Tarih 4 Temmuz 2003. Yer Kuzey Irak Süleymaniye kenti. Pencere açıldı, Bilaloğlan, piştov patladı Varın bakın, ş(k)anlı da Polat, yine kimi hakladı?* Son bir yıldır ABD Genelkurmay Başkanı’ndan CIA, FBI başkanına kadar üst düzey Amerikalılar Türkiye’yi yol ettiler. Bu geliş gidişlerin İran’a yönelik askeri operasyonun hazırlıklarıyla ilgili olduğu artık herkesin bildiği bir gerçek. Ancak herkesin […]
Tarih 4 Temmuz 2003. Yer Kuzey Irak Süleymaniye kenti.
Son bir yıldır ABD Genelkurmay Başkanı’ndan CIA, FBI başkanına kadar üst düzey Amerikalılar Türkiye’yi yol ettiler. Bu geliş gidişlerin İran’a yönelik askeri operasyonun hazırlıklarıyla ilgili olduğu artık herkesin bildiği bir gerçek. Ancak herkesin bildiği bir gerçek daha var ki, Türkiye’de Amerikan karşıtlığı hızından çok bir şey kaybetmedi.
Her ne kadar, İran’a bir operasyon için ABD’nin ihtiyaç duyduğu lojistik desteğin Türkiye üzerinden sağlanmasına, büyük ihtimalle TBMM by pas edilerek başka yollardan yardım yataklık edilecekse de, bunun için bile, kamuoyundaki Amerikan karşıtlığının bir şekilde ve olabildiği kadar soğurulması gerekiyor. Bu nedenle, ”derin” bir yerlerde mevzilenmiş o malum ‘vatanperver’ kamuoyu mühendisleri halka yönelik psikolojik harekatın zamanının geldiğine karar vermiş olmalı ki manipülasyon girişimleri gelmeye başladı.
Gerçekle baş edemezsen sinemasını yap
Bunun mekanizmalarının nasıl işlediğine ilişkin akademisyenler arasındaki teorik tartışmalar hiç kesilmese ve herkesçe kabul edilen olgunun nedenine birbirini çürüten rakip açıklamalar getirilse de, olgunun kendisi, yani, ticari (kitlesel) sanatın kitlelerin manipülasyonu için son derece etkili bir araç olduğu gerçeği konusunda kimsenin kuşkusu yok. Dünya üzerinde 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ABD hegemonyasının kurulmasında ve sürdürülmesinde Hollywood’un ”eğlencelik” ürünlerinin, Pentagon’un silahlarından, State Department’ın diplomasisinden ve Wall Street’in mali sermayesinden hiç geri kalmayan stratejik bir rol oynadığını da bilen biliyor.
Öyle önemli stratejik bir roldür ki bu, zavallı masum Hollywood, çoğu zaman ABD emperyalizmin yukarıda sayılan diğer (resmi) organlarının beceriksizlikleri ve çuvallamalarının yarattığı pisliği bile temizlemek zorunda kalmıştır.
Hatırlayalım ve hatırlatalım: ABD işgal orduları ne zaman yenilgiye uğrasa Hollywood, sonuçta kayıp verilse de oyunun iyi oynandığını, aslında yenilginin de yenilgi olmadığını anlatan şatafatlı bir sinema filmi yapar ve Amerikan halkının ihtiyacı olan gazı verir. Vietnam yenilgisinin acısını yenilgiden 10 yıl sonra yaptıkları “Rambo” filmleriyle, 11 Eylül saldırısının yarattığı güvenlik şokunu ünlü “24” dizisiyle, Somali’deki yedikleri şamarın acısını da “Kara Şahin Düştü” filmiyle çıkarmaya çalıştılar.
Siz istediğiniz kadar yenin, nasıl olsa filmini biz çekeriz
Sözü ”bizim” Polat’a getirebilmek için şu Rambo üzerinde biraz daha durmak zorundayız. Zorundayız, çünkü her ne kadar daha Amerika keşfedilmeden önce imparatorluklar kurmuş daha eski bir uygarlığın ahfadı olsak da, modern kapitalizmin bütün gerekleri gibi -çok partili demokrasi, askeri darbeler, şirketler hukuku, devlet yönetimi, resmi ideoloji, psikolojik savaş, az miktarda İngilizce, askeri eğitim ve donanım, polis teşkilatının reorganize edilmesi, soruşturma (?) teknikleri ve aletleri, akademik mevzuat, fast food, ketçap, zayıflama diyetleri, kontrgerilla, toplum mühendisliği, kredi kartları, borçlanma, borç yönetimi, ekolojik kirlenme, gerçek ya da hileli iflas, borsa ve borsa manipülasyonu, epilasyon, estetik ameliyat, saçı sarıya boyama, sarı sendikacılık, anti-aging, medya ve medyanın kullanımı, yoga, zen budizm, güvensizlik, mafya, kayıt dışı ekonomi, ticari sanat, kontrollü şiddet, genelleştirilmiş cinnet ve daha bir çok şey gibi- sinemacılığı da esas olarak Amerikalılardan öğrendik.
Rambo, o şişkin kaslı, biraz eblehçene de olsa sert bakışlı, kodu mu oturtan delikanlı, aslında gerçek bir delikanlı değil, ağır bir travmaya uğramış, kendine güvenini yitirmiş bir toplumun ideolojik birliğini yeniden sağlamak, ezberi bozulmuş, pusulası şaşmış bir halkı egemenlerin istediği yönde ve egemenlere lazım olduğu kadar tedavi etmek için yaratılmış bir psikolojik eczacılık ürünüydü.
Amerikan halkına ezberini şaşırtan, kısa bir süre için de olsa düzeni ve hakim ideolojiyi sorgulamaya zorlayan travma neydi? Cevabı basit: Gücünün doruğundaki süper güç ABD, Güney Asya’da yoksul bir ülkenin yoksul, yarı aç ve kötü silahlanmış savaşçılarına yenilmişti.
Öyle bir yenilgiydi ki bu, ABD’nin askeri ve siyasi eliti on yıl boyunca, büyük ölçekli yeni askeri maceralara atılma cesaretini bulmakta ve bu tür maceralar için olmazsa olmaz halk desteğini sağlamakta zorluk çekecekti.
Kriz zamanlarında kahramanlara ihtiyaç artar ve gerçek dünyada kahraman bulunamıyorsa ticari sanat kahramanlar üretir.
Böylece Rambo geldi, düşmanı (sanal dünyada) yendi. Ve beyaz perdedeki müthiş performansıyla Vietnam savaşına birinci elden tanık olmamış yeni nesil Amerikan gençliğine, bir kaç yıl sonra kitleler halinde Irak’a gitmek ve orada küçük gruplar halinde azar azar ölmek için gereken ideolojik gazı bir ölçüde de olsa verdi.
Ve fakat bu arada, gerçek hayatta bu süper askerleri, bu tam teçhizatlı mükemmel ölüm makinelerini yenen ve kuyruklarını kıstırdıkları gibi geldikleri yere dönmeye mecbur eden o ufak tefek, kara kuru, yarı aç yarı tok adamların ne menem savaşçılar olduğu sorusu gürültüde kaynadı gitti. (Adamlar karate biliyorlardı abi, hem Sovyetlerden de silah alıyorlardı). Bu soru, ordusu dağıtılmış, ekonomisi mahvedilmiş, görünüşe göre hiçbir direnme olanağı kalmadan teslim alınmış Irak’ta Amerikalıların karşısına yeniden çıkacaktı (Adamlar fanatik abi, hem el Kaide’den de destek alıyorlar).
Ve Polat girer ya da Hollywood yapar da Yeşilçam yapamaz mı
1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesinden sonra gerilen Türk-Amerikan ilişkilerinin ardından yaşanan, Genelkurmay’a bağlı subay-astsubaylarından oluşan 11 kişilik özel birliğin başına çuval giydirme olayının üzerinden 3 yıla yakın bir zaman geçti. Bu zaman zarfında çuval olayının yarattığı travma ve yankıları çok konuşuldu.
Çuvallamadan bu yana çuvalın acısını örtbas etmek için kimi senaryolarda yazılmadı değil. 19 Mayıs 2004’te Kokpitepe denilen Irak-Türkiye sınırında bir bölgede yaşanan bir olay, 5 Haziran 2004 tarihli Referans gazetesinin haberiyle gündeme bomba gibi düşmüştü. Yazılana göre, Türkiye sınırını geçen Amerikan askerlerinin komutanı albaya Türk birliğinin albayı tarafından kafasına çuval geçirilmişti. Genelkurmay haberi, aynı gün yalanladı.
4 0cak 2006’da, bu olay yeniden gündeme getirildi. Bu sefer Hürriyet gazetesinin yürüttüğü psikolojik harekatla, olay yerinde bulunan emekli Albay Aziz Ergen’in ağzından yeni bir senaryo yazılmıştı. ABD’li Albay Martin Rollinson’a çuval geçirilmemiş ama çırılçıplak soyulmuştu. Aziz Ergen “çuval az gelirdi, çırılçıplak soydum” demekteydi. Bütün bu anlatılanların da gerçeklikten çok fantezi aleminde cereyan etmiş olduğu, olay yerindeki korucu başı İhsan Ediş’in anlatımlarıyla ortaya çıktı.
Uzun süre Türkiye’de de görev yapan ve çok iyi Türkçe konuşabilen ABD’li Albay Türk-Amerikan Konseyi’nce ödüllendirilirken, Albay Aziz Ergen erken emekliye sevk edildi. ABD-Hürriyet gazetesi ortak yapımı psikolojik harekat başarısız olmuştu. Çuvalın intikamı alınamamıştı. İlginç olan, bu olay ilk gündeme geldiğinde derhal açıklama yapıp yalanlayan Genelkurmay’ın bu se
fer sessiz kalmasıydı.
İşte ”bizim” Polat’ın misyonu tam da burada ortaya çıktı. ABD’ye verilmesi gereken karşılık verilememişti ve sömürge ülke adamı kişiliksizliğiyle de verilemeyecekti. Nasıl ABD emperyalizmi gerçek hayatta ne zaman duvara toslasa bunun yarattığı travmanın sanal tedavisini Hollywood üstleniyorsa, Yeşilçam’ın da ”devletinin ve milletinin” hizmetine koşacağı zaman gelmişti.
Türk kahramanı küreselleşiyor
Polat Alemdar bir yeni sömürge ülkesinde gerçek hayatta çok rastlanan ezik ve yenik bir kişiliklerden değildi. O, çelimsiz yapısıyla Rambo’ya taş çıkartan, istihbaratçı-Mafya kırması vatansever Türk’tü. “Bir Türk dünyaya bedeldi” ve Kuzey Irak’ı Amerikalılarla Kürtlerin başına geçirip gelecekti.
Malkoçoğlu(Cüneyt), Battalgazi, Tarkan filmlerinden aşina olduğumuz bu tipleme ve retorik ülkemizde yıllarca faşist alt kültürün (belki de üst kültürün bile) ideolojik hatta teorik beslenme materyalleri oldular. 70’li yıllardaki eziklik, siniklik kendini bu kahramanlarda tatmin edecek bir karaktere dönüşmüştü. Ama şimdi Polat var. O eski zamanların ilkel savaşçısı Malkoçoğlu Cüneyt değil! Teknolojinin tüm imkanlarından yararlanmış 10 milyon dolarlık bir adam. Kolay değil, 70’li yılların filmlerinde bir Murat 124’ü bile feda edemeyen Yeşilçam, şimdi milyon dolarları Polat’ın imalatına harcıyor. Aynı anda çeşitli ülkelerde yüzlerce sinema salonunda da gösterime giren Kurtlar Vadisi-Irak’ın, ABD’de de bir galasının yapılması düşünülüyor. Geliştik, kalkındık, muasır medeniyetler seviyesine ulaştık herhalde…
AKP’nin Polat Alemdar sevgisi
Kurtlar Vadisi-Irak filminin öncülü Burak Turna-Orkun Uçar ikilisinin yazdığı Metal Fırtına adlı romandı. Amerikan karşıtlığıyla dikkat çeken kitap “ulusalcı” çevrelerden yoğun eleştiri almıştı. Çünkü kitapta, Türk Ordusu ABD ordusu karşısında 1 hafta bile dayanamadan yeniliyor ve haftasında Amerikan askerleri Ankara’da Türk kadınlarına tecavüz ediyordu. Kitabın tanıtımı AKP binalarında yapılıyordu.
Metal Fırtına’nın açtığı yoldan sahneye giren Kurtlar Vadisi’nin de (filmin yapımcıları ve baş rol oyuncusunun tarikat bağlantılarıyla ilgili spekülasyonlar bir yana) AKP’nin gündemi arasında sıkı örtüşmeler olduğu görülebiliyor.
Filmin ilk seyircisi ne hikmetse Başbakan Tayyip Erdoğan oldu. Özel isteği üzerine Tayyip Erdoğan’a ve aile efradına özel bir gösterim ayarlandı. Erdoğan filmden çok memnun kaldığını, beğendiğini açıkladı. Reklamlarını izleyen emekli generaller ise üsteğmenin intiharının doğru olup olmadığını, şehit sayılıp sayılmayacağını, ailesine emekli maaşı bağlanıp bağlanmayacağını tartıştılar. Filmin galası ise Amerikan askeri kılığına girmiş figüranların bilet kestiği bir salonda büyük bir şatafatla yapıldı.
Tayyip Erdoğan’ın ve diğer AKP’lilerin film hakkındaki olumlu görüşlerini tüm kamuoyu öğrendi. Ancak TSK’nın ne dediğine dair hiçbir açıklama yok. Filmin giriş sahnesinde “Atalarıma layık olamadım” diyen üsteğmen Süleyman Aslan’ı o duruma düşüren çatışma emrini vermeyen amirleri değil mi? Dolayısıyla Genelkurmay bu konuda zan altında kalmıyor mu? Çünkü olaydan sonra Genelkurmay açıklamalarında “iyi ki askerlerimiz itidalli davranıp silah kullanmadı, yoksa sonuçları çok kötü olurdu” demedi mi? Neyse ki Polat var. Hepsinin kafasına kurşunu sıktı!…
Filmin finansmanın da İslamcı-tarikatçı desteğinin olduğunun kamuoyuna yansıdığı düşünüldüğünde AKP’nin inceden Genelkurmay’a bir gol daha atmış olduğu söylenebilir.
Polat Amerikan karşıtı değil abi, gözünü seveyim idare et
Filmin işlevini ve AKP’nin bu konudaki resmi görüşünü açıklayan Abdullah Gül oldu: “Bu film Türk-ABD ilişkilerini zedelemez. Öyle olduğunu zannetmiyorum. Amerika’da da böyle çok filmler var. Türkiye’de de var… Bu filmdir, senaryodur. Senaryolar hayali olur, gerçekçi olur, bazen belgesel olur, bazen belli olaylara atıfta bulunurlar. Önemli olan neticede toplumlar, ülkeler arasında düşmanlık tohumlarının atılmamasıdır.”
AKP’nin (iktidara gelirken bol bol yararlandığı şimdiyse, ”Büyük Ortağın” izniyle kabul edilebilir sınırlarda, iç tüketim amacıyla terbiye edilmiş şekliyle korumaya çalıştığı) Amerikan karşıtlığıyla, Kurtlar Vadisi’nin ”anti Amerikan” söylemi arasında çarpıcı paralellikler var. Bu paralellik ”çıkarlarda ve ticarette birlik, söylemde serbestlik” sloganıyla ya da ”anlarsın ya abi, milleti uyandırmamak için sana biraz atıp tutmak zorundayım, gözünü seveyim idare et” anlayışıyla özetlenebilir.
Bir gazetenin haberine göre, paralellik, daha filmin resmi web sitesinin giriş sayfasında bile ayan beyan. Sitede, ‘Amerika’da Yaşama Fırsatı’ başlığıyla yer alan bir duyuruda ABD vatandaşı olabilmek için her yıl çekilişler yapılan ‘Green Card’ (Yeşil Kart) başvuru formu dikkat çekiyor. Duyuruya bir tık yapanlar, ‘Rüyalar ülkesi Amerika’ya kapağı atabilmenin ilk adımını atmış oluyor. Alaturka Amerikan karşıtlığı da böyle olsa gerek. Yerli Rambo-Polat da tıkladı mı acaba?
Filmde Amerikan-Kürt ittifakına ve Kürt liderlerin işbirlikçiliğine, Ortadoğu’nun tüm mazlum halklarını satışına yapılan göndermeler de, 60 yıllık Amerikan-kurt ittifakını, Gladio’nun tetikçiliğini, Nato’nun kurşun askerliğinin üstünü örtmeye çalışan bir zavallılığının ürünü.
Filmin konsept danışmanı eski solcu Soner Yalçın’ın katkılarından olsa gerek sol alt kültüre ait kimi söylemler de filmde kullanılmış. Amerikalı albayın Polat’a söylediği “don lastiğinizi bile biz veriyoruz” lafı, bariz biçimde solun bir zamanlar Amerikan sömürgeciliğinin ülkemizdeki boyutlarını açıklamak üzere kullandığı sözdü.
Sonunu düşünmeden emperyalistlerle oynaşırsan ancak gülünç olursun
1 Mart tezkeresi ABD’de infial yaratmıştı. Amerikan halkının düzenin yedeklediği kesimi Türklere ve Türkiye’ye karşı hiç de hoş duygular beslemiyordu. Çuval olayı, yüreklerine su serpti. Türklere dersleri verilmiş, tezkerenin intikamı alınmıştı. Çuvalın ardından Wall Street Journal’da Robert Pollock’un “Avrupa’nın Hasta Adamı” yazıyla başlayan Türkiye’deki anti-Amerikancılığın bitirilmesi gerektiğini söyleyen yazıdan bu yanaysa psikolojik harekatın değişik merhalelerinden geçtik.
Kokpitepe olayı Amerikan basınında ciddiyetle yer almazken, Pollock’un yazısı Türkiye’de olay yarattı. ABD’nin Kokpitepe’yi kendi kamuoyuna yansıtmadan Türkiye içi bir gaz verme olarak bırakması, bu işin ABD-Türkiye ortak yapımı olduğunu gösteriyor. Yani ”biz kendi kamuoyumuzu askerlerinizin başına çuval geçirip rahatlattık. Size de çuval değil, ama çuvalın mealiyle kamuoyunuzu rahatlamak düşüyor” demiş olabilirler. Yoksa Pollock’un yazısı hatırlandığında, bu Kurtlar Vadisi filmi için ABD’lilerin çıngar çıkarması gerekmez miydi? Nedir bu sessizlik? Hatta, Hollywood desteği…
Yoksa psikolojik harekatın vermek istediği mesaj şu mu: “Ey Türk milleti Amerika’ya Kokpitepe’de çuvalın karşılığını verdik, Kurtlar Vadisi-Irak’ta ile dünya aleme rezil ettik. Ödeştik… Artık barışabiliriz. Artık kardeş kardeş İran yollarına düşebiliriz.”
Ulusal onurumuzu kurtarma seferleri, Türkiye halkının emperyalizme olan öfkesi yedeklenerek ve başkaca milliyetçi hassasiyetlerin manipülasyonu ile mümkün bir durum. Anti-emperyalist tepkiler ve milliyetçi öfkeler sinema salonlarına gömülerek ruhuna fatiha
okunmak isteniyor. Ancak, keser döner sap döner, gün olur hesap döner.
Ezop’un iyi bilinen bir hikayesidir: Bir insanla bir aslan arkadaş olurlar ve insanların bir şehrine gelirler. Şehrin ana meydanında elleriyle bir aslanın çenelerini ikiye ayıran görkemli bir adamın heykeli vardır. Heykele bakan aslan bıyık altından gülerek şöyle der: “Biz aslanlar heykel yapmasını bilseydik gerçekte işlerin nasıl olduğunu herkese gösterirdik.”
Sinema salonları, dağıtım ağları, kameralar, medya ve iletişim araçları, kısaca söz, yetki ve iktidar bir gün emekçilerin, mazlum halkların eline geçerse, gerçekte işlerin nasıl olduğunu hepimiz göreceğiz. O zamana dek, Rambo ve Polat beyazperdede icra-i sanat eylemeye, egemenlerin mesajlarını ezilenlerin beynine çakmaya, psikolojik harekatları hedefine ulaştırmaya devam edecek.
*Güncel bir değişiklikle bir Rumeli türküsü