Geçtiğimiz günlerde İstanbul Sarıyer Derbent mahallesinde yıkım ekipleri ve çevik kuvvet polisleriyle mahalle halkı arasında sert bir çatışma yaşandı. Yaşanan bu gelişmeler artık şaşırtıcı değil. Daha öncede özellikle İstanbul başta olmak üzere bir çok kentte “Kentsel Dönüşüm Politikaları” adı altında uygulamaya sokulan yıkım ve eski mahalle sakinlerinin kent dışına sürülmesi politikası bu sahneleri sık sık […]
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Sarıyer Derbent mahallesinde yıkım ekipleri ve çevik kuvvet polisleriyle mahalle halkı arasında sert bir çatışma yaşandı. Yaşanan bu gelişmeler artık şaşırtıcı değil. Daha öncede özellikle İstanbul başta olmak üzere bir çok kentte “Kentsel Dönüşüm Politikaları” adı altında uygulamaya sokulan yıkım ve eski mahalle sakinlerinin kent dışına sürülmesi politikası bu sahneleri sık sık görmemize neden oluyor.
Buraya kadar her şey normal. Olması gerektiği gibi. Yani evleri yıkılmak istenenlerin direnişi, polisin şiddet kullanarak direnişi bastırma çabası.
Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ertuğrul Özkök Derbent mahallesindeki direniş üzerine bir yazı yazarak, okuduğunuz bu yazının başlığını da kendisi buluvermiş yazısının içinde.
Özkök “İzinsiz, kanunsuz inşa edilmiş binalarının yıkılmasına karşı direnen gençler, kanuni yoldan yapılmış binaları taşlıyor.” Diye korkuyla bağırıyor. Ve ekliyor “Önceki gün, “Derbent Güzelleştirme Derneği’nden” atılan o taşlar, hepimizin evlerinin camlarını indiriyor” İşte korkunun asıl kaynağı da bu. Özkök gecekondulu gençlerin hırsızlık, kapkaççılık yapmalarının anlaşılabilir olduğunu ancak düzgün yapılmış sitelerde oturanların evlerinin taşlanmasının bir felaketin habercisi olduğunu yazıyor.
Özkök’e göre yoksul gençlerin hırsız, kapkaççı olmaları önemli değil. Bütün dünyada var böyle şeyler ve bir şekilde polisiye önlemlerle sınırlandırılır. Ancak, zenginlerin yaşadığı sitelerin camlarını kırmaya başladığın zaman işte o zaman bu tavır alış biçimi açıktan sınıfsaldır. Özkök bir gün villasının camlarının kırılabilme ihtimalini iyi görmüş. Akıllı adam vesselam. Ve kendi burjuva sınıf tavrını hemen koymuş. “Sosyal bir tsunaminin” geldiğini hükümete duyuruyor. Kendisinin de ideologluğunu yaptığı neo-liberal yıkım politikalarına kaşı alttan alta biriken toplumsal öfkelerin artık kabına sığmadığını Özkök’te görüyor.
Barınma Hakkı
Özkök’e göre 30-40 yıldır aynı konutlarında oturanlar, belediyeden elektrik, su, kanalizasyon, çöp vb. hizmetleri alanlar, emlak vergilerini, çöp vergilerini, asfalt vergilerini vs. ödeyenler kanunsuzlar oluyor.
Ülkemizde, yeni sömürge kapitalizminin ilk büyük gelişme evresi olan 60’lı ve 70’li yıllarda gelişen sanayinin emek ihtiyacı, köyünden koparılıp kentlerin emek piyasalarının içine atılan yoksul köylülerle çözüldü. Kente gelen bu yeni işçiler konut ihtiyaçlarını bütün yıkım ve aşağılama çabalarına karşın büyük ve kanlı mücadeleler ile (bütün yeni sömürgelerde olduğu gibi) Türkiye’ye özgü bir biçimde çözdüler. Başka da çareleri yoktu. Zaten kentlerde yeterli konutta yoktu, olanlara ise ücretleri yetmiyordu. Bu sosyal bir zorunluluktu. Polisiye önlemlerle önlenemezdi. Önlenemedi de.
Eski kuşak bu gecekondular, kentlerin merkezini çepe çevre sarmıştı. Kapitalizmin gelişmesi bu konduları kentin merkezinde bıraktı. Çevre, merkez olmuştu ve bu toprak değerliydi. Kentin yeni gelişen tüketim ve ticaret imkanları nedeniyle 30-40 yıl göz yumulan özgün konut sorunu çözme yöntemi olan gecekondular yıkılmalı ve kent dışına atılmalıydı. Ayrıca kapitalizm sadece işçi kitleleri üretmiyordu, yeni gelişen orta sınıflara yaşam alanları da açılmalıydı.
İlk önce İstanbul’da olduğu gibi kentin iki ucuna kent içindeki küçük-orta sanayi işletmeleri için Tuzla ve Çorlu hattına organize sanayi bölgeleri inşa edildi. İkinci adım merkezle bu organize sanayi bölgeleri arasında kalan gecekonduların içine modern siteler inşa ederek gecekondu deryasının içinde burjuva kaleler yapıldı. Şimdi ise mevcut gecekondular “kentsel dönüşüm politikası” adı altında yeni oluşan “çevreye” doğru sürülüyor. Bu yeni varoş ise 70 li yılların bahçeli şirin gecekondu mahallelerine değil de Latin Amerikanın teneke evlerine daha çok benziyor.
Çevrede çalışanlar orda da oturmak zorundadır!? Böylece hırsızlık kapkaç vs. gibi tehlikelerde çevrede kalır. Yanı başında lüks konutlar gören eski gecekonducuların sınıfsal kinleri de çevrede kalır. Merkez, Mobese sistemleri ile güvenlik şirketleriyle ve benzeri şekillerde korunur. İstenen Brezilya Favela’larında olan gibidir. Sonunda yoksulun kent merkezine girişi yasaklanır. Kendi dünyalarında istediklerini yapabilirler. Soygun, hırsızlık, kapkaç, cinayet. Ama merkeze girmeyeceksin. Brezilyada olduğu gibi sokak çetelerine üye gençler, gizli polis teşkilatı tarafından beşer onar katledilir. Geçtiğimiz günlerde İzmir’de 15 sabıkalının faili meçhul şekilde öldürülmesi akıllara Brezilyadaki bu durumu getiriyor.
Barınma hakkı, emekçinin kendisine ve ailesine sağlıklı yaşanabilir bir konut sağlama hakkı en temel insan haklarındandır. Aynı nitelikli parasız eğitim ve parasız sağlık hakkı gibi. Yeni sömürgeciliğe geçiş sürecinin bir sorunu olarak 60’lı 70’li yıllarda konut sorunu devrimcilerin yardımı ve “planlamasıyla” çözüldü. 80’ler ve 90’lar da bunun yerini arazi mafyaları, hemşericilik vs. aldı.
Barınma Hakkı İçin Mücadeleye
Bugün ise neo-liberal sömürü politikalarıyla beraber bizzat yeni sömürgeciliğin kendisinden kaynaklanan bir sorun olarak konut sorunu Türkiye’nin önünde duruyor. 60’lar ve 70’lerde Çarpık da olsa gelişen bir sanayi alt yapısı için kentlere gelen yeni işçi kitleleri bir şekilde işini buluyor ve gecekondu ile de konut sorununu çözüyordu. Oysa şimdilerde sanayisizleşme ve tarımda yıkım politikalarıyla kentlere fırlatılan milyonların ne iş bulma imkanı var nede konut. Ama yinede gelecekler…bir umutla.
Önümüzdeki dönem toplumsal mücadelelerdeki konut sorunu, geçmişin gecekondu kolaycılığıyla çözülemeyecek kadar karmaşık görünüyor. Geçmişte ki yoksulun kendi tarafından mülkiyet hakkıyla çözülen konut (gecekondu) sorunu, bugünün Türkiye’sinde sağlıklı yaşanabilir konut talebinin bizzat sistemin kendisinden talep edileceği, mülkiyet hakkı olarak olmasa bile yaşamı boyunca oturacağı “kullanım hakkı olarak konut” talebinin de sınıf mücadelesinin gündemleri arasına konulması gerektiği açıktır. Barınma sorunu olan yoksullar kendi özgün yöntemleriyle gecekondularıyla da sorunlarını çözmeye ve evlerini savunmaya da devam edecekler.
Özkök gibileri yeminli halk düşmanları oldukları için onları ikna etmeye çalışmak boşunadır. Onlar patronlarının da ortak olduğu banka ve inşaat şirketleri aracılığıyla kentsel rantın mortgage vb. uygulamalarla büyük sermaye gruplarına aktarılmasının çığırtkanlığını yapıyorlar. Özkök, evleri yıkılan yoksulların, yanı başlarında duran lüks konutlara yönelen şiddetinin sınıfsal içeriğini gayet iyi gördüğünden önlem almaya çağırıyor. Polisiye önlemler dışında ise söyleyebileceği hiçbir şey yok. Çünkü bu durumu bizzat o ve onun gibiler yaratıyor.