ABD dış politikası, ”Batı” ittifakını, onarılması yönünde yeniden şekillendiriyor. Geçen hafta sokaklara dökülen Müslüman kalabalıklar, bu ”onarım” sürecinde kendilerine düşen görevi başarıyla yerine getirmeye hazır olduklarını bir kez daha kanıtladılar. ‘Bush doktrininden,’ ‘dönüştürücü realizme’ 11 Eylül’ün arkasından ”Yeni Savunma Stratejisi” başlığıyla benimsenen ”Bush doktrini” , Irak sürecinde yaşanan ekonomik, askeri, diplomatik zorlukların, Çin’in yükselmesinin, İran’ın […]
ABD dış politikası, ”Batı” ittifakını, onarılması yönünde yeniden şekillendiriyor. Geçen hafta sokaklara dökülen Müslüman kalabalıklar, bu ”onarım” sürecinde kendilerine düşen görevi başarıyla yerine getirmeye hazır olduklarını bir kez daha kanıtladılar.
‘Bush doktrininden,’ ‘dönüştürücü realizme’
11 Eylül’ün arkasından ”Yeni Savunma Stratejisi” başlığıyla benimsenen ”Bush doktrini” , Irak sürecinde yaşanan ekonomik, askeri, diplomatik zorlukların, Çin’in yükselmesinin, İran’ın nükleer krizinin gündeme getirdiği sorunların basıncıyla yeniden şekilleniyor. Bu yeniden şekillenme sürecini, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ‘ın geçen ay yaptığı açıklamalardan, Bush ‘un yıllık konuşmasındaki vurgulardan, Savunma Bakanı Rumsfeld ‘in 4 Şubat Pazartesi günü açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu (QDR-2005) üzerine yaptığı sunuşta altını çizdiği ”uzun savaş” kavramından, raporun içeriğinden izlemek olanaklı. Hafta sonu toplanan 42. Münih Güvenlik Konferansı’ nın konusunun ”ABD-Avrupa ortaklığının yenilenmesi” olması da bu bağlamda anlamlı.
Muhafazakâr, The New Republic dergisinin editörünün özetini ödünç alırsak, Bush doktrinine göre ”ABD; uluslararası hedeflerine ulaşmak için, II. Dünya Savaşı sonrası küresel kurumlara dayanmak yerine, giderek daha çok tek yanlı güç kullanmaya, bunun etrafında oluşan bir istekliler koalisyonuna dayanacaktı. ABD, kitle imha silahlarından ve haydut rejimlerden gelen tehlikeleri engellemek için pazarlık yönteminden daha çok önleyici vuruş taktiğini benimsiyordu. Nihayet ABD, zayıflıklarından dolayı terorizmin kullanımına açık devletleri güçlendirmek için piyasa demokrasilerinin geliştirilmesine öncelik verecekti” ( ”After the Bush Doctrine” , 02/02/06). Bu doktrinin askeri boyutunu da, Rumsfeld’in, ”ABD küresel çıkarları olan tek devlettir” saptamasıyla açılan QDR-2001 oluşturuyordu. Bu ikisini bir araya koyan birçok yorumcu gibi biz de, ABD’nin hegemonyacı bir konumdan emperyal bir konuma sıçramaya niyetli olduğunu saptamış, ama birçok yorumcudan farklı olarak, bu sıçramanın olanaksızlıklarını vurgulamıştık.
2004 boyunca Bush doktrininin itici gücü ”neoconlar” giderek etkilerini yitirdiler, buna karşılık ”realist” eğilimleriyle bilinen Rice’ın etkisi, Avrupa, Çin ve Ortadoğu’daki diplomatik girişimleri sonuç almaya başlayınca giderek güçlendi. Rice’ın yaklaşımına ilişkin önemli ipuçlarını 18-19 Ocak’ta yaptığı konuşmalarda bulmak olanaklı. Rice, tek merkezli bir imparatorluktan daha çok ”gittikçe dünya ekonomisiyle bütünleşen bölgeler” .. ”bu bölgelerde yükselen Çin, Brezilya, Hindistan Mısır gibi güçlerden” oluşan bir dünya jeopolitiği tanımlıyor, ”bu güçlerin tarihin oluşmasında giderek daha çok etkili olduğuna” işaret ediyordu. Rice, ABD’ye yönelik tehditlerin başında da hemen herkesi tehdit eden, terorizmi, salgın hastalıkları, kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını, ”başarısız devletleri” sayarak, başta Avrupa olmak üzere tüm diğer müttefiklerine de ortak bir işbirliği zemini sunuyor. ( ”Rice, Completes, Washington’s strategic shift” , PINR, 02/02) Böylece jeopolitiği büyük güçlerden oluşan bir ”realite” olarak kabul ettiğini, işbirliğine, ”önleyici vuruştan” daha çok içeriden yapılacak ”rejim değişikliklerine” dayanan bir ”dönüştürme politikasına” önem verdiğini vurgulamış oluyordu.
Bush’un yıllık konuşmasını, birçok gözlemci içeriksiz (örneğin Financial Times, Jim Lobe/IPS, Fred Kaplan/Slate) bulurken kimi gözlemciler de temkinli diline, uluslararası ekonomik sorunlara yaptığı vurgulara, iddialı havanın yerini ”yeni gerçeklere” bıraktığına, hatta Clinton ‘ın konuşmalarını anımsattığına dikkat çektiler (Washington Post, Los Angeles Times, Boston Globe). Fox News’le yaptığı söyleşide de global ekonomik sorunlara özellikle vurgu yapması, hegemonya ve işbirliği temalarına geri dönüş eğilimi olarak da yorumlanabilir diye düşünüyorum.
Rumsfeld’in konuşmasına ve QDR-2005’e gelince, Rumsfeld’in ABD’nin soğuk savaşı anımsatan ”kuşakları kapsayacak bir uzun savaş” içinde olduğunu vurgulaması, El Kaide liderliği ile Hitler ve Lenin arasında kurduğu paralellik, savaşın aniden değil, sönümlenerek biteceğine ilişkin sözleri, (Washington Post, 03/02) alışılmış savaştan daha çok, uzun siyasi ve diplomatik bir tarihsel sürece yapılan göndermeler gibiydi. QDR-2005’e bakınca da, (www.comw.org/qdr/qdr2006.pdf) raporun; terör tehdidi ve Çin’in getirdiği tehditler, kitle imha silahları gibi ABD’nin kolaylıkla AB ile paylaşabileceği ortak sorunlar ekseninde şekillenmiş olduğu söylenebilir. Ancak QDR-2005’te bağlaşıklara, ortaklara, askeri işbirliğini ABD ordusuyla entegrasyon bağlamında ele almasına, (Silahlı Kuvvetler gazetesi Stars and Stripes’taki bir haber de ”Savunma Bakanlığı diğer ülkelerin ordularına daha çok yardım yapacak” 03/02, diyordu) güç konuşlanması ve üsler stratejilerine bakarak, emperyal eğilimlerin hâlâ varlığını koruduğu da söylenebilir.
Gönüllü ‘ötekileri’
Devletler belli amaçlar zemininde işbirliği, ittifak yapar, bloklar kurabilirler. Ama bu amaçlar, hemen her zaman, yönetici seçkinlerin kendi gereksinimlerine göre tanımladıkları çıkarlardır. Bu yüzden, bu ”çıkarların” demokrasi, özgürlük, uygarlık vb.. gibi birleştirici söylemlere sarılmaları gerekir. Soğuk Savaş ittifakı, ”özgür dünyayı” tehdit ettiği varsayılan bir ”kızıl tehlike” kavramıyla meşrulaştırılmıştı. Soğuk Savaş tan sonra, birkaç yıllık bir belirsizlikten sonra Huntington ‘un ”Batı” ya, onun 200 yıldır işgal ve sömürü nesnesi olan ”Doğu”dan farklı bir ”uygarlık” olduğunu anımsatan, ”Uygarlıklar Çatışması” paradigması ortaya atıldı. Bu paradigma ”Batı” ittifakına mükemmel bir, hatta iki ”öteki” tanımlıyordu.
İslam dünyasında ( Doğu ‘da) siyasetçiler, ”kanaat önderleri” hemen bu paradigmanın üzerine atladılar. Radikaller, İslamı ”Batıya” karşı birleştirme hayaliyle, (hayal, çünkü ortada homojen bir İslam yok!) biz ayrı bir uygarlığız söylemini benimserken, liberaller, iki uygarlık arasında arabulucu olmaya (aslında taşeronluğa), soyundular. Böylece, İslam dünyasının ”kanaat önderleri” , siyasileri, ”Ne uygarlıklar çatışması, hepimiz aynı tarihe, aynı ekonomik sisteme, hatta aynı kökten (tek Tanrılı) bir dine aidiz” demek yerine, ”Batı” nın, kendi açısından, kendi, dini ve ırkçı önyargılarıyla sürekli yeniden şekillendirdiği bir bakışla oluşturarak Müslümanlara sunduğu bir söylemi, ABD’nin kendi hegemonya gereksinimlerine uygun bir ”öteki” konumunu, benimsediler. İster silahlı mücadeleyi, ister ”ılımlı” İslamı benimsesinler.. bu, ”Batı” tarafından tanımlanmış edilgen ve oryantalist bir konumdu.
Bir kez bu paradigma egemen olduktan sonra, artık, iyi planlanmış provokasyonlarla, Müslüman duyarlılıklarını kaşıyarak, bu ”ötekinin” ne kadar akılcılıktan uzak, duygusal, uzlaşmaz, şiddete ve fevri reflekse eğilimli ”çocuksu” bir özne olduğunu, yeniden ve yeniden kanıtlamak kolaylaşıyordu; Hollanda gazetesinde yayımlanan, diğer Avrupa ülkelerinde tekrarlanan karikatürler olayında olduğu gibi… Şimdi, bu insanları, insanlığın selameti için 21. yüzyıla taşımak, uygarlaştırmak (çocuk kendisi için iyi olanı bilmediğinden, belki biraz da döverek…) gerekmiyor muydu? ”Buyurun rejim değişikliği” ve ”Büy
ük Ortadoğu” projelerine.
Sokaklara dökülenlerin, onları sokağa dökenlerin acaba kaçı, ”Batı” da kendilerini hedef alarak şekillenmekte olan kolektif sömürgecilik eğilimlerine destek verdiklerinin, ABD-AB yakınlaşmasını hızlandırdıklarının farkında?
Cumhuriyet Gazetesi – 6 Şubat 2006