Dünyamız deli nüfus yönünden eksikli değil. Faşist sayısı da yeterli, fazla bile. Madenî Avroların bir yüzüne para birliğinin ortak simgesini darp etmiş, diğerini de ülkelerin ulusal sembollerine ayırmışlardı. Belçika etiketli meteliklerin arka yüzüne Kral Albert II kendi suretini bastırdı. Lüksemburg mamûlü olanlarda Grand-Dük Henri, Monako’nun bastırdıklarında Prens Rainier III, Hollanda işlerinde Kraliçe Beatrix var. Vatikan’ın […]
Dünyamız deli nüfus yönünden eksikli değil. Faşist sayısı da yeterli, fazla bile.
Madenî Avroların bir yüzüne para birliğinin ortak simgesini darp etmiş, diğerini de ülkelerin ulusal sembollerine ayırmışlardı.
Belçika etiketli meteliklerin arka yüzüne Kral Albert II kendi suretini bastırdı. Lüksemburg mamûlü olanlarda Grand-Dük Henri, Monako’nun bastırdıklarında Prens Rainier III, Hollanda işlerinde Kraliçe Beatrix var. Vatikan’ın da var ki, üzerinde Jean-Paul II işliydi: Başa yeni papa geldi diye değiştirecekler mi bilinmez. İspanya ürünü Avroların üzerinde de Kral Juan Carlos’un resmi mevcut.
Avro üzerine kendi suretini dokutturan bu Juan Carlos’u Türk liberalleri de özellikle sever. Çünkü resmî ve tarihsel adıyla “Monarşinin yeniden kurulması” şeklinde anılan süreç, Türk liberalleri nezdinde İspanya’nın demokratikleşme süreci biçiminde anılıp örnek veriliyor biliyorsunuz.
Hani Franco ölüp de kırk yıllık diktatörlük başsız kalınca, farklı ülkelerde krallık mesleği icra eden Bourbon ailesinden Juan Carlos’u İspanya’ya çağırıp tahta çıkarmışlardı, Frankizm de bitmişti ya. Demokratikleşme süreci bu oluyor. Yetmişli yılların ikinci yarısında hiç yoktan bir krallık kurdu İspanya, buna da şükretmeli belki.
Franco’nun generallerine, işkencecilerine filân da dokunan olmadı. Hayatta olanları hayatta, İspanya Komünist Partisi ve ETA üyelerinden bazısı ise Franco karşıtı eylemlerinden dolayı hâlâ sürgünde. Bir af çıkmış, bazı düzenlemeler yapılmıştı ama yeterli olmadı.
Öldürülenler de öldürüldükleriyle kaldılar. Tüm Latin Amerika’da, tüm çatışmalar ve darbeler toplamında ölenlerin sayısı 500 bin. Bu da ağırlıklı olarak Guatemala ve Orta Amerika’da. Arjantin’deki tüm kıyamet, 30 bin insan için kopuyor. İspanya’da içsavaşta ölenler bir milyondan fazla, gerisini siz hesaplayın.
Ama hesaplayabilmek için de evvela, hâlen Salamanca’da Frankist eskilerinin gölgesinde duran arşivlerin söz verildiği üzere Barcelona’ya taşınmasını beklemek gerek. Buenos Aires ve Mexico City başta olmak üzere İspanya’dan kitlesel politik göç alan kentlerdeki arşivlerde de yeni yeni başlıyor araştırmalar.
Bolkestein Vakası
Antidemokratik ve antisosyal Avrupa projesi, Avrolar ve AB Anayasası etaplarından sonra, şimdi de Bolkestein direktifiyle çıktı karşımıza. Sendikalar ve sol çevreler buna karşı kampanyalar düzenliyor, mücadele veriyor.
Bolkestein garabetinin özü şu: Avrupa Birliği içinde bir şirket, bu coğrafya içinde hizmet sunarken, faaliyet değil köken ülkesinin yasalarına bağlı olacak.
Örneğin Fransa’da faaliyet gösteren Polonya merkezli bir temizlik şirketi varsa, Fransa yasalarına değil Polonya yasalarına göre çalışacak.
Tabii bu yalnızca şirketler için geçerli, insanlar değil.
Örneğin Polonya’da yaşayan bir Fransız, Fransa’daki sosyal haklarına sahip değil. Londra’da yaşayan Fransız bir kadın gebeliğini sonlandıracaksa, Fransa’daki kürtaj yasalarına bağlı olmayacak. Uyuşturucu kullanımı Hollanda’da serbest ama, bir Hollandalı bu işi İtalya’da yaparsa yine Roma polisiyle uğraşacak. Finlandiyalı işçiler Polonya’ya gitmeye kalkarsa, kendi ülkelerinin daha ileri çalışma yasalarından yararlanamayacak. İsveçliler de Slovenya’ya gitmesin. Yunanlar da İtalya’da yaşasalar da değişmez, zorunlu askerlik ellerinden öper.
İnsanlar değil, şirketler sahip bu hakka yalnızca. Gelgelelim, insanlardan farklı olarak şirketler, kolaylıkla uyruk değiştirebilen varlıklar.
Bir Alman şirketinin kendisini bir anda Avrupa Birliği’nin en berbat çalışma yasalarına sahip ülkesine ait gösterebilmesi, basit bir bürokratik işlem sorunu.
Biz sıradan faniler işimize geldiği gün Fransa, ertesinde Brezilya, öteki hafta Kore yurttaşı olamıyoruz ama şirketler bunu yapabiliyor. Öyle olunca da, Bolkestein direktifinin kabul gördüğünü düşünelim, onyıllar ve yüzyıllar boyunca verilmiş demokrasi ve sosyal haklar mücadeleleriyle elde edilmiş kazanımlar, bir anda uçup gidiyor.
Eh bu da pek şaşırtıcı değil. Liberal her zaman ve her yerde liberaldir, meydanı boş bulduğunda işi buraya getirir. Doksanlı yıllarda bunların Latin Amerika versiyonları da azıtmışlardı. Devireceksin üç-beş tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı…