Birkaç haftadır, coğrafyamız Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler ve dünyanın büyük egemen devletlerinin bölgeye diz çöktürme politikaları kendine bir yön arıyor. Dün olduğu gibi bugün de, büyük emperyal güçlerin ofislerinde konu, bölgemiz Ortadoğu. Diplomasi koridorlarında, Hamas’ın 25 Ocak 2006 tarihinde yapılan Filistin seçimlerinde elde ettiği başarı ve emperyalist devletlerin İran’a yönelik müdahale planları ekseninde şekillenen bölge siyaseti […]
Birkaç haftadır, coğrafyamız Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler ve dünyanın büyük egemen devletlerinin bölgeye diz çöktürme politikaları kendine bir yön arıyor.
Dün olduğu gibi bugün de, büyük emperyal güçlerin ofislerinde konu, bölgemiz Ortadoğu. Diplomasi koridorlarında, Hamas’ın 25 Ocak 2006 tarihinde yapılan Filistin seçimlerinde elde ettiği başarı ve emperyalist devletlerin İran’a yönelik müdahale planları ekseninde şekillenen bölge siyaseti tartışılıyor.
Hamas’ın Filistin seçimlerinde büyük bir başarı elde etmesi ve Batı egemen devletlerinin izafi bir şaşkınlığa girmeleri gerçekleri yansıtmıyor. ABD’nin liderliğinde, ve yandaşlarının da onayıyla, kamuoyuna Filistin sınırlarını aşan bir “Yol Haritası” olarak yansıtılan yeni süreçte, bölgesel entegrasyon planları Hamas ve bir diğer İslamcı örgütleri kapsayan yeni bir konsept çerçevesinde yürütülmeye çalışılıyor.
Onlar açısından sorun Hamas’ın ve diğerlerinin iktidara ya da yönetimlere ortak olması değil. Sorun, denetimden çıkmış bu yapılanmalarla bölgede ortak bir çalışmanın nasıl yürütüleceği ve bu yapılanmaların buna nasıl biat ettirileceğidir. Son dönemde bölge devletlerine yönelik siyasete bakıldığında, bölgeden türeyen istekler doğrultusunda şekillenen yeni taksim planları kaşımıza çıkıyor.
Yani Ortadoğu siyasetinin kaygan bir zemine çekilmesinde büyük rol oynayan emperyalist Batı, bölgenin girift siyasetinin yine kaygan bir zeminde devam etmesinden yana. 1916’ların dünya siyasetinde, Ortadoğu coğrafyasına Sykes-Picot’la dayatılan gizli haritanın bir benzeri mazlum bölge halkına bugün yeniden dayatılıyor. O dönemde olduğu gibi bugün de dünyanın ve bölgenin siyasal aktörleri arasında çirkin pazarlıklar devam ediyor. Bu aktörler bölge üzerinde oluşacak yeni düzenlemeler için birbirleriyle kıyasıya bir mücadele içerisindeler.
Emperyalist-kapitalist sistemin koruyucu ve vurucu askeri güçü olan NATO’nun, Ortadoğu’da aktif görev üstlenmesi için AB ile yürüttüğü görüşmeler, Almanya’nın Münih kentinde mazlum halklara gözdağı verilerek başladı. NATO toplantısının açılış konuşmasını yapan Almanya Başbakanı Angela Merkel, “NATO’nun AB ve ABD açısından ortak yeni tehditlerin tartışıldığı, siyasi ve askeri kararların koordine edildiği bir platform haline gelmesini ve İsrail’in var olma hakkını tanımayanların Almanlardan hoşgörü beklememesini” istediğini belirtiyordu. Ve ayrıca “İran’ın kırmızı çizgileri aştığını” söyleyen A. Merkel, İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinecad’ı Hitler’e benzeterek, İran’ın nükleer silaha sahip olmasını engelleyeceklerini vurguluyordu. Öte yandan var olan askeri harcamalarla yetinmeyen ABD’nin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “eğer güvenliğimizi sağlayacaksak askeri harcamaları artırmalıyız. ABD’nin ulusal gelirinin yüzde 4’lere varan bir oranını savunma giderlerine harcadığını” belirtiyor ve çoğu NATO ülkesinin bu harcamalarının yüzde 2’ye bile varmayışını eleştiriyordu.
Kısacası, emperyalist Batı İsrail’in güvenliğini sağlamak için, İran başta olmak üzere bölgeye yönelik baskılarını yoğunlaştırıyor. Dün Yugoslavya ve Afganistan’da olduğu gibi, bugün de Ortadoğu’da ortak hareket etmenin zeminlerini yokluyor ya da oluşturmaya çalışıyorlar. Bu güçlerin Ortadoğu’nun mazlum halklarına yönelik zulmü ve vahşeti yeni olmadığı gibi, bölgenin emekçi halklarının bunlara karşı mücadelesi de yeni değildir.
İsrail’in yarım asırdır kadın, çocuk, yaşlı demeden tüm Filistin halkına karşı yürüttüğü kıyımlara, teröre ses çıkarmayan Batı devletleri, mazlum Filistin ve bölge halklarına gözdağı veriyorlar.
Ortadoğu coğrafyasının ulusal bağımsızlıklarına kavuşmamış halkları dün olduğu gibi bugün de savaş tanrılarının gazabıyla karşı karşıyadır. Bölge insanı “zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var” ve “Allah kerimdir” deyimlerine inanır ve zalimle süreç içerisinde hesaplaşmayı hedefler. Başka coğrafyalarda tanrılar mazlumun yardımına koştular mı koşmadılar mı? Ben bunu bilemiyorum. Yalnız, tanrıların coğrafyamızda talancılara ve istilacılara karşı, mazlumlar için böyle bir yardıma gelmediğini iyi biliyorum. Zira bir çok “kitaplı dinin” ve mezhebin ana yurdu olan Ortadoğu’da mazlumun tanrısı zalime karşı hiç yardıma gelmediği gibi mazlumdan yana da olmadı. Yani tanrılar bu coğrafyada kendi yaratıcılarına hep ihanet edip, zalimlerden yana taraf oldular.
Ortadoğu coğrafyası tarih içinde büyük egemen güçlerin sayısız istilasına ve zulmüne uğradı. Öyle ki, yaratılan görkemli medeniyetler her defasında bu istilacıların bölgeye dalışında büyük yaralar aldı ve tahrip edildi. Bu bugün de devam ediyor.
Bu emperyalist talancı güçler 20. yüzyılın başında Ortadoğu coğrafyasında kendi istemleri doğrultusunda yeni sınırlar çizerek, kendi denetimlerinde bir dizi devletçikler kurarak bölge halklarını bir birine kırdırmanın güçlü silahını da hep ellerinde bulundurdular.
Emperyalist siyasetin bir parçası olarak Ortadoğu’nun göbeğine yerleştirilen İsrail, 50. yılı aşkındır mazlum Filistin topraklarında vahşet estirip kan dökmektedir. İsrail, “ölümlerden ölüm beğen” siyaseti ile Filistin halkının etrafını akıl almaz grotesk duvarlarla çevirip, Filistinlilerin yaşamını bir zindana çeviriyor. İşte “kutsal Kudüs’ün” tanrıları gibi batının emperyalist egemen güçleri de zalimlerin cephesinde yer alarak, İsrail’in ölüm makinelerine destek veriyorlar.
O topraklar emperyalist ölüm makinelerinin kol gezdiği sahalar haline geldi. Savaş tanrıları, o topraklarda mazlumun düşmanlarının zaferleri için çalışıyor/çalıştılar. Fakat o topraklarda mazlum halklar hep, var olmak ile yok olmak arasındaki gibi ince bir çizgi üzerinde yaşam savaşı verdiler.
Çünkü hep gelecek “savaşlarda başarırız” diyerek, belki savaş tanrıları bu kez bizden yana “tavır alır” diye umutla kavga ettiler. Fakat, en muhtemel görünen şey, bölge halklarının demokratik iradesinin ipotek altına alınmasına yönelik tehditlerin önümüzdeki zaman içerisinde artacak olması.
Ortadoğu’ya “barış ve demokrasi”nin yerleşmesinden söz eden ve kendilerini “medeniyet” ihracatçısı ilan eden ABD, AB ve diğerleri Filistin halkının tercihine saygı duymak zorundalar. Yani birinin İsrail’in yok edilmesini savunması yasadışı ise, diğerinin de kendisine ait olmayan o topraklarda işgal ve terör estirmesi de yasadışı olarak görülmelidir. Fakat gerçeği böyle görmek istemeyen Batı egemen güçlerinin bir halkın tercihine yönelik yaptırımda bulunma ve halkın geleceğini ipotek altına alma hakkı da bulunmuyor.
5.02.2006