11 Eylül 2001’den bu yana, ABD ve Britanya ikilisinin dünya egemen güçlerinin önüne koyduğu savaş ve vahşet politikası, Ortadoğu ve Avrasya üzerinde savaşın ekonomik yükünü omuzlayacak çeşitli ittifakları oluşturmaya yöneldi. Son dönemde Fransa’nın ve Almanya’nın da kendi çıkarları açısından bölge politikalarını, ABD karşıtı bir çizgi yerine ABD’yle uyumlu bir çizgiye çekmeye çalışmaları, bölge üzerindeki karanlık […]
11 Eylül 2001’den bu yana, ABD ve Britanya ikilisinin dünya egemen güçlerinin önüne koyduğu savaş ve vahşet politikası, Ortadoğu ve Avrasya üzerinde savaşın ekonomik yükünü omuzlayacak çeşitli ittifakları oluşturmaya yöneldi.
Son dönemde Fransa’nın ve Almanya’nın da kendi çıkarları açısından bölge politikalarını, ABD karşıtı bir çizgi yerine ABD’yle uyumlu bir çizgiye çekmeye çalışmaları, bölge üzerindeki karanlık oyunların süreç içerisinde derinleşebileceğine işaret etmekte. İran’ın bölgesel gücünün önünün alınması için batılı egemen güçler arasında kimi konularda ortak irade oluşturuluyor.
Son birkaç haftadır bölgede gelişen tabloya baktığımızda; İran’ın bölgesel hedefleriyle uyumlu İslamcı grupların Irak’ta ve Filistin’de elde ettikleri seçim zaferleri nedeniyle, İran’ın bölge üzerindeki nüfuzunun artmasından kaygı duyan emperyalist güçler İran’ın yayılmacı politikasının önünün alınması için ortak bir çaba içerişine giriştiler. Bu çabanın meşrulaştırılması için kullanılan temel argüman olan İran’ın nükleer faaliyetleri ise emperyalistlerin işbirlikçi Şah yönetimi döneminde kendi elleriyle yarattıkları bir tehdittir. Çünkü emperyalistler hem İran’a bir nükleer santrale sahip olması için gerekli olan malzemeyi sattılar, hem de nükleer santralın yapımı için Şah döneminde İranlı bilim adamlarını eğittiler.
Yani, Musaddık iktidarını bir darbe sonucu deviren ABD, İran Şahı döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı, İran’ın bölgede bir nükleer güce sahip olmasını savunmuştur. 1975’te ABD ve Avrupa, İran’ın bir Atom enerjisi programına sahip olmasını hem desteklemişlerdir hem de uranyum vb. malzemeleri temin etmişlerdir. İran’ın 1975’lerden sonra oluşturduğu nükleer programı Şah döneminde başlatılmıştır. 1979’da iktidara gelen mollalar rejimi 1981 yılında Şah rejiminin Atom programına devam edilmesini kararlaştırmıştır. Yani Prof. Dr. Mohssen Massarat’ın dediği gibi, “ABD ve Avrupa, İran’ın bölgede komünizme karşı bir bariyer olması için nükleer bir santrale sahip olmasını destekledi ve propagandasını yaptı”. M. Massarat açıklamasının devamında, “ABD ve müttefikleri Ortadoğu politikasında İsrail’in geleceğini güvenlik altına almak için, İsrail’in jeopolitik amaçları doğrultusunda, İran’ı kontrol altına almak amacıyla birlikte hareket etmektedir” diyordu.
İran’ın nükleer programı şu anda, Batının denetimi ve yönetimi altında olmayan bir biçimde ilerlediği için, Batılı güçler hep bir ağızdan İran “kırmızı çizgiyi” ve “diploması” kurallarını çiğniyor diyorlar.
Aslında Batının, İran’a ve bölgenin kimi devletlerine dayatmaya çalıştığı diğer bir olgu ise, Hamas’ın seçimlerde elde ettiği başarı soncunda İran gibi devletlerin bölge üzerindeki etkisinin artmasının önlenmesidir. Bu olgunun bir diğer ayağı da İsrail’in bölgede “Resmi devlet” olarak tanınmasının taktik ve stratejisine dayanmaktadır. Yani bölgenin bir çok devleti tarafından reddedilen İsrail’in “resmi statüsü”, Hamas’ın iktidarda olduğu bir konjonktürde Hamas kanalıyla bölge devletlerine dayatılmak istenmektedir. Hamas iktidarı emperyalistler açısından İsrail’in tanınmasını sağlamak için bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Ancak Batının kavrayamadığı veyahut kavramak istemediği diğer bir konu ise, İran’ın bölgede etkin bir siyasi güç olmaya yöneldiği ve bu nedenle, batıya biat etmeye niyeti olmadığıdır.
Almanya gibi ülkelerin açıklamalarına yanıt veren İran Anayasa Koruyucular Konseyi Başkanı Ayetullah Ahmed Cenneti, “Barış amaçlı nükleer teknolojiye ulaşmak İran’ın kırmızı çizgisidir ve bu konuda asla pazarlık yapmayacağız” diyordu. Açıklamanın devamında ise, İran İslam Devrimi’nin yıl dönümü merasimlerine katılan halkın nükleer teknolojiye sahip olmaya dair desteğine dikkat çekerek, emperyalist güçlerin İran’a karşı askeri saldırı tehditlerinin yalınızca bir psikolojik savaştan ibaret olduğunu çünkü İran’ın 8 yıllık zorunlu savaş döneminde ve ondan sonraki dönemlerde, savunmaya dayalı çok büyük tecrübeler elde ettiğini ve aynı zamanda İran’ın askeri açıdan bugün dışa bağımlı olmadığını söylüyordu. Ve “İran kendini savunacak ve düşmanı caydıracak güçtedir” diyerek, Batıya ve BM karşı sert açıklamasında “güvenlik Konseyinin, emperyalizm tarafından kullanıldığını ve bu kurumun Güvenlik karşıtı bir konseye dönüştüğünü” hatırlattı.
İran dosyasının BM’ye bir rapor halinde havale edilmesinden sonra, İran halkından İran ordusuna kadar geniş bir çevreden, hükümetin bu konuda taviz vermemesi istenmektedir. Ülkede yapılan bir kamuoyu yoklamasında halkın yüzde 84’ü, Amerika ve Avrupa’nın zorbalığına boyun eğmeyeceğini, bu konuda devletin bu zamana kadar sürdürmüş olduğu kararlı politikasına devam etmesini desteklediğini söylemiştir. İran Ordusu geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, düşman delilik eder ve eğer saldırırsa, onu saldırdığına pişman ederiz diyordu.
Kısacası H. Rafsancani’nin de dediği gibi, “İran’a girmek mayın tarlasına girmeye benzer”. Çünkü İran kendisine yapılacak bir saldırıda bölgedeki bir çok ülkede saldırgan güçlere karşı muhalefet ateşini körükleyebilecek bir siyasi etkinliğe sahiptir.
Batılı devletler, İran konusunda her geçen gün kendi çıkarları doğrultusunda değişik argümanlar öne sürselerde, Jacques Chirac “İran konusu kalifiye ve uzmanların işidir” diyerek kendi hariciye bakanı Phillipe Douste-Balzy’ı uyardığı gibi, Avrupa siyasetine de bir yön vermeyi hesaplamaktadır. Yani İran konusunda ulu orta konuşulmamasını isteyerek bölgedeki çıkarları için ortamı yumuşatmaya çalışmakta.
Öte yandan, bu makalenin yazıldığı saatlerde, Alman basınında çıkan bir habere göre, Köln ve Stuttgart’ta faaliyet gösteren iki firmanın İran’a uranyum zenginleştirici malzemeleri sattığı ortaya çıktı. Şu an soruşturma aşamasında olduğu için firmaların isimleri açıklanmadı. Yani Almanya Başbakanı Angela Merkel’in “İran kırmızı çizgiyi aştı” demesi onun Alman “Resmi Tarih Tezinin” işleyişini bu alanda yeni olduğu için kavrayamamış olmasından kaynaklanıyor. Berlin’de, İngiltere’nin “güler yüzlü demokrat” Başbakanı Tony Blair ile buluşmasının hemen ardından açıklanan Alman firmalarının İran ile işbirliği konulu rapor, Merkel’e Alman “Resmi Tarih Tezinin” bir uyarısını içermektedir. Çünkü Almanya’nın İran ile olan ekonomik ilişkileri çok eskilere dayandığı gibi, İran’da birçok büyük Alman şirketinin faaliyetleri mevcuttur. Örneğin Makine (Otomobil) sanayisinin İran’daki yıllık ihracat hacmi yaklaşık 1 milyar Euro civarındadır. Ayrıca İran’daki bu sektör, Alman otomobil sanayisi için Kanada’dan ve Hindistan’dan daha önce geliyor. Alman-İran ticaret odası Başkanı Michael Tockuss, “İran yabancı yatırım alanında, Almanların bir numaralı ortağıdır ve İran pazarı Almanya’nın bölgedeki en büyük ihracat pazarı konumundadır” diyor. Zira Almanya İran pazarında inşaat sektöründen tutun da petro-kimya alanlarına kadar bir çok sektörde aktiftir. Yani Merkel Alman sermayesinin bölgede ne kadar aktif olduğunu belki bu koltukta yeni olduğu için tam olarak bilmiyor yada muhafazakar geleneğinden dolayı ABD siyasetine yakın bir siyaset çizmenin yönünü arıyor.
Kısacası Ortadoğu labirenti, emperyalist savaş siyasetinin sultacı ve mağrur baskıları ile karşı karşıya