Almanya Parlementosu Sol (Parti) Fraksiyon Başkanı Oskar Lafontaine’nin Uluslararası XI. Rosa-Luxemburg- Konferansı’nda Yaptığı Konuşma’yı Sol Parti içerisindeki tartışmalara ışık tutması için yayınlıyoruz. 19-20 Ocak 2005; http://www.jungewelt.de/2006/01-19/004.php) Çeviren: M. Sezai Durgun Sol nedir? Sevgili arkadaşlar bu konferansa davet edildiğim için hepinize teşekkür ederim. Sol Parti ve WASG’ın Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki gelişimiyle ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak üzere […]
Almanya Parlementosu Sol (Parti) Fraksiyon Başkanı Oskar Lafontaine’nin Uluslararası XI. Rosa-Luxemburg- Konferansı’nda Yaptığı Konuşma’yı Sol Parti içerisindeki tartışmalara ışık tutması için yayınlıyoruz.
19-20 Ocak 2005; http://www.jungewelt.de/2006/01-19/004.php)
Çeviren: M. Sezai Durgun
Sol nedir?
Sevgili arkadaşlar bu konferansa davet edildiğim için hepinize teşekkür ederim. Sol Parti ve WASG’ın Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki gelişimiyle ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak üzere burada bulunmaktan mutluluk duydum. Bu yeni politik gruplaşmanın çıkış noktasında konumumuz ile ilgili düşüncelerimizi hatırlamak, zannedersen iyi olacaktır.
En azından 20 yıldan beri Federal Almanya Cumhuriyeti’nde neoliberal bir politikaya sahibiz. Bu neoliberal politika ülkemizi derinden değiştirdi. Son yıllarda sol aşırı şekilde geri çekildi, keza sendikalar da öyle ve bir daha karşı bir hareketin olup olamayacağı sorusu vardı. Federal parlamento seçimleri için WASG ve Sol Parti, PDS’in birbirlerinden ayrı olarak seçimlere gireceklerini, sonuç olarak da her iki partinin yüzde 5 seçim barajını aşamayacakları, Kuzey Rehn Westfalya seçimlerinden sonra bazı yorumlar yapıldı ve söylendi. Bazı görüşmelerden sonra seçimlere birlikte girmeye karar verdik. Ve hedefimiz siyah-sarı (ç.n. sağ) koalisyonunu engellemek ve kırmızı-yeşil (ç.n. SPD ile Yeşiller arasındaki) yalan paketini sona erdirmekti. Her iki hedefimize de ulaştık. Ama ulaştığımız yüzde 8,7’lik sonuç rahatlamamız için bir neden oluşturmuyor. Bu sonuç daha çok, bize oy veren seçmenlerin gelecekte bizden ne istediklerini düşünmemizi gerektirecek bir görevdir.
Elde edilen bu seçim sonucunun iyi bir sonuç olduğu ve Federal Hükümetin politikalarına karşı bir protesto olduğunu söylersem bu doğrudur – buradakilerin bir çoğununda da katıldığı yaptığımız büyük mitingleri düşündüğümde – ama bilindiği gibi bu protestoların bir sürekliliği yoktur, çok çabuk unutulurlar. Esas soru bu hareketi yükseltmek ve devam ettirmek için ne yapılmalıdır. Bundan bir önceki ve şimdiki hükümetin yalnızca bozuk icraatlarına dayanarak ret etmek şeklinde yeni grubu tanımlamanın doğru olmayacağı kanısındayım. Zannedersem biz, pozitif toplum ütopyasına tutunmalıyız. Ben bunu daima aydınlanma ütopyasına bağlıyorum. Yönelmemiz gereken özgür ve eşit bir dünya toplumu, ben bu ideale inanıyorum ve ulusal sol gruplarda buna yönelebilirler. Ve Federal Almanya Cumhuriyetinde bizlerin buna bir şeyler katması gerektiğine de inanıyorum ki, biz, Willy Brandt’ın dış politikasına bağlı, sosyal ve ekonomi politikalarında her insanın yardıma muhtaç olmadan onuruyla yaşadığı şekilde düzenleyeceğimiz ve içinde gerçek demokrasinin geliştiği bir devlet olmalıyız.
Kavramların Arkasındaki Sorular
Sol nedir? Bunu bugün neoliberalizme karşı gelişmekte olan direnç hareketi olarak tanımlayabiliriz, çünkü neoliberalizm insan onuruna saldırıdır, çünkü neoliberalizm demokrasiye saldırıdır, ve neoliberalizm sosyal adalete ve sosyal devlete saldırıdır. Eğer bu böyle çözümlenip neoliberalizmin son yıllarda hangi ilkeleri takip ettiği göz önünde tutulursa ancak o zaman kolayca karşıt kurgu geliştirilebilir. Neoliberalizmi belirleyen kavramların bozma/düzensizleştirme, özelleştirme, demokrasinin enkazlaştırılması olduğuna inanıyorum. Eğer bu kavramların neoliberal davranış biçimini karakterize eden kavramlar olduğu üzerine uzlaşılırsa o zaman solun görevi karşıt kavramları ortaya çıkarmaktır. Düzensizleştirme değil, düzen istiyoruz. Özelleştirme değil, kamu sektörünün genişletilmesini istiyoruz. Biz sadece demokratikleşme değil, toplumumuzun sosyal demokrasisinin genişletilmesini istiyoruz.
Eğer biz bu hedefleri önümüze koyuyorsak bilelim ki, sonuç itibarıyla bunun pratik politik adımlarla bir ilgisi olmadığını, bunun aynı zamanda tinsel bir çatışma da olduğunu daha başından tanımlamak zorundayız. Biz neoliberalizmin kültürel hegemonyası altındayız. Yeni sol, neoliberalizmin kültürel hegemonyasını azar azar zayıflatmayı ve gittikçe artan şekilde Federal Almanya Cumhuriyeti’nde tartışmaya katkı yapmayı, devrinden kavrayan ve uzun evreli kalan neoliberalizmin kültürel hegemonyasını kırmayı kendine ödev edinmelidir. Ben daima şöyle söylüyorum: Kapitalizm yalnızca emeği yabancılaştırmıyor, dili daha da çok yabancılaştırıyor ve dolayısıyla düşünceyi de yabancılaştırıyor. Ve biz büyük bir bariyerin/engelin önünde takılı kalıyoruz ve biz bu engele belki de son yıllarda hiç dikkat etmedik.
Düşüncelerimi daha iyi açıklamak için üç örnek zikretmek istiyorum: Son yıllardaki reform politikalarında kullanılan merkezi kavram ücret dışı ödemeler/katkı payları (ç.n. yan veya sosyal ödemeler) kavramı oldu. Bütün partiler politikalarının odak noktasının ücret dışı ödemeleri/katkı paylarını düşürmek olduğunu açıkladılar. Son hükümet de ücret dışı ödemelerin düşürülmesi gereğini söyledi durdu. Ve eğer Almanya’daki basın-yayın dünyası göz önüne getirilirse ücret dışı-sosyal ödemelerin azaltılmasını talep eden her gün yüzlerce yorum okuduk, dinledik. Bu durum kapitalizmin dile nasıl hükmettiğinin, bu dilin bütün herkes tarafından nasıl üstlenildiğinin ve yalnızca bu kavramla düşünüldüğünün klasik örneğidir. İçine bakıldığında çok açık görülür ama hiçbir emekli kendi emekli maaşının ücret dışı yan ödemelerinden geldiği düşüncesine varamaz. Düşünmeye devam edersek bir hastanın hastalık masraflarını ödeyebilmek için şimdi önceden ödediğim katkı paylarına ihtiyacım var diyeceğini ve bu düşünceye varacağını da düşünemiyorum. Ve işsizlerin, aldıkları paranın işsizlik parası I veya II, o korkunç terimi bir kez daha hatırlarsak, ücret dışı ödemelerden/katkı paylarından oluştuğunu söyleyeceklerini düşünemiyorum bile. Bu kavramın tek taraflı yani iş verenlerin veya kapitalistlerin çıkarını yansıttığı açıkça görülmektedir. İşte bu yüzden ücret dışı ödeme/katkı payı paralarının emeklileri, hastaları, işsizleri, bakıma muhtaç olanları ilgilendirdiğini göstermek çok faydalıdır. Ve eğer ücret dışı ödemeler/katkı payları en basit anlamıyla Almanca’ya çevrilirse Federal Parlamentoda sol fraksiyon dışında bütün partilerin merkezi programatiği anlamına gelir yani: Emeklilerin, hastaların, bakıma muhtaçların ve işsizlerin parası kısılacak ve bununla da son yılların genel politikasına son nokta koyulacak.
Kapitalizmi Konuşmak
Neoliberal hegemonyanın merkezi kavramlarından ikincisi iş pazarının esnekleştirilmesidir – son yılların en korkunç kavramı. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin gelecekteki reformlardan uzman görüşüyle fikir beyan eden herken şunları işitiyoruz: Çok esnek iş pazarına ihtiyacımız var. Sadece bizde değil, bütün Avrupa’da işsizliği azaltmak, tekrar büyümeyi sağlamak ve istihdamı artırmak için neler yapabiliriz sorusu sorulduğunda alacağınız cevap iş pazarının esnekleştirilmesidir. Burada da çeviri yardıma koşuyor: İş pazarının esnekleşmesi demek daha az iş güvencesi demek, çalışma zamanı ise saatin döndüğü her an ailevi, sosyal ve kültürel geleneği dikkate almamak demek ve bir avroya kadar düşecek daha az ücret demektir. İş pazarının esnekleşmesi, bu anlama geliyor. Almanya’daki doğum oranlarıyla ilgili konuda kamu oyunda açıkça yapılan tartışmalar için ben hep şunu söylüyorum; ölmekte olduğumuz korkusu her tarafı sarmış olup, artık bu olguyla yüzleşme zorunluluğu vardır ki, bir halkın doğum oranı o halkı yönet
en hükümetin sosyal politikalarına ve iş pazarı politikalarına verilen cevaptır. Diğer bir ifadeyle, eğer bizim doğum oranlarımız düşüyorsa, hatta Avrupa’nın en düşük doğum oranına sahipsek, öteki Avrupa ülkelerinden daha fazla, en hafif ifadeyle, sosyal ve iş pazarı politikalarımızda daha fazla hata yaptığımız anlamına gelir. Ailelerin orada veya burada devletten özel ödemeler alması daha fazla çocuk yapmalarının nedeni değildir. Bunun en basit ve kesin olan sebebi söz konusu iş pazarı esnekliği olup daha az sayıdaki genç insan aile kurmakta ve daha az çocuğa karar vermekteler. Kim gelecek aylarda banka hesabında daha az para olup olmayacağını bilemezse evlenemez, dolayısıyla dünyaya çocuk da getiremez.
Reform politikalarının üçüncü merkezi sözcüğü küreselleşmedir. İleride yapacağımız tartışmalarda bu sözcüğün yerine kapitalizm sözcüğünü kullanma çağırısı yapıyorum. Eğer bu yapılırsa – Ben de görece sık sık küreselleşme ve buna bağlı olarak ücret dışı-yan ödemeler sözcüğünü, eski konuşmalarımda içeriğine dikkat etmeksizin, kullandığımı çok geç fark ettim. – Eğer küreselleşme sözcüğünün yerine kapitalizm sözcüğü kullanılırsa anlamda hiçbir değişiklik olmadığı tespit edilecektir. Küreselleşmenin, tam da bu sözcükle gerekçelendirilen genel olumsuz göstergesi olarak hepimizin eleştirdiği; bu tür bir sistemin genişlemeyi zorladığı, sınırları aştığı, bütün önceki eski bağlarını kopardığı daha iyi görülecektir. Öyleyse biz her şeye rağmen küreselleşmeyi kapitalizm olarak adlandıracağız. – Böyle bir adlandırma, insanın safını doğru olarak belirlemesini kolaylaştırıyor.
Koruyucu Yasalar
Demin söylediğim gibi neoliberalizmin merkezi sözcüğü düzensizleştirme/deregülasyondur. Ondan bahsedildiğini sık sık duyuyoruz ve tekrar tekrar okuyabiliriz. Düzensizleştirme/deregülasyon sözcüğünü sosyalizmin klasiklerinden biriyle değil, Aydınlanmanın düşünürü olan Rousseau ile açıklayacağım. Bir keresinde şöyle diyordu: Özgürlük baskı yaptığında, kuvvetli ile zayıf arasındaki ilişkide yasa özgürleşticidir. Rousseau’nun bu tarihi sözünü bir kez daha tekrar ediyorum, çünkü gelecekte yapacağımız bir çok şey için bu bir davranış yönergesi olacaktır: Yasa kuvvetli ile zayıf arasında özgürleştiricidir (ç.n. koruyucudur). Özgürlüğün baskı yaptığı sırada, zayıf kuvvetliye karşı iddiada bulunmak, özgürlük içinde yaşamak istiyorsa yasaya ihtiyacı vardır, çünkü kuvvetliler dediklerini yaptırır ve zayıfları sıkıştırırlar. Eğer dünya politikalarına bir kez olsun dönülüp bakılırsa ve eğer bizim sosyal güvenlik yasalarımıza, iş güvencesi ve diğer yasalarımıza bir kez olsun yeniden bakılırsa, hep aynı ilkeyle karşılaşırız: Bugün kuralların ortadan kaldırılması, yasaların iğdiş edilmesi kuvvetliye yaramakta ve zayıfı daha da zayıflatmaktadır. – Öyleyse biz bunun tersini yapmak zorundayız. Ulusal ve uluslararası kuralların zayıfların lehine uygulanması için bastırmak zorundayız – ancak o zaman pratik politikanın içerisinde oluruz.
Uluslararası »Terörizm«
Bugün, sayın Merkel’le sayın Bush’un terörizme karşı ortak savaşta mücadele işbirliği üzerine sohbet ettiklerini tekrar duyduk. Geçenlerde sizin savaşınız bütün uluslararası terörizme karşıdır diyerek Alman Parlamentosunda bir provokasyon yaptım. Gerçekte, terörizmin ne olduğunu şimdiye kadar söylemeyerek görevlerini hiçe saymaktalar. Ne olduğunu söyleyemeyecek durumdaysak, bilemediğiniz bir şeye karşı nasıl savaşılır? Terörizmin ne olduğunu tanımlamak için biraz zahmet etmiş olsaydınız, ancak o zaman olguyla yüz yüze gelebilirdiniz, yaptıklarınız eğer doğrudan terörizm değilse bile davranışlarınız ona çok yakındır. Burada terörizmin kapsamlı bir tanımını yapmayacağım, ancak yapmış olsaydım iyi olacaktı, benim için en azından düşüncenin nirengi noktası şöyledir: Politik hedefe ulaşmak için suçsuz insanların öldürülmesi. Ama bu ilke dünyanın yalnızca bir parçası için değil, tüm dünya için geçerlidir. Örneğin eğer biz bir savaş yapıyorsak ve bu savaşta sayısız suçsuz insan ölüyorsa, o zaman bunun adı devlet terörizmidir. Bu, bütün açıklığı ile söylenmek zorundadır.
Sizler gelecek haftalarda da, aylarda da, dış politikayı meşrulaştıran konuşmalarda hiç kimsenin terörizmden ne anladığını söyleyecek durumda olmadığını göreceksiniz. Bu durum şu an yalnızca aktif politika yapanlar için geçerli değil, aynı zamanda yazar çizer takımı için de geçerlidir; medyada tezlerini gerekçelendirenler için daha da geçerlidir. Kavramlar arasındaki ilişkiyi tanımlama zahmetine girmeksizin her yerde bunları birbiriyle ilişkilendiriyorlar. Buraya gelmemin bir nedeni de zaten Jungen Welt’in [Genç Dünya]: Afganistan’dan veya Irak’tan bahsedildiğinde Amerikan Birlikleri değil, İşgal birlikleri şeklinde yazmasındandır.
Eğer Rousseau’cu düşünceye tekrar dönersek ve onu sol için bağlayıcı maksimum davranış olarak tanımlarsak, ancak o zaman dış politikada insan haklarına gerekli özeni göstererek devreye girebiliriz. Eğer batılı devletler dikkatli davransalardı, dış ve dünya politikası bambaşka şekilde görünürdü. Her tür sol dış politikanın acil koşulu insan haklarına saygıdır. Bu ilke, Yugoslavya için geçerliydi ve hala geçerlidir, Afganistan için de, Irak için de, güncel bir konudan söz edersek İran için de geçerlidir. Batılı devlet topluluklarının İran’a karşı takındıkları tutum inanılmaz! Bütün devletler atom silahlarının sınırlandırılması antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşmanın çok açık kuralları var, bütün imzacı devletlerin bu kurallara uyması gerekmektedir. Batılı devletlerin politikaları, atom gücüne sahip olan devletlerin, -imzaladıkları gibi- atom silahlarının sınırlandırılması antlaşması dahilinde atam gücü olmaları, tam anlamıyla denetlenmesi ve silahsızlandırılmaları görmezden gelinirken; diğer yandan antlaşmaya göre izin verilen teknoloji İran’ın elinden alınmak veya yasaklamak isteniyor. Bu anlayışla uluslar arası ağır dış politika sorunlarında bir uzlaşıya varılamaz. Biz tam bundan 20 yıl önce Federal Almanya Cumhuriyeti’nde atom karşıtı hareketler içindeydik. Eğer bir nükleer silahsızlanma olacaksa, bunun ancak bütün devletlerin katılımıyla sağlanabileceğini ısrarla vurguladık. Arap ülkelerinin ve başka diğer pek çok ülkenin dış politikaları tek süper güç olma yolunu bu öğretiye göre algılıyor: Eğer senin ülken petrol ve gaz rezervlerine sahipse, atom silahına sahip olmadığın müddetçe saldırı riski altındasın. İşte bu yüzden tek bir yanıt vardır; Yakın Doğu’da nükleer silahlardan arındırılmış bir bölgeye ihtiyacımız vardır. Şimdiki nükleer güçler, ama bu bütün herkes için geçerli olmak üzere, nükleer silahlardan arınma antlaşması hükümlülüklerine uygun olarak denetlenmeli ve tam anlamıyla silahsızlandırılmalıdır.
Sol Politikanın Ana Çizgileri
Askeri işgallerle dış politika alanıyla ilgili değerlendirmelerimi, zaman kısıtlığı nedeniyle şimdi kesiyor ve uluslararası ekonomik gelişmelere dönüyorum. Rousseau’cu kurallar burada da yol göstericidir. Solun çok ihmal ettiği dünyadaki iki temel yapısal değişiklik üzerinden neoliberalizm genişleme alanı buldu. Bunlardan biri Bretton Woods’un sabit kur sisteminin çökmesi, diğeri kapital trafiğinin/sermayenin dolaşımının serbestleştirilmesi yani uluslararası finans pazarının/piyasalarının düzensizleştirilmesidir/ deregülasyonudur. Benim şimdiye kadar anlattığım bu çözümlemelerden hareketle, solun tekrar devreye girip uluslar ar
ası finans pazarlarını yeniden bir düzene oturtma (reregülasyon) zorunluluğu vardır. Bunun anlamı sabit kur sistemine yeniden dönüş ve sermayenin dolaşımının tekrar denetim altına alınması zorunluluğu olup, aksi taktirde her gün daha büyük spekülasyon balonları ortaya çıkacak, patlayınca da yine en zayıf devletleri vuracaktır. Buradan hareketle iktisadi durumumuzun bu günkü düzeye erişmediği ilk evrelerde yaptığımız gibi, şimdiki zayıf devletlerin de iktisadi kurallara ihtiyacı olduğu düşüncesi kabul edilmelidir. Zayıf devletlerin gümrüğe ihtiyacı olup, özerk üretim inşa edebilmek için gümrük koymaya hakları da vardır. Bütün endüstri ülkeleri bir zamanlar böyle yaptılar, neden şimdi bu koruma zayıf ülkelerden esirgenmektedir? Zayıf devletlerin ürünlerini almayan/engelleyen ve henüz böyle gümrüklere sahip olanların gümrüklerini yıkmak için de her şeyi yapan kuvvetli devletlerin oluşturduğu bir dünya ekonomik düzenine onların ihtiyaçları yoktur. Bu, tam anlamıyla sapkınlık! Adaletli bir ekonomik düzen için acilen kavgaya girilmesi gerekiyor.
AB Anayasasına Hayır
Avrupa düzlemindeki gelişmeler için de birkaç kelime söyleyeceğim. Avrupa Anayasası’nın Fransa’da reddedilmesine az da olsa katkıda bulunduğum için kıvanç duyuyorum. Fransızların ve Hollandalıların hayır demeleri Avrupa düşüncesinin reddi anlamına gelmez. Hollandalıların ve Fransızların Hayır’ı anayasaya sokulmak istenmiş olan ücret, sosyal, vergi dampingi gibi uygulamaların Avrupa politikası haline getirilmesine “hayırdı”. Böyle bir politikayı kabul etmemiz asla mümkün değildir. Sol, bir taraftan uluslar arası düzeyde sermayenin serbest dolaşımının düzeltimi/kurallaştırılması ve sabit kur sistemi için uğraşmak, diğer yandan Avrupa düzeyinde de ücretlerin asgari standardının, sosyal yardımların, vergilerin ve çevrenin kurallaştırılması için devreye girmek zorundadır. Bu asgari standartlar olmaksızın Avrupa devletlerinin iyi bir birlikteliği olanaklı olamaz. Bu asgari standartlar olmaksızın üye ülkelerde yaşayan insanların Avrupa düşüncesine sıcak bakmaları da mümkün olamayacaktır. En sonunda adım adım daha fazla refah ve sosyal adalete ulaşmak ve birinin diğerini yok edercesine rekabet etmesini önlemenin garantisi, ancak bu asgari standartlara bağlıdır. Bu düşüncemizi; ücretleri daha fazla aşağıya çekmek için neoliberalizmin temel iddiasından başka bir şey olmayan Bolkestein projesine karşı yapacağımız protestolarda açıkça gösterebiliriz. Sol, direnç göstermek zorundadır. Parti içi tartışmalardaki karşıtlıklarımızı burada somutlaştırmak için şunu söylemek istiyorum: Avrupa anayasasını yürürlüğe geçirmek için tekrar harekete geçilirse sol partinin katılımı olduğu eyalet hükümetlerinde bu anayasayı reddetmek için direnmeli, söz konusu eyaletteki koalisyon ortaklarımızı her fırsatta red yönünde ikna etmeliyiz. Daha önce bahsettiğim kültürel hegemonyaya karşı bir yerlere ulaşmak istiyorsak daha önümüzde çok çok uzun yollar var. Hepimizi tahakkümü altına alan korkunç dil bariyerlerini kırmak için – işte bu yüzden ben de kendi yanılgılarımı ortadan kaldırmaya çalışıyorum – daha uzun bir zamana ihtiyacımız var. Bir nokta için çaba gösterirsek belki bir şeylere ulaşabiliriz, bu doğru tanımlamada en önemli olana; yani inanırlığa. Bizim hedeflerimizi çok yükseklere koyma iznimiz yoktur. Ama bir kez temel noktaları ilan etmişsek, artık hükümetlerde ve parlamentoda bu temel noktalardaki pratik davranışlarımızda inandırıcı olmak zorundayız.
Neoliberal Düzensizleştirme (Deregülasyon)
Bununla Alman iç politikasına yani düzensizleştirmeye/deregülasyona dönüyorum. Düzensizleştirme demek; işten çıkarma korumasının ve toplu sözleşme anlaşmalarının yıkılması demektir. Düzensizleştirme demek, yalnızca geçici çalıştırmayı teklif etmek ve küçük işler ve taşeronlaştırmayı vb. elinin altında hazır tutmak demektir. – Burada söylediğim gibi eğer biri veya öteki burada söylenenleri onaylayamıyorsa -, bu önlemlere yandaş olanların da bu durumda ne yaptıklarını doğru olarak bilmedikleri ortadadır. Örneğin şimdilerde Federal Ekonomi Bakanı Glos’un, yüksek ücretlere karşı çıkarken bende bıraktığı izlenim, onun son yirmi yılda, sosyal yasalarda bizzat nasıl bir yıkım yapıldığını bilmediği şeklindedir. Özellikle Hartz IV yasasını, işten çıkarma yasalarını kastediyorum. Bir yıllık işsizlikten sonra Hartz IV’e başvurma durumunda olan, bunun kaygısını taşıyan işçilerin artık dirençlerini örgütleyemeyeceklerini ve her türlü şantaja açık hale geleceklerini göreceğiz. Bunun anlamı, son yılların büyük koalisyonunun – ki bu koalisyon birkaç aydan beri oluşturulmamıştır – yanlış sosyal politikalarının temelini oluşturan Almanya’da işçilerin ücretlerini her gün biraz daha aşağıya çekilmek ve işverene avantaj sağlamak yönündedir. İşte bu yüzden yeniden düzenlemeye ihtiyacımız var. Burada konuştuğum bu tartışmaları yalnızca her iki partinin içerisinde yapmıyorum, bizzat benim de içinde sıradan bir üye olarak bulunduğum sendikalarda da yapıyorum.
Bahsettiğim her ikisi de dâhil olmak üzere neoliberalizm Federal Almanya’da yalnız partilere bulaşmadı – bunu özellikle vurgulamak istiyorum – sendikalara da bulaşmıştır, çünkü, hastalığın gereği olarak ücretlerin her gün biraz daha aşağıya çekilmek zorunda olduğu düzensizleştirme sendikalar tarafından da kabul edilmiştir. Görece değil kesin rakamlarla İkinci Dünya Savaşından beri Federal Almanya Cumhuriyeti’nden ilk kez geçen yıl brüt ücretlerde düşüş yapıldı. Reel ücretlerin düşüşüne de on yıldan beri tanığız. Bu süreç devam etmektedir. Bunların nedenlerinden biri – bunun yüzünden burada sendikalardan bahsediyorum – emeğin birliğidir. Bu gerçekten saf haliyle Orwell’dir. Bu emeğin birlikleri – İflasın eşiğinde olan işletmeler olacak, sermaye birleştirmelerine uğraşılacak, işletmede çalışan işçilerden haklarından vazgeçmeleri istenecektir – bütün bunlar Federal Almanya Cumhuriyeti’nde doğrudan uygulamaya koyulmuştur. Örneğin Siemens ve Continental gibi hisse fiyatlarında kararlı şekilde kazanç marjları azımsanmayacak işletmeler dahi verdikleri sözleri tutmayarak işçilere şantaj uygulamaktadır. Biz bunu daha fazla kabul edemeyiz ve güçlüklerle dolu bu gelişmeleri durdurmak için sendikalar karşı stratejiler oluşturmak zorundadır. Ücret spiralini aşağıya doğru harekete geçirdiği sürece, emek için birlik emeğe karşı birliğe dönüşmektedir. Dünyada emek değerini ucuzlatarak ekonomik büyümeyi ve daha fazla istihdamı sağlayan hiçbir ekonomi yoktur.
Özelleştirme Politikaları
Şimdi özelleştirme kavramına geliyorum. Özelleştirme, demokrasinin çökertilmesidir – bundan söz edeceğim. Bu ama aynı zamanda insanların ve bütün halkın mülksüzleştirmesidir de. İlk önce tek tek insanların mülksüzleştirilmesine bakalım: Hartz IV’ün çok negatif sonuçları vardır. Federal Cumhuriyet’te gelinen noktayı bu yasa sağlamıştır. Bu kişiler -Kızıl Yeşil Hükümetin matadorları, bunlarla bu suçu işlediğim için burada bir kez daha utancımı ifade ediyorum – yani orada kararların alınmasında sorumlu olan kişiler, sol ellerini yumruk yapıp kaldırdılar ve dediler ki: “Bankaları boşaltın, Springer’i boşaltın” ve sonuç olarak yaşlı işçilerin fonları boşaltıldı. Böylece biz nereye ulaştık? Bütün bunlar işçi örgütlerinin gücünün ne kadar az olduğunu göstermektedir. Ne getirdiği ise biliniyor: Ortalama ücretli bir işçiden 60 000 Avro kesinti yapılır. Eğer bu ortalama işçi işsiz kalırsa ve 53 yaşındaysa bir yıl olmak üzere geri alacağı işsi
zlik parası 10 000 Avrodur. Sonra o, sosyal yardım kurumuna veya işçi bulma kurumuna gönderilir. Orada bugüne kadar edindiği her şeyi, hayat sigortasını, arabasını, başını sokacak evini ortaya dökmek, söz konusu işsizlik parası II’yi alabilmek için bütün bunları elden çıkarmak zorundadır. Buna rağmen her gün herkesin kendi sorumluluğunu kendisinin taşıması gereğini, herkesin kendi ihtiyarlığı için kendisinin sorumluluk taşıdığını söylüyorlar. Sonra da yılların birikimi olan parayı elinden alıyor, işçi bulma kurumuna göndererek onunla dalga geçiyorlar. Sevgili arkadaşlar bu sapkınlıktır!
Tabi belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi de bu kapsama dahildir. Sol, politikasını iki soru üzerine oturtuyor: Paylaşım ve özel mülkiyet sorunu. Bölüşüm sorunu asgari ücret ve artan işçi gelirleriyle ilgilidir. Özel mülkiyet sorusu içinse yalnızca şunu söyleyeceğim: Bankaları düzenleyip düzenlemeyeceğimiz veya Deutsche Bank’ı ve temel ham madde endüstrisini vb. devletleştirip devletleştirmeyeceğimiz soruları üzerinde konuşmaya bile ihtiyacımız yok, yerel hizmet sektörünün özelleştirmelerine, belediye meclislerinin hiçbir konuda karar alamayacak duruma gelmelerine, yaşlı gözlerle bakmaktayız. Koruma hakkının tekrar ihdas edilmesi, düzensizleştirme sürecinin tekrar dönüştürülmesine ve zayıflar için kuralların konulmasına işte bu yüzden sol çok dikkat etmek zorundadır. Devamla bu yüzden yerel hizmet alımlarının özelleştirilme süreci tekrar eski mecrasına döndürülmek zorundadır. Eğer suyun özelleştirilmesine başlanırsa, bu gerçekten sapkınlıktır. Böyle bir şeyden sonra ancak yalnızca şu söylenebilir: İnsanın yaşaması için bu tür temel bir elementi özelleştirenlerin kafasında birkaç tahta eksiktir. Bu durum barınma konusunda da geçerlidir. Berlin’de arsaların özelleştirilmesi işte bu yüzden bir hatadır. Ve bu hata Dresden şehrinde yine aynı şekilde iradından vazgeçerek arsaların özelleştirilmesinde de denenmektedir. Bu böyle devam edemez. Ciddi olarak toplumu sosyal donanımla donattığını söyleyenler, belediyelerde ve eyaletlerde kamusal sorumluluğun çekirdek elementlerini özelleştirmeye kalkamaz. Bu noktalar, yeni solun temel çizgisini oluşturmak zorundadır, aksi taktirde inandırıcı olunamaz.
Üzerinde çok tartışılan bizim hükümete katılıp katılmayacağımız sorusunu burada açıklık getirmek istiyorum. Bu benim için temelde evet veya hayır diye cevaplandırılacak bir soru asla olmadı. Benim politik hayatımın temelinde, eğer uzlaşmaya gidilecekse, hangi koşullar altında uzlaşılacağı sorusu daima önemli yer tutmuştur. Senin sınırın neresidir? Max Weber bir keresinde bir politikacının kalitesini şöyle tanımlamıştı; gelecekte sürekli olarak ne yapacağını söyleyip duran politikacılar belki söylediklerini yapabilecektir ama bir politikacının kalitesini bilmek istediğimizde, gelecekte asla yapmayacağı şeyleri söyleyen politikacılara bakmalıyız. Güvenirlik kazanmak için bu sol için de geçerli olup, biz gelecekte hükümete veya yerel yönetimlere katılırsak asla kamu hizmetlerini özelleştirmeyeceğiz. Bu bizim belirtmek zorunda olduğumuz, temel çizgimizdir.
Bankacılık sektörünün düzenlenmesi konusunda burada ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Bu tür taleplerde hangi gerçekçi bakış açısının olduğunu herkes biliyor. Avrupa’da bankacılık sektörü ile ilgili düzenlemenin üzerinden çok zaman geçmediğini burada söylemek istiyorum. Örneğin Fransa’da – Parti Socialiste 20 yıl önce hükümete gelmişti – mevduat faizlerinin devlet tarafından belirlenmesi sıradan bir şeydi. Şimdi hiçte ilgi çekici olmadığı söylenebilir ama yerel bazda çok ilgi çekici olurdu – daha henüz özelleştirilmemiş birkaç tane yerel bankanın/kasanın/sandığın olduğu yerde – sol için aşağıdaki skandalı gündeme getirmek istiyorum: Fakirlerin en fakirinin hesaplarındaki miktarı aştıklarında tefeci faizinin en yükseğini ödemek zorunda olduğu, küçük mevduat sahibi olarak durumu yerinde olanların yalnızca yüksek mevduat faizi almakla kalmadığı aynı zamanda da eğer kredi alırlarsa fakirlerin hesaplarını aştıklarında ödediği kredi faizinin çok daha azını ödedikleri bir faiz sistemi vardır. Yerel bankalar fakirden alıp zengine verme makinesi olmamalıdır. Eğer böyle olursa gerçekten özelleştirilebilirler. Hayır, onların görevi başkadır. Mevduat ve kredi faizlerinden işe başlanmak zorundadır.
Sosyalizm ve Demokrasi
Az önce Portekiz’den bir dostumuz (Aurélio Monteiro dos Santos, Portekiz Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi) sosyalizm ve komünizmden bahsetti. O, partisinin toplumun gelecekteki gelişmesinde daha fazla demokratikleşmesinin sosyal yapılandırma olmaksızın düşünemeyeceğini hep tekrar etti. Son on yılların veya son yüz yılın sol açısından hatalı gelişmeleri üzerine de konuşacağım. Sol yapılan hataları ve belki de sosyalizmden uzaklaşılmasına yol açan hususları tekrarlamayarak, kesintisiz demokratikleşmeye yönelinmelidir – bu konuda Portekizli dostumuzla aynı fikirde olduğumu özellikle vurgulamak isterim. – Benim için sosyalizm ve demokrasi birbirlerinden ayrılamazlar. Tam da, artık bir çoban yıldızı olan Rosa Luxemburg’u anma gününde söylemek istediğim şudur: “Özgürlük, daima başka şekilde düşünmenin özgürlüğüdür”. Biz, tarihin bu öğretisini asla unutmaya izinli değiliz!
Sevgili arkadaşlar, daha fazla zamanınızı almak istemiyorum. Zannedersem bizim programımızın hangi ilkeler doğrultuda geliştirilmesi gereği konusu bir ölçüde de olsa açıklığa kavuşmuştur. Bir çoğunuzun her şeye rağmen bu programın yanında olması beni sevindiriyor. Ama bir kez daha söylemek istiyorum: Uygulamada, parlamentoda, hükümette oportünist bir tavır takınmamalıyız, belirli bir çizgimiz olmazsa ilerleyemeyiz. İnanırlığı olmaksızın sol asla alan kazanamaz. Taraftarları çok, çok daha acımasız olurlar. Sağın inandırıcı olamaması, günümüzde olağan hale gelmiş olan seçimlerden önce yalan söyleyip, seçimlerden sonra tam tersini yapmasındandır. Eğer sol da böyle bir şey yaparsa inanırlığını yitirir ve bunun tekrar düzeltilmesi için yılların geçmesi gerekir.
Burada anlattıklarım, daha henüz tam biçimlendirilmemiş programdır. Gelecek yıllarda geliştireceğimiz politikaların hangi ilkeler doğrultusunda oluşturulacağı açıklığa kavuşturulmalıdır. Ve burada geçmişte hata yapmayan biri konuşmuyor. Bir çok uzlaşının ardından, daha sonra tekrar ortaya çıkıp soru soran biri konuşmuyor: Bu tür bir uzlaşmaya gitmek gerekli miydi? Her şeye rağmen geçmişten bir şeyi öğrendim – Ve 20, 30 öncesindeki barış, üçüncü dünya, çevre ve kadın hareketlerini hatırlıyorum. Bu tür hareketlerde belirli ilkeleri kabul etmenin hiçbir faydası yok, bilakis karşı direnci harekete geçirerek bu ilkeleri uygulamaya ve düşünceye geçirebilmek için daha fazla güçler eklemeliyiz. Veya başka şekilde formüle edersek: Yeni solu inşa etmek için Sol Parti ve WASG diğerlerinden kopmak durumundaydı, ben birlikte çalışmak için bir çoğunu da davet ettim, çünkü SPD’nin ve Yeşillerin düştüğü yere düşmek istemiyorsak bizim güce de ihtiyacımız var. Bir zamanlar gerçekten barış ve sosyal adalet için çalışan parti veya partilerden, bugün kamu haklarının telafisi için uğraşan ve sosyal devletin çökertilmesini isteyen partiler oluştu. Bu pozisyona asla düşmeyeceğiz ve bunun için birlikte hareket etmeliyiz.
çeviren: M. Sezai Durgun