmak üzere kurulmuş olan Global Senaryo Grubu’ndan (http://www.gsg.org) gelmiştir. Global Senaryo Grubu üç rapor yayımladı – Dallanma Noktaları (1997), Çubuğu Bükmek (1998) ve en önemli eserleri Büyük Geçiş (2002). Bundan sonraki kısımda bu üçüncü rapora, Büyük Geçiş’e (1) odaklanacağım.
Adından da anlaşılacağı gibi Global Senaryo Grubu, bir ekolojik sürdürülebilirlik krizine kapılan toplumun izleyebileceği muhtemel yolları araştırmak için alternatif senaryolar üretiyor. Nihai raporları üç tür senaryo sunmakta: Alışılagelmiş Dünyalar, Barbarlık ve Büyük Geçişler. Her birinin iki varyantı var. Alışılagelmiş Dünyalar Piyasa Güçleri veya Politika Reformu olabiliyor. Barb
arlık Çöküş veya Kale Dünya şeklinde tezahür edebiliyor. Büyük Geçiş de Eko-komünalizm’e ve Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması’na ayrılıyor. Her bir senaryo farklı bir düşünürle ilişkilendiriliyor: Piyasa Güçleri Adam Smith’le; Politika Reformu John Maynard Keynes ve 1987 Brundtland Komisyonu raporunun yazarlarıyla; Çöküş Thomas Malthus’la; Kale Dünya Thomas Hobbes’la; Eko-komünalizm William Morris, Mahatma Gandhi ve E. F. Schumacher’le; Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması ise John Stuart Mill’le.
Alışılagelmiş Dünyalar senaryosu içinde Piyasa Güçleri çıplak kapitalizm veya neoliberalizm anlamına geliyor. Büyük Geçiş raporunun sözleriyle “kapitalist yayılma patlamasını” temsil ediyor. Piyasa Güçleri sosyal ve ekolojik maliyetler hesaba katılmadan, sadece sermaye birikimi ve hızlı ekonomik büyümeye endekslenmiş dizginsiz bir kapitalist dünya düzeni. Bu senaryonun ana sorunu insanlığa ve dünyaya yönelik açgözlü yaklaşım.
Piyasa Güçleri rejiminde merkezi yere sahip sermaye biriktirme güdüsü, ifadesini en iyi (her ne kadar Büyük Geçiş’te adı anılmasa da) Marx’a ait sermayenin genel formülü’nde bulmuştur. Basit meta üretimi toplumunda (para ve piyasanın tâli bir role sahip olduğu kapitalizm öncesi ekonomik formasyonları niteleyen soyut bir kavram) meta ile paranın dolaşımı elle tutulur metaların ya da kullanım değerlerinin ekonomik sürecin son noktasını oluşturduğu M-P-M şeklinde gerçekleşir. Belli bir kullanım değerini içeren meta M satılarak elde edilen para P ile farklı bir meta M satın alınır. Böylesi her bir çevrim bir kullanım değerinin tüketilmesiyle sonuçlanır.
Kapitalizm örneğinde, yani genelleşmiş meta üretiminde ise, para meta dolaşımı para ile başlar ve biter: P-M-P. Dahası, para sadece nicel bir ilişkiyi ifade ettiğinden böyle bir dolaşım, başlangıçtaki kadar para ile sonuçlanırsa anlamsız olur; dolayısıyla sermayenin genel teorisi gerçeklikte P-M-P’ biçimini alır ve P’ de (p artı değerin sembolü olmak üzere) P+p’ye eşit olur.(2) Basit meta üretimiyle karşılaştırılınca göze çarpan nokta bu sürecin sonunun olmadığıdır, zira burada amaç nihai kullanım değil artı değerin ya da sermayenin birikimidir. Bir yıldaki P-M-P’ )p’nin yeniden yatırıma dönüşmesiyle sonuçlanır ve sonraki yıl P-M-P” gerçekleşir, bir sonraki yıl P-M-P”’ vs. vs. Başka bir deyişle sermaye doğası gereği kendiliğinden artan değerdir.
Bu birikim güdüsünün ardında yatan motor güç rekabettir. Rekabet çekişmeleri her bir sermayeyi veya şirketi ayakta kalmak için büyümeye, yani “kazançlarını” yeniden yatırıra dönüştürmeye zorlar.
Böyle bir sistem krizlerle veya birikim sürecinde geçici duraklamalarla sekteye uğramakla beraber katlanarak büyüme eğilimindedir. Doğal çevre üzerindeki basınç korkunçtur ve ancak bizzat kapitalizmin zayıflamasıyla ve yok olmasıyla hafifleyebilir. Son yarım yüzyılda dünya ekonomisi yedi kattan fazla büyürken, insan kaynaklı ekolojik yağma yüzünden biyosferin böyle bir genişlemeyi destekleme kapasitesi olsa olsa azalmıştır. (Lester Brown, Outgrowing the Earth)
Çevre sorununda Piyasa Güçleri çözümünü savunanların temel varsayımı teknolojik devrim ve sürekli piyasa ayarlamaları sayesinde çevre girdilerinin kullanımının gitgide etkinleşeceği. Birim ekonomik çıktı başına enerji, su ve diğer doğal kaynak kullanımı azalacak. Genellikle bu duruma “malzemesizleşme” deniyor. Ancak bu varsayımın temel önermesi yanlış. Varolduğu kabul edilse bile, malzemesizleşme eğiliminin P-M-P’ eğiliminden çok daha zayıf olduğu ispatlanmıştır. Büyük Geçiş raporunun dediği gibi: ” ‘Büyüme etkisi’ ‘verimlilik etkisi’ni sollar.”
Bu mesele ismini1865’te Kömür Sorunu kitabını yazan William Stanley Jevons’tan alan Jevons Paradoksu sayesinde daha somut olarak anlaşılabilir. Neoklasik iktisatın kurucularından Jevons birim çıktı başına kömür kullanımını azaltan buhar motorundaki gelişmelerin, aynı zamanda daha çok ve büyük fabrikaların kurulmasıyla üretimin ölçeğini büyütmeye de yaradığını açıklamıştı. Yani, kömür kullanımında artan üretkenliğin sonucu, paradoksal olarak toplam kömür tüketiminin artması olmuştu.
Piyasa Güçleri modelinin tehlikeleri sanayi kapitalizminin ortaya çıkışından bu yana ve özellikle son yarım yüzyılda görülen çevre yağmasından kolaylıkla anlaşılabilir. “Bırakın hafiflemeyi” diye belirtiyor Büyük Geçiş raporu, Piyasa Güçleri rejiminde “bugünkü dünyada gözlemlediğimiz sürdürülemez çevre yağması daha da şiddetlenecek. Global sistemlerde kritik eşiği aşma tehlikesi artacak ve gezegenin iklimini ve ekosistemlerini kökten dönüştürecek olayları tetikleyecek.” Pek çok uluslararası kurumun “zımni ideolojisi” olmakla birlikte, Piyasa Güçleri kaçınılmaz olarak ekolojik ve sosyal felaketlere ve hatta çöküşe yol açar. Bu noktada ” ‘idare-i maslahat’ ütopik bir fantezidir.”
Çok daha mantıklı bir umut kaynağı, raporun ileri sürdüğüne göre, Politika Reformu senaryosunda bulunabilir. “Senaryonun özü, gelişme eğrisini yavaş yavaş” barış, insan hakları, ekonomik kalkınma ve çevre kalitesi dahil olmak üzere “daha kapsamlı bir dizi sürdürülebilirlik hedefine doğru bükme yönünde siyasi iradenin doğmasıdır.” Bu aslen 1980lerin sonunda Brundtland Komisyonu Raporu’nun savunduğu global keynezyen stratejidir – refah devletinin (artık çevreci refah devleti olarak tasarlanmak üzere) tüm dünyaya yayılması. Çevreci sosyologların “ekolojik modernleşme” diye adlandırdıkları vaadi temsil etmektedir.
Politika Reformu yaklaşımının işaretleri global ısınma hakkındaki Kyoto Protokolü veya 1992 Rio, 2002 Johannesburg zirvelerinde öne sürülen önlemler gibi çeşitli uluslararası anlaşmalarda bulunabilir. Politika Reformu dünyadaki eşitsizliği ve yoksulluğu zengin ülkeler ve uluslararası kurumlardan dış yardımlarla azaltmaya çalışır. Devletin yönlendirmesi çerçevesinde piyasa teşvikleriyle çevre açısından en iyi uygulamaların gerçekleşmesini destekler. Ama sınırlı ekolojik modernleşmeye rağmen kapitalizmin gerçekleri Politika Reformu ile çelişir diye öne sürüyor Büyük Geçiş raporu. Bunun sebebi Politika Reformu’nun nihayetinde – kapitalist sistemin altta yatan değerlerinin, yaşam biçimlerinin ve yapılarının varlığını sürdürdüğü – bir Alışılagelmiş Dünyalar senaryosu olmasıdır. “Sürdürülebilirlik mantığı ile global piyasa mantığı arasında bir gerilim var. Zenginliğin birikimi ile iktidarın merkezileşmesi arasındaki karşılıklı ilişki geçiş için gerekli politik temeli aşındırır.” Bu şartlar altında “Servet Tanrısı’nın ve Yüce Dolar’ın cazibesi” devam edecektir.
Her iki Alışılagelmiş Dünyalar senaryosunun da ekolojik yıkımı geriletmekte başarısız olması Barbarlık’ın kapıda olduğunu gösterir: ya Çöküş ya da Kale Dünya. Çöküş’ün anlamı açıktır ve ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerekir. Kale Dünya, “güçlü bölgesel veya uluslararası aktörlerin Çöküş’e sebep olacak tehlikeli etkenleri kavrayıp” kendi çıkarlarını korumak için “kurtarılmış bölgelerini” oluşturdukları durumdur. Kale dünya gezegen çapında zorla kurulan ve korunan, global zenginlerle global yoksullar arasındaki uçurumun giderek derinleştiği, çevre kaynaklarına ve her türlü konfora ulaşma hakkının çok farklılaştığı bir apartheid sistemidir. Bunun anlamı “sefalet denizinde yüzen imtiyaz baloncuklarıdır……Elitler barbarlığı kapılarında durdurabilmiştir ve bir tür çevre yönetimi ve geleceği şüpheli istikrar hayata geçirilmiştir.” Ancak gezegenin çevre koşulları, bu senaryoda genel olarak kötüleşmeye devam edece
ktir, ta ki sonunda tam bir ekolojik Çöküş’e, ya da devrimci mücadele sayesinde Eko-komünalizm gibi daha eşitlikçi bir topluma varana dek.
Kale Dünya tasviri, 2003 tarihli Pentagon raporu Ani İklim Değişikliği ve Birleşik Devletler Ulusal Güvenliği Üzerindeki Etkileri (bkz. “The Pentagon and Climate Change,” Monthly Review, May 2004) ile şaşırtıcı benzerlikler taşımaktadır. Pentagon Raporu Kuzey Atlantik’i ısıtan termohalin akıntılarının global ısınmaya bağlı olarak kesintiye uğrayacağını ve bunun da Avrupa ve Kuzey Amerika’yı Sibirya’ya çevireceğini öngörmüştü. İhtimal düşük de olsa gayet akla yatkın olan böylesi koşullarda durumu görece iyi olan topluluklar – ABD dahil – mülteci adaylarını dışarıda tutmak için etraflarında “koruyucu kaleler” inşa ederler. Kıt kaynaklar üzerinde askeri çatışmalar şiddetlenir.
Ani iklim değişikliği gibi dünyayı bir anda sarsan sebeplere bağlı olmasa da, çıplak kapitalizmin ve kaynak savaşlarının bugün de dünyayı bu yöne sürüklediği iddia edilebilir. ABD’nin 11 Eylül 2001’den beri bir ülkeden diğerine karşı başlattığı Terörle Savaş ortaya çıktığından beridir bir “Barbarlık İmparatorluğu” kendini hissettiriyor. (Monthly Review, December 2004)
Yine de Global Senaryo Grubu’nun bakış açısıyla, Barbarlık senaryoları sadece ekolojik ve sosyal çöküşün doğabilecek en kötü sonuçlarını bize göstermek için varlar. Barbarlıktan kaçınmak istiyorsak deniyor, bir Büyük Geçiş gerekli.
Teorik olarak, Global Senaryo Grubu’nun öngördüğü iki büyük Geçiş senaryosu var: Eko-kömünalizm ve Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması. Ancak Eko-kömünalizm, böyle bir dönüşümün ortaya çıkması için dünya toplumunun önce Barbarlık’tan geçmesi gerektiği gerekçesiyle, hiçbir yerde detaylıca tartışılmıyor. Eko-kömünalizm’in sosyal devrimi Global Senaryo Grubu yazarlarınca Jack London’un Demir Ökçe’sinin öbür tarafında yer alıyor kabul ediliyor. Dolayısıyla Büyük Çöküş tartışması Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması ile sınırlandırılmış.
Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması’nın özü gem vurulmamış “kapitalist hegemonyaya” karşı çıkan, ancak tam bir sosyal devrimin de gerisinde kalan radikal bir ekolojik dönüşümden ibarettir. Temelde gerçekleşme yöntemi sosyal yapıların dönüşümünden ziyade, değerlerin ve yaşam tarzlarının değişimidir. Politika Reformu senaryosuyla başlayan ancak normların hakimiyeti yüzünden yeterli bir çevre değişimi sağlayamayan çevre teknolojisindeki ve politikasındaki atılımlar burada “yaşam tarzı takozuyla” desteklenmektedir.
Düpedüz ütopik olan Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması senaryosunda Birleşmiş Milletler “Dünya Birliği”ne, gerçek bir “global federasyona” dönüşmüştür. Globalleşme “uygarlaşmıştır.” Dünya piyasası entegre olmuş ve sadece zenginlik kaynağı olmak yerine eşitlik ve sürdürülebilirlik hedeflerine de koşulmuştur. Terörle savaş teröristlerin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’nca temsil edilen sivil toplum hem ulusal hem de global düzeyde toplumda öncü role sahiptir. Oylama elektronik ortamda yapılır. Yoksulluğun kökü kazınmıştır. Ortalama olarak eşitsizlik, toplumun en üstündeki ve en altındaki %20’lik dilimler arasındaki oran 2 veya 3’e 1 olacak şekilde azalmıştır. Malzemesizleşme gerçekleşmiştir, hakeza kirleten öder prensibi de. Reklama hiçbir yerde rastlanmaz. Güneş ekonomisine geçilmiştir. Evle iş arasındaki uzun yolculuklar tarihe karışmıştır; onun yerini evin, işin, dükkânların ve eğlence mekânlarının iç içe olduğu “entegre yerleşkeler” almıştır. Devasa şirketler basit birer özel işletmeden ziyade geleceğe bakan toplumsal organizasyonlardır. Artık yalnızca mali tablolarla ilgilenmekle yetinmezler, ” sosyal eşitliği ve çevre sürdürülebilirliğini de – sadece kâr aracı olarak değil nihai amaç olarak – hesaba katarlar.”
Tüm bunları doğuracak olanın dört farklı değişim aktörünün birleşmesi olduğu söyleniyor: (1) dev ulusötesi şirketler, (2) BM, DB, IMF, WTO gibi hükümetlerarası organizasyonlar, (3) STK’lar aracılığıyla hareket eden sivil toplum ve (4) global olarak uyanık, çevre konusunda bilinçli, demokratik biçimde örgütlenmiş dünya nüfusu.
Bunu ekonomik olarak destekleyen de, vaktiyle Mill’in Politik İktisatın İlkeleri(1848) kitabında tanımladığı ve bugün ekolojik iktisatçı Herman Daly’nin geliştirdiği durağan durum nosyonudur. Pek çok klasik iktisatçı – Adam Smith, David Ricardo, Thomas Malthus ve Karl Marx dahil – durağan durum hayaletini burjuva politik iktisatının sonunu gösteren bir işaret olarak görüyorlardı. Marx’ın (Kapital’in ikinci Almanca basımının sonsözünde) “sığ uzlaştırma” ile suçladığı Mill ise aksine durağan durumu sadece bölüşümde bir takım değişikliklerle, mevcut üretici güçlerle uyuşabilecek bir şey olarak görmekteydi. Mill’in durağan durum görüşünden ilham alan Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması senaryosunda kapitalizmin temel kurumlarına dokunulmaz, asli iktidar ilişkilerine de; bunun yerine yaşam tarzında ve tüketici yönelimindeki bir değişim, ekonominin artık büyümeye ve kâr artışına değil, verililiğe, adalete ve yaşam kalitesindeki iyileşmeye endeksli olması anlamına gelir. Vaktiyle artık ürünü (ya da artı-değeri) yatırıma dönüştürerek genişletilmiş yeniden üretim peşinde koşan bir kapitalist toplum, yerini artığın yatırılmayıp tüketildiği bir basit yeniden üretim sistemine (Mill’in durağan durumu) bırakmıştır. Hedef, sistemi tanımlayan üretim, mülkiyet ve iktidar ilişkilerini kökünden sarsmadan teknolojik devrime eşlik ederek kapitalist toplumun ekolojik ve sosyal manzarasını tamamen değiştirecek bir kültür devrimidir.
Bana kalırsa bu projeksiyon hem mantıksal hem de tarihsel açıdan sorunludur. Ütopik düşüncenin en zayıf öğelerini (sadece umut ve temennilerle örülen bir gelecek- bkz. Bertell Olman, “Ütopik Gelecek Vizyonu”, Monthly Review, July-August 2005) mevcut sistemden keskin bir kopuştan kaçınmak gibi “pratik” bir emelle birleştirmekte. Global Senaryo Grubu’nun kendi senaryosu Eko-komünalizm’in arkasında duramaması, gerçek bir Büyük Geçiş’in gerektirdiği adamakıllı bir sosyal dönüşüm meselesinden kaçınmaya çalışan bu perspektife tuz biber ekmektedir.
Sonuç, sonuna kadar çelişkili bir gelecek vizyonudur. Özel şirketler sadece ve sadece bir tek hedefi olan kurumlardır: kâr arayışı. Onları tamamen farklı ve ters sosyal hedeflere yöneltme fikri, 1950’lerde kısa bir süreliğine ortaya çıkan ve gerçekliğin insafsız ışığında yitip giden “vicdan sahibi şirket”in çoktan gözden düşmüş nosyonlarını çağrıştırmaktadır. Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması’nın getirdiği birçok değişiklik bir sınıf devrimini zorunlu kılmakta. Ancak senaryoda bunun izi bile yok. Onun yerine Global Senaryo Grubu yazarları bir tür büyü yapmaya soyunarak üretim ilişkilerindeki kökten değişikliklerin değerlerdeki değişime eşlik etmesi (hatta bazen onu sollaması) gereğini reddediyorlar. Politika Reformu Senaryosu’ndakinden aşağı kalmayacak şekilde – bizzat Büyük Geçiş raporunda işaret edildiği gibi – “Servet Tanrısı” eninde sonunda tüm toplumun devrimci dönüşümü gerçeğinden kaçmaya çalışan, değer yargısı tabanlı bir Büyük Geçiş’i ezecektir.
Basitçe ifade edecek olursak, benim iddiam, adını hak eden bir global ekolojik devrimin ancak daha geniş bir sosyal – benim kanımca sosyalist – devrimin parçası olarak gerçekleşebileceğidir. Böyle bir devrim eğer hakiki bir Büyük Geçiş’e layık eşitlik, sürdürülebilirlik ve insan özgürlüğü için uygun koşulları yaratacaksa,
şüphesiz gücünü çalışan nüfusun ve global kapitalist hiyerarşinin en altındaki cemaatlerin mücadelelerinden alacaktır. Marx’ın ısrarla belirttiği gibi, insanın doğayla metabolik ilişkilerinin birleşmiş üreticilerce akla uygun düzenlenmesini gerektirecektir. Zenginlik ve insan gelişimine kapitalist toplumdan bambaşka gözlerle bakmalıdır.
Böylesi bir sosyal ve ekolojik devrimi tasavvur ederken, Marx’ın yaptığı gibi antik Epiküryen kavram “doğal zenginlik”ten ilham alabiliriz.(3) Epikür’ün Temel Doktrinler eserinde gözlemlediği gibi, “Doğal zenginlik hem sınırlıdır hem de kolaylıkla elde edilebilir; aylak hayallerin serveti sonsuzdur.” Sorun yaratan elinleşmiş zenginliğin doğa dışı, sınırsız karakteridir asıl. Benzer şekilde, Vatikan Söylevi olarak anılan konuşmasında da açıklıyordu Epikür: “Hayatın doğal ereği cinsinden ölçüldükte, yoksulluk büyük zenginliktir; sınırsız zenginlik ise büyük bir yoksulluk.” Doğal sınırlar ve sürdürülebilirlik ortamında yeşeren bir özgür insani gelişim zenginliğin ve bereketli, çok yönlü bir varoluşun gerçek temelidir; dizginlenmemiş zenginlik arayışı ise insan fakirleşmesinin ve ıstırabının asli kaynağı. Elbette böyle bir doğal afiyet arayışı – yapay ihtiyaçlar ve uyarıcıların aksine – kapitalist toplumun anti-tezi ve sürdürülebilir bir insan topluluğunun önkoşuludur.
Dolayısıyla bir Büyük Geçiş, Global Senaryo Grubu’nun ihmal ettiği senaryonun, Eko-komünalizm’in özelliklerine sahip olmalıdır. Karl Marx’ın en orijinal ve ekolojik ardıllarından biri olan William Morris’ten, Gandi’den ve Epikür’e kadar geriye doğru giderek diğer radikal, devrimci ve materyalist şahsiyetlerden ilham almalıdır. Hedef, harap edici zenginlik (sermaye) birikimi dürtüsünden arınmış, insan ihtiyaçlarına ve gücüne endeksli sürdürülebilir topluluklar yaratmak olmalıdır.
Marx’ın yazdığı gibi, yeni sistem “toplulukların özyönetimiyle başlar” (Marx and Engels, Collected Works, Volume 24 p. 519; Paul Burkett, “Marx’s Vision of Sustainable Human Development” Monthly Review, October 2005). Ekolojik bir uygarlık yaratılması toplumsal bir devrimi gerekli kılar; Roy Morrison’un açıkladığı gibi “topluluk topluluk …. bölge bölge” aşağıdan örgütlenmesi gereken bir devrim. Temel insan ihtiyaçlarını – temiz hava, kirlenmemiş su, güvenli yiyecek, sağlık, toplumsal taşımacılık, herkese sağlık hizmeti ve eğitim, tüm bunların olması için de dünyayla sürdürülebilir bir ilişki – tüm diğer ihtiyaç ve isteklerin önüne koymalıdır. İnsan ilişkilerinde bu kadar devrimci bir dönüşüm mümkün görünmeyebilir. Ancak mevcut kapitalist sistemin herhangi bir zaman dilimi için sürmesinin imkânsız olduğu er geç ortaya çıkacaktır – eğer insan uygarlığı ve bildiğimiz şekliyle yaşam ağı varlığını sürdürecekse.
Notlar:
(1) Global Senaryo Grubu’nun Büyük Geçiş raporunun yazarları Paul Raskin, Tariq Banuri, Gilberto Gallopín, Pablo Gutman, Al Hammond, Robert Kates ve Rob Swart’tır.
(2) Marx’ın Kapital’deki analizlerinin büyük kısmı )p ya da artı-değerin nereden geldiğini araştırır. Bu soruyu cevaplamak için ona göre, mübadele sürecinin ötesine geçip kapitalist üretimin gizli dehlizlerine inmek gerekir ki, orada da artı-değerin kaynağının sınıf sömürüsü sürecinde bulunabileceği apaçıktır.
(3) Marx’la Epikür ilişkisi için bkz. John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi (Epos Yayınları, 2001)
J.B. Foster’in bu yazısı Uğur Günsür tarafından Türkçeye çevrilmiştir
Bu makale çevirisi http://ozguruniversite.org/ adresinden alınmıştır