Geçen hafta, maalesef, araya 14 Mart Tıp Bayramı’nın gireceğini düşünemeden, bu hafta yazının devamını sürdüreceğime söz vermiş olmama rağmen izninizle, Tıp Bayramı vesilesiyle söz verdiğim konuyu önümüzdeki haftaya erteleyeyim. **** 14 Mart ”Tıp Bayramı” nın kökü, 179 yıl evvel, 14 Mart 1827 tarihinde İkinci Mahmut tarafından, Osmanlı döneminde ilk sağlık eğitim ve uygulama kurumu olan […]
Geçen hafta, maalesef, araya 14 Mart Tıp Bayramı’nın gireceğini düşünemeden, bu hafta yazının devamını sürdüreceğime söz vermiş olmama rağmen izninizle, Tıp Bayramı vesilesiyle söz verdiğim konuyu önümüzdeki haftaya erteleyeyim.
14 Mart ”Tıp Bayramı” nın kökü, 179 yıl evvel, 14 Mart 1827 tarihinde İkinci Mahmut tarafından, Osmanlı döneminde ilk sağlık eğitim ve uygulama kurumu olan ”Tıbhane-i Âmire ve Cerrahhane-i Âmire” nin açılışına dayanır. Aradan geçen 179 yılda, doğal olarak, bazı ilerlemeler sağlanmış olmakla beraber, veri kaynaklarla, sağlık hizmetlerinde arzulanan düzeye gelindiği iddia edilemez.
Bilindiği üzere, sağlık hizmetleri birbirini tamamlayan iki alanda yürütülür. Birinci alanda koruyucu sağlık hizmetleri, ikinci alanda ise tedavi edici sağlık hizmetleri yer alır. Kamusal finansmanla sunulan koruyucu sağlık hizmetleri, yararı tüm çevreye yayılan kamusal niteliktedir. Tedavi edici sağlık hizmetleriyle ilgili yaygın kanı ise bireysel esasta sunulabilen bu hizmetlerin, bazı yaygın bulaşıcı hastalıklar dışında, özel nitelikli olduğu yönündedir.
Koruyucu sağlık hizmetleri ile tedavi edici sağlık hizmetleri birbiri ile ters ilişki içindedir. Kamusal nitelikli koruyucu sağlık hizmetlerinin arttırılması, özel nitelikli görülen tedavi edici sağlık hizmetlerine olan talebi kısabilir. Ancak, koruyucu sağlık hizmetlerinin kamusal alanda sunulması, buna karşın tedavi edici sağlık hizmetinin özel alana çekilmesi, özellikle gelir düzeyinin düşük ve gelir dağılımının bozuk olduğu ekonomilerde koruyucu hekimliğin ihmal edilmesine ve tedavi edici hizmetlerin öne çıkarılmasına neden olabilir.
Tedavi edici sağlık hizmetlerinin genellikle piyasada sunulabilir özel hizmet olarak görülmesi teknik açıdan olduğu kadar, adalet açısından da fevkalade yanlış bir yaklaşımdır. Zira, tedavi edici sağlık hizmetlerinin genel niteliği piyasa işlemine tabi diğer hizmetlerinkinden çok farklıdır. Bir defa, hastalık, bireyin iradesi dışında ortaya çıkan bir tür risktir. Böyle bir riskle karşılaşan asimetrik bilgiye sahip hasta, kendisini hiç bilmediği alanda bilgi ve beceri sahibi olduğunu düşündüğü doktora teslim eder. İkinci olarak, sağlık hizmetlerine olan talep bireyin tercihi ya da olanakları doğrultusunda zaman içinde ayarlanamayacağı gibi, hizmetin alınması ertelenemez de. Hiç bilinmeyen bir nedenden ya da beklenmeyen bir koşul ve zamanda birey hasta olabilir, hasta olan birey ise tedavi gereksinimini erteleyemez. Üçüncü olarak, birey tedavide fiyat-nitelik ayarlaması yapamayacağı gibi, tedavi sonucunda bireyin sağlığına kavuşacağı da garanti edilemeyebilir. Bazı ağır hastalıklarda yoğun tedaviye rağmen yaşamın noktalanması kaçınılmaz olabilir. Bu ve benzeri nedenlerle hasta-doktor ilişkisinde genellikle hasta yönetilir, doktor ise yönetir konumdadır. Hasta ile doktor arasındaki ilişki bir tür kamusal hizmet ilişkisi olmaktan çıkarılıp ”müşteri hasta” – ”satıcı doktor” alışverişine dönüştürüldüğünde, hastanın hizmete ulaşmasında olduğu kadar, doktorun da hastayı seçme ve yönlendirmesinde yanlış ilişkiler öne çıkabilir ve bunun tetiklenmesinde hastanın maddi olanakları temel belirleyici olabilir. Bu durum sağlık hizmetlerinin genel düzeyini düşürebileceği gibi, bireyler arasında da adaletsizliklere neden olur. Tedavi edici sağlık hizmetlerinde hasta-doktor ilişkisinin sağlıklı kurulabilmesi için hasta müşteri olarak görülmemeli ve hizmetin sunumu ve finansmanı, özel sigortalarda olduğu gibi hastanın ödediği prime değil, bireylerin ekonomik güçlerine göre devlete ödeyecekleri vergi ile finanse edilen kamusal fonlara bağlanmalıdır.
Kamusal hizmet haline getirilen sağlık hizmetlerinin yükü, düşük özlük hakları ve angaryalar yolu ile sağlık personeline ve sağlık kurumlarına yıkılmamalıdır. Kamu hizmetlerinin maliyeti gerçek boyutuyla hesaplanmalı ve bu yük tüm topluma adil olarak dağıtılmalıdır. Sağlık personelinin özlük hakları alternatif gelirlerine göre saptanmalı, hizmetle ilgili araç ve malzemede israfa gidilmemesi gereğinin yanında, kaliteden fedakârlık da yapılmamalıdır.
Sağlık hizmetlerinin kamu alanından piyasa alanına çekilmesinde ve hizmet sunumunun bireylerin ekonomik gücüne bağlanmasında kapitalist sistemin başat amacı olan, varsıl ve yoksul kesimler arasındaki yük paylaşım mekanizmasının parçalanması ve sermaye üzerindeki yükün hafifletilmesi yanında, piyasayı doğal ihtiyaçların ötesinde genişletmek yatmaktadır. Türkiye’nin küreselleşerek ‘Yeni Dünya Düzeni’ ne uyma yolu böyle olsa gerek!
Cumhuriyet 14.03.2006