İran’ın uranyum zenginleştirme programı üzerinde patlak veren ”krize” ilişkin tartışmalar ABD’nin İran’a müdahale olasılığıyla sınırlı kalıyor. Bir adım geri çekilip resme, İran’ı, halen ”stratejik bir yol ayrımında” duran uluslararası jeopolitiğin içine koyarak bakmak çok daha verimli olabilir. ABD’nin seçenekleri sınırlı ABD’nin İran’a müdahale seçenekleri aslında çok sınırlı. Örneğin ABD’nin ekonomik, mali ve insan kaynakları, kamuoyunun […]
İran’ın uranyum zenginleştirme programı üzerinde patlak veren ”krize” ilişkin tartışmalar ABD’nin İran’a müdahale olasılığıyla sınırlı kalıyor. Bir adım geri çekilip resme, İran’ı, halen ”stratejik bir yol ayrımında” duran uluslararası jeopolitiğin içine koyarak bakmak çok daha verimli olabilir.
ABD’nin seçenekleri sınırlı
ABD’nin İran’a müdahale seçenekleri aslında çok sınırlı. Örneğin ABD’nin ekonomik, mali ve insan kaynakları, kamuoyunun ruh hali açısından bir ikinci Irak deneyimini kaldıramayacağı kolaylıkla söylenebilir. Irak savaşı başlamadan önce, yönetim ve bütçe bölümü direktörü Michele Daniels , savaşın maliyetinin 50-60 milyar dolayında kalacağını savunuyordu. Geçen hafta açıklanan veriler, savaşın maliyetinin 400 milyar doları geçtiğini gösteriyor ( abcNews 16/02). Nobel Ödüllü ekonomist Stiglitz ve Harvard’dan Linda Bilmes da savaşın maliyetinin 2 trilyon dolara ulaşabileceğini hesapladılar ( Boston Globe , 8/01/06).
Savaşın maliyeti bir yana, ABD savunma harcamaları, QDR 2005’e aynı günlerde açıklanan 2006 bütçesinde Pentagon’un payı 447.4 milyar dolarla (toplam küresel savunma harcamalarının yüzde 47’si; Lobe, Asia Times , 09/02) 2007’de de 550 milyar dolarla soğuk savaş döneminin zirve noktasını geride bırakıyor (Tisdall, Guardian , 07/02; Hess, UPI , 08/02). Bu harcamaların gerçekleştirilebilmesi için toplumsal harcamalardan yapılan kesintileri ülkedeki siyasi iklimin, bütçe açığından ve cari açıktan gelen basınçları da ABD hegemonyasının temel dayanaklarından biri olan doların daha nereye kadar taşımaya devam edeceği ise günümüzün en sıcak tartışmalarından biri.
İkinci seçenek, İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir hava saldırısı. Ancak, bu, ilk anda mantıklı gibi görünmesine karşın en az birincisi kadar olanaksız ve riskli bir seçenek. Stratejik araştırma kurumu Oxford Research Group tarafından yayımlanan Iran: Consequences of War
başlıklı rapor (www.oxfordresearchgroup.org.uk) böyle bir saldırının, nükleer tesislerle sınırlı kalamayacağını ortaya koydu. Rapora göre İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir saldırı, hava savunma tesislerini, komuta, kontrol merkezlerini, önemli havaalanlarını, birçok başka askeri tesisi de hedef almak zorunda. Bu ise on binlerce İranlı asker ve sivilin öldürülmesi anlamına geliyor. Buna karşılık, İran’ın işgaliyle sonuçlanmayacağı için, İran’ın tepkisini, böylece başka ABD saldırılarını da içerecek uzun bir süreci de başlatmış oluyor. Buna karşılık İran’ın nükleer bomba imalatına yeniden, daha kararlı bir biçimde başlaması; İsrail ve bölgedeki ABD güçlerine karşı çeşitli yöntemlerle misilleme yapması olasılığı da çok yüksek.
Dahası, Irak’ta başbakanı belirleyecek kadar güçlenen Mukteda El Sadr ‘ın, Suriye ve İran ziyaretlerinde verdiği söze sadık kalarak, Irak’ta ABD güçlerine karşı bir ayaklanma başlatma olasılığı da var (Scheer, The Nation , 15/02). Nihayet denklemin içine, Lübnan, Filistin gibi bölgelerdeki radikal İslami örgütlerin, Suudi Arabistan’da petrol alanları üzerine oturan Şii nüfusun olası tepkilerini, daha genel olarak tüm Müslüman (Sünni) topluluklar içinde, özellikle ”karikatür krizinden” sonra iyice kemikleşen Batı düşmanlığını eklediğimizde, ortaya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya, Avrupa’ya kadar uzanan bir alanı etkileyecek çok patlayıcı bir karışım çıkıyor. Ekonomik, siyasi ve kültürel dinamikleri kolaylıkla denetimden çıkacak, ABD-Avrupa ilişiklerini yeniden bozabilecek böyle bir seçenek, ”bir çılgınlık senaryosu” dışında bana gerçekçi gelmiyor. Ancak, Bush yönetiminin dönemini kapatmadan önce İran konusunda tarihe bir miras bırakma kaygıları, Ahmedinejad’ ın İran devriminin 28. yılında, İran’ın büyüklüğünü kanıtlama (böylece kendi iktidarını konsolide etmek, dini lider Hamaney öldükten sonra yeni dini liderin, seçilmesinde belirleyici olma) çabaları, bir kriz konjonktürü yaratarak, bu seçeneği tüm sakıncalarına rağmen devreye sokabilir.
Öbür seçenek ve yeni ‘Kuartet’
Her şeye rağmen, bence daha gerçekçi ve işlevsel olan seçenek, uzun döneme yayılmış bir askeri, siyasi, ekonomik hatta ideolojik destabilizasyon kampanyasına bağlı bir içerden ve ”yavaşlatılmış rejim değişikliği” projesi.
Gerçekten de, seçeneğin bu yönde şekillenmeye başladığına ilişkin işaretler giderek artıyor. Örneğin geçen hafta Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice ‘ın Kongre’den, Polonya’daki Solidarnoş modeli bir rejim değişikliği projesi bağlamında, İran’da muhalefeti desteklemek için 75 milyon dolar ödenek istemesi ( Christian Science Monitor , 17/02), Wall Street Journal ‘ın aktardığına göre (18/02) QDR 2005’in hazırlanmasına katılan uzmanlardan Micheal Vickers ‘in ”İslami radikalizme karşı uzun savaşta zafere orayı burayı işgal ederek ulaşamayacağız” , Rumsfeld ‘in ”Gerçek şu ki, şu veya bu ülkede ulus inşa edemeyiz. Tüm yapabileceğimiz, bunu kendilerinin yapmasına yardımcı olacak ortamı yaratmaktır” sözleri ve özel güçlerin etkinliklerine giderek daha fazla önem veriyor olması; Kagan, Ledeen gibi işgal ve rejim değişikliği yanlısı yazarların, şimdi Rice’ın yaklaşımını destekleyen yorumları ( Washington Post, National Review ) bu işaretlerin arasında sayılabilir.
İran karşısında yeni bir ”Kuartet” oluşmaya başlaması da bir başka işaret. Kısa bir süre önce, Fransa Devlet Başkanı Chirac , üstü kapalı bir biçimde İran’ı hedef alarak, terörist saldırılara karşı nükleer misilleme olasılığından söz etmişti. Fransız Dışişleri Bakanı da İran’ın nükleer programını ”gizli ve askeri amaçlı bir program” olarak niteledi ( Washington Post , 16/02). Almanya Devlet Başkanı Merkel de Münih Güvenlik Konferansı’nda İran’a karşı sert bir tutum takınmıştı. Böylece İran karşısında, ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya ‘dan oluşan bir ”Kuartet” ortaya çıktı.
Bu seçeneğin, hem bir savaşı hem de petrol fiyatları ve doların değerine ilişkin yeni çalkantıları dışlıyor olması, bu ”Kuartet” tarafından benimseneceği, hatta Kuartet’in varlığını sürdürmesine uygun bir zemin oluşturacağı söylenebilir. Dahası, aynı nedenlerden dolayı, bu üçüncü seçenek, uluslararası mali sermaye açısından da kabul edilebilir. Buna karşılık, bu seçeneğin ”krizi” zamana yayarak kalıcılaştırması, ”askeri-sınai-kompleks” açısından da kârlı bir sürece işaret ediyor.
Ancak, bu ”karikatür kriziyle” de iyice güçlenen Kuartet’in İran krizinin boyutlarını aşan bir anlamı da var. Bu anlam, Çin’in yükselmeye başlamasıyla birlikte küresel jeopolitikte gündeme gelen ”stratejik yol ayrımıyla” ilgili. İran’ın ve radikal İslam’ın katkılarıyla şekillenen Kuartet kalıcılık kazandığı, NATO’nun işlevinin yeniden tanımlanmasıyla birlikte kurumsal bir zemin de kazandığı takdirde, ABD’ye, Çin’in yükselmesi karşısında gereken siyasi ittifak blokunu sağlamış oluyor. İran’ın nükleer silahlar krizi, ABD’nin Irak’taki kalıcı üsleri, Kuartet’e dünyanın enerji kaynaklarını denetleme olanağı sağlıyor. Dahası bu Kuartet, genişlemeye yatkın bir blok, kolaylıkla Japonya’yı içine alabilir, NATO bağlamında İsrail’i kapsayabilir, Rusya’yı işbirliğine zorlayabilir.
(Çarşamba günü devam edeceğim.)