Yeni bir düzenin yerleştirilmesi için eski düzenin düzensizliğe ve karmaşaya sürüklenmesi gerekir. Türkiye’de böyle bir karmaşanın yaşandığı ve siyasal erkin kendisine tevdi edilmiş olan görevi başarıyla yerine getirdiği görülmektedir. Bu durumda şu iki soruyu sormamız gerekiyor: (1) Niçin ve nasıl bir düzen değişikliği isteniyor? (2) Bu senaryoda siyasal erkin rolü nedir? Bu soruların ikisine birden […]
Yeni bir düzenin yerleştirilmesi için eski düzenin düzensizliğe ve karmaşaya sürüklenmesi gerekir. Türkiye’de böyle bir karmaşanın yaşandığı ve siyasal erkin kendisine tevdi edilmiş olan görevi başarıyla yerine getirdiği görülmektedir. Bu durumda şu iki soruyu sormamız gerekiyor: (1) Niçin ve nasıl bir düzen değişikliği isteniyor? (2) Bu senaryoda siyasal erkin rolü nedir?
Bu soruların ikisine birden yanıt ararken, sosyolojik açıdan var olan tabloya şöyle bir bakalım. Toplumda her kurum ve birey kendisini kurtarmaya çalışmakta ve böyle bir kurtuluş çabasının bütüne zarar verebileceğinden dolayı uzun dönemde kendisinin de zarar görebileceğini düşünmemektedir. Sosyologların ”çözülen toplum” olarak niteleyebilecekleri böyle bir toplumsal yapıda bireyler ya da kurumlar arasındaki yatay çıkar ilişkileri hiçbir şekilde dikkate alınmadığı gibi, aynı birey ya da kurum açısından dönemsel çıkar çatışmaları da miyopik bir görüş içinde kaybolmaktadır. Kurumlar ve/veya bireyler arasındaki çıkar algılamasının zayıfladığı ve yok olduğu, diğer bir deyişle kuralsızlaş(tırıl)an toplumlarda bireyler düzensiz atomlar şeklinde davranarak kendilerine ve çevreye zarar verirler. Kuralsızlaştırılan ya da kurallardan uzaklaştırılan bireysel dokular yeni kural arayışında başat kuralın ağına boyun eğerler. Küreselleşmenin emek piyasasında uyguladığı ”kuralsızlaştırma-yeni kurala uyumlama” projesine analojik olarak, sosyolojik alanda da ”normsuzlaştırma-yeni norma uyumlaştırma” stratejisi uygulanmaktadır. Böylece, toplum yeni düzene uygun şekilde yeniden giydirilmektedir (redressing). Bu süreçte başat operasyon, toplumun normsuzlaştırılması ve başat norm kılıfına doğru sürüklenmesini sağlamaktır.
1923-1929 döneminin liberal uygulamasının öğretisi üzerine oluşturulan devletçilik politikalarının ulusal burjuvazi yaratmaya mı, yoksa sosyalizme geçişe mi yönelik olduğu tartışmalarında genellikle birinci görüş ağırlık kazanır. 1950 kırılmasıyla ülke kaderinde netleşen kapitalist patikanın uğrak yerleri de oluşturacağı sonuç da daha o zamanda belirlenmiş oldu. Nitekim, ithal ikameci montaj emperyalizminin sonucu da kriz idi, finansal liberalizmin sonucu da kaçınılmaz olarak kriz olacak idi. Ekonominin uğrak yerleri ve yaşanan sonuçlar bu kader çizgisinin hattı içindedir ve böylesi yürüyüşün hâkim sorumlusu sistemdir. Bu yürüyüşü yağlayan hizmetkâr siyasetçiler ulusal burjuvazinin emrinde ekonomiyi güdülerken, aksak- topal yürüyen kalkınma ile halkı uyutuyorlardı. Ekonomi yıllar boyunca doğal olarak büyüyordu, ama gerçekleştirilen büyüme hem nicel olarak potansiyelin altında, hem de kalite olarak düşük düzeyde idi. Bu süreç kapitalizmin eşitsiz büyüme kuralının ve merkez ülkelerin çevreyi denetleme politikalarının sonucunda oluşuyordu.
Dünya kapitalizminin yeni sömürgecilik düzeninde ulusal ekonomi yeniden şekillendirilirken, toplumsal düzeyde de buna uyumlu yeniden yapılanmaya gidilmektedir. Karar merkezleri dünya düzeyinde merkez ülkelere kayarken, ulusal düzeyde de, buna paralel olarak, toplumun genelinden sermayeye ve bu kanalla dış odaklara kaymaktadır. ”Kamu yararı” artık toplumun çoğunluğu ile değil, sermaye ve burjuvazi ile ilgili bir kavrama dönüşmüştür.
Dünya kapitalizmi çevreyi çökertirken halklara verilecek narkoz, açıktır ki, uzun dönemde çevrenin bilincini köreltecek fakat merkezi rahatsız etmemekle beraber çevreye müdahale gerekçesi oluşturacak nitelikte olmalıdır. Bu amaca yönelik olarak, çevre halklarını birbirleri ile çatışmaya itecek ya da sulh dönemlerinde dincilik-tarikat ağları içine hapsedecek politikalar oluşturulmaktadır. Bu bağlamda ne toplumların ılımlı-İslamlaştırma politikaları, ne de tarikatların yükselmesi rastlantısaldır. Merkezden yayılan bu politikalar çevre toplumlarının siyasetçileri tarafından halklara yayılmaktadır. Çoğunluğu Müslüman olan toplumların ve iktidarı ele geçiren kadroların giderek radikalleşmeleri dünya kapitalizminin gelişme çizgisine uygundur ve bu gelişme merkez kapitalizme hizmet etmektedir.
Kapitalizmin küreselleşme aşamasında kuralsızlaştırılan (normsuzlaştırılan) toplumların önünde iki seçenek vardır. Savrulan toplumların önündeki birinci seçenek, halkların aleyhine olarak, kapitalizmin yeni sömürgecilik kılıfını giymeye boyun eğmek, ikinci seçenek ise, halkların çıkarı doğrultusunda yeni sömürgecilik kılıfını reddederek sol politikalara yönelmektir. Bu seçeneklerin ışığı altında savrulan Türkiye’deki siyaset tartışmalarını da gelecek hafta tartışalım.
Gelecekteki parıltının bir ayağını da ezilen emekçi kadınlar oluşturacaktır. Kutluyorum!
Cumhuriyet 07.03.2006