Barış İçin Bir Tehdit: İsrail’in Kitle İmha Silahları(1) – John Steinbach(*) “Orta Doğu’da yeniden savaş çıkarsa, … veya herhangi bir Arap ülkesi, Irak’ın yaptığı gibi İsrail’e füze fırlatırsa; bir zamanlar ancak son çare olarak düşünülebilen bir nükleer tırmanma, güçlü bir ihtimale dönüşebilir.” Seymour Hersh(2) “Arapların petrolü varsa bizim de kibritimiz var.” Ariel Sharon(3) İsrail, 200 […]
Barış İçin Bir Tehdit: İsrail’in Kitle İmha Silahları(1) – John Steinbach(*)
“Orta Doğu’da yeniden savaş çıkarsa, … veya herhangi bir Arap ülkesi, Irak’ın yaptığı gibi İsrail’e füze fırlatırsa; bir zamanlar ancak son çare olarak düşünülebilen bir nükleer tırmanma, güçlü bir ihtimale dönüşebilir.”
Seymour Hersh(2)
“Arapların petrolü varsa bizim de kibritimiz var.” Ariel Sharon(3)
İsrail, 200 ile 500 arasında termo-nükleer silah ve gelişmiş bir dağıtım sistemiyle, dünyanın beşinci en büyük nükleer gücü olan İngiltere’nin yerini aldı; nükleer silah cephaneliğinin büyüklüğü ve gelişmişliğiyle Fransa ve Çin ile rekabet edebilir durumda. Her biri 10 binin üzerinde nükleer silaha sahip ABD ve Rusya’nın nükleer cephanelikleri yanında pek küçük kalmasına rağmen, İsrail önemli bir nükleer güç, bunu herkesin kabul etmesi gerek. 1991’deki Körfez Savaşı’ndan bu yana, dikkatler hep Irak’ın kitle imha silahlarının yarattığı tehlike üzerinde durulduğu için, bölgenin asıl ve büyük suçlusu İsrail genellikle görmezden gelindi. Oysa, kimyasal ve biyolojik silahlara, son derece gelişmiş bir nükleer cephaneliğe ve bunların kullanımına uygun saldırgan bir stratejiye sahip olan İsrail, kitle imha silahlarının artmasında en büyük bölgesel uyaran konumunda ve Orta Doğu’daki barış ve istikrar için ağır bir tehlike oluşturmakta.
İsrail’in nükleer programı, nükleer silahsızlanmaya ve silahlanmanın azalmasına ciddi bir engel teşkil ediyor ve İsrail, Hindistan ve Pakistan ile birlikte nükleer bir alevlenmenin çıkış noktası olma potansiyeli taşıyor. Nükleer silahlara sahip devletler, cephaneliklerini olduğu gibi tutmakta ısrar ettikleri sürece, anlamlı bir silah azaltımı beklemek kuruntudan ibarettir. Irak’a karşı uygulanan yaptırımlar, nükleer silahsızlanma ve Orta Doğu’da adil barış gibi konularda duyarlı olan yurttaşların, İsrail’in nükleer programına güçlü bir şekilde karşı çıkmak gibi bir yükümlülüğü var.
İsrail Nükleer Gücünün Doğuşu
İsrail nükleer programı 1940’lı yılların sonlarında, 1952’de İsrail Atom Enerjisi Komisyonu’nu kuran, “İsrail nükleer gücünün babası” Ernst David Bergmann yönetiminde başladı. Ancak İsrail’e, Necef Çölü’ndeki Berşeba yakınlarında yumuşatılmış ağır su, doğal uranyum reaktörü ve plütonyum işleme fabrikası olan Dimona’nın yapımı ile sonuçlanacak ilk büyük nükleer yardımı yapan Fransa’ydı. İsrail, ciddi teknik uzmanlık oluşturarak, başlangıcından itibaren Fransız nükleer silah programına aktif olarak katıldı; İsrail nükleer programı, bu işbirliğinin bir uzantısı olarak görülebilir. Dimona, 1964’e kadar bu şekilde devam etti ve çok kısa bir süre sonra da plütonyum işleme süreci başladı. Kimi İsrailliler Dimona’nın bir “manganez ya da tekstil fabrikası” olduğunu iddia etse de, alınan aşırı güvenlik önlemleri çok başka şeyler akla getiriyordu. İsrail, 1967’de kendisine ait bir Mirage savaş uçağını, Dimona’ya çok yaklaştığı için, 1973’te de Libya’ya ait bir yolcu uçağını rotasından çıktığı için yanlışlıkla düşürdü; 104 kişiyi öldürdü(4). İsrail’in 1960’ların ortalarında, İsrail-Mısır sınırının yakınlarında bulunan Necef çölünde en az bir, belki de daha fazla sayıda nükleer deneme yapmış olduğuna ve Fransızların Libya’da yapmakta olduğu nükleer denemelere aktif olarak katıldığına dair ciddi ve güvenilir iddialar var(5). İsrail, 1973’teki “Yom Kippur Savaşı” sırasında, belki de bir kaç düzine hemen kullanılabilir atom bombasından oluşan bir cephaneliğe sahipti ve tam nükleer alarm durumundaydı.(6)
İsrail, gelişmiş nükleer teknolojiye ve dünya standartlarında nükleer bilim adamlarına sahip olmakla birlikte, daha başlarda önemli bir sorunla karşılaştı: gerekli uranyumun nasıl elde edileceği… İsrail’in kendi uranyum kaynağı, hızla gelişen nükleer programın ihtiyaçlarını karşılamak için kesinlikle yetersiz olan, Necef yakınlarındaki fosfat rezervleriydi. Kısa dönemli çözüm, uranyum kaçırmak amacıyla Fransa ve İngiltere’de uranyum sevkıyatına başarılı komando baskınları yapmak ve 1968’de Batı Almanya ile 200 ton uranyum oksitin (yellowcake – sarı pasta) İsrail’e yönlendirilmesinde işbirliği yapmaktı.(7) Dimona’da kullanılacak uranyumun böyle gizli kapaklı yollardan elde edilmiş olması, daha sonra, bu işe bulaşan çeşitli ülkeler tarafından ört bas edildi. Bu konuda, Nükleer Malzeme ve Donanım A.Ş. (NUMEC) adlı bir Amerikan şirketinin, 1950’lerden 1960’lı yılların ortalarına kadar İsrail’e yüzlerce kilo zenginleştirilmiş uranyum gönderdiği şeklinde bir iddia da vardı.(8-9)
FBI ve CIA tarafından yapılan bir soruşturmaya ve Kongre’de alınan ifadelere, diğer araştırmacıların çoğunun sevkıyatın İsrail’e yönlendirildiğine inanmasına rağmen, hiç kimse hiçbir zaman kovuşturmaya uğramadı. İsrail uranyum sorununu 1960’ların sonlarında, “Apartheid Bombası” (Irk Ayrımı Bombası) için teknoloji ve uzman desteği karşılığında uranyum sağlanmasına dayanan bir antlaşma sayesinde Güney Afrika ile yakın ilişkiler geliştirerek çözdü.
Güney Afrika ve Amerika Birleşik Devletleri
1977’de Sovyetler Birliği, Güney Afrika’nın Kalahari Çölü’nde nükleer deneme planlandığını, ama baskı karşısında Irkçı rejimin geri adım attığını kanıtlayan uydu fotoğraflarından hareketle ABD’yi uyardı,. 22 Eylül 1979’da bir Amerikan uydusu Güney Afrika’nın Hint Okyanusu açıklarında atmosferik küçük termonükleer bomba denemesi yaptığını tespit etti; fakat İsrail’in açık ilintisi sebebiyle, rapor dikkatlice seçilmiş, önemli ayrıntılardan habersiz bilimsel bir jüri tarafından süratle örtbas edildi. Daha sonra İsrail kaynakları sayesinde, o dönemde İsrail tarafından üç adet minyatürleştirilmiş nükleer top mermisi denemesinin dikkatlice gizlenerek gerçekleştirildiği öğrenildi. İsrail-Güney Afrika işbirliği, bomba denemeleri ile bitmediği gibi, Irkçı Rejim’in yıkılışına kadar orta menzilli füze ve geliştirilmiş top mermisi üretimi ve denenmesi ile devam etti. Uranyum ve deneme olanaklarına ek olarak, İsrail rejimi Apartheid rejimine, uluslararası ekonomik yaptırımlardan korunabileceği ticari açılım olanakları, Güney Afrika da İsrail’e büyük miktarda yatırım sermayesi sağladı.
İsrail’in nükleer programından her ne kadar esas olarak Fransa ve Güney Afrika sorumlu ise de, sorumluluğun büyük bir kısmını ABD de ortaktır ve böyle bir suçlamayı hak etmektedir. Mark Gaffney İsrail Nükleer Programı için, “ancak, İsrail’in kasıtlı hileleri ve ABD’nin bilinçli suç ortaklığı sayesinde gerçekleşebilirdi” demektedir.
ABD, 1955’te “Barış İçin Atomlar” programı çerçevesinde kurulan küçük bir araştırma reaktörü örneğinde olduğu gibi, nükleer ile ilgili teknoloji sağlayarak başından itibaren İsrail nükleer programında ağırlıklı olarak yer aldı. İsrailli bilim adamları çoğunlukla Amerikan üniversitelerinde eğitildiler ve genllikle nükleer silah laboratuarlarına davet edildiler. 1960’ların başında, Dimona reaktörünü, Amerikan askeri rektörlerindeki, sözde Belçika merkezli bir yan firmadan, ama açıkça Ulusal Güvenlik Ajansı NSA ve Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın onayıyla satın alınan kontrol panellerinin esas satıcısı Tracer Lab. adlı bir firma gizlice yönetti. 1971’de Nixon hükümeti, yüzlerce kritonun (gelişmiş nükleer bombaların üretilmesi için gereken yüksek hızlı devre anahtarı) İsrail’e satışını onayladı. 1979’da Carter, iki yıl sonra Irak’ın Osirak Reaktörü’nün bombalanmasında
kullanan, bir KH-11 casus uydusundan çekilmiş ultra yüksek çözünürlüklü fotoğraflar elde etti. ABD’nin İsrail’e olan gelişmiş teknoloji transferi Nixon ve Carter yönetimlerinden bu yana, Reagan döneminde çarpıcı bir şekilde hızlanarak günümüze kadar azalmadan sürdü.
Vanunu’nun Açıklamaları
İsrail, 1973 savaşından sonra “nükleer gizlilik” politikasını dikkatlice sürdürürken, nükleer programını da yoğunlaştırdı. 1980’lerin ortalarına kadar, en güvenilir tahminler, İsrail’in nükleer cephaneliğinin iki düzine silahtan oluştuğu yönündeydi, fakat, Dimona Plütonyum İşleme fabrikasında nükleer teknisyen olarak çalışan Mordechai Vanunu’nun çarpıcı açıklamaları bir gecede her şeyi değiştirdi. Solcu bir Filistin destekçisi olan Vanunu, İsrail’in nükleer programını tüm dünyanın gözleri önüne sermenin, insanlığa karşı görevi olduğuna inanıyordu. Düzinelerce fotoğrafı ve değerli bilimsel bilgiyi İsrail’in dışına kaçırdı; başından geçenler 1986’da London Sunday Times tarafından yayımlandı. Vanunu’nun ifşaatının titiz bir bilimsel incelenmesi, İsrail’in 200 kadar son derece gelişmiş, minyatür termo-nükleer bombaya sahip olduğunu ortaya çıkardı. Verdiği bilgiler sayesinde, Dimona reaktörünün birkaç misli genişletilmiş olduğu ve İsrail’in yılda 10 ila 20 arasında bomba üretmeye yetecek kadar plütonyum ürettiği anlaşıldı. Deneyimli bir Amerikan istihbarat uzmanı, Vanunu’nun verdiği bilgileri şöyle değerlendiriyordu: “Bizim düşündüğümüzden çok daha geniş bir alanı kapsıyor. Bu çok büyük bir operasyon.”
Verdiği bilgilerin yayımlanmasından çok kısa bir süre önce Vanunu, bir Mossad “Mata Hari”si tarafından Roma’ya gitmek üzere kandırıldı, dövüldü, uyuşturucu verildi, İsrail’e kaçırıldı; İsrail basınında yer alan bir yanlış bilgilendirme ve karalama kampanyasını takiben gizli bir güvenlik mahkemesince “vatan hainliğinden” suçlu bulundu ve 18 yıl hapse mahkum edildi. 11 yıl boyunca 180’e 270 cm. genişliğinde tek kişilik bir hücrede hapsedildi. Bir yıl süren bir koşullu tahliyeden (Araplarla görüşmesine izin verilmemişti) sonra yeniden tek kişilik hücresine dönmüş durumda ve 3 yıl daha hapis yatacak. Tahmin edileceği gibi, Vanunu’nun açıklamaları dünya basını tarafından, özellikle Birleşik Devletler’de, görmezlikten gelindi. İsrail şu anda nükleer silah durumu ile ilgili olarak nispeten rahat hareket edebilmenin tadını çıkarmaya devam ediyor.
İsrail’in Kitle-İmha Cephaneliği
Bugün, İsrail’in nükleer cephaneliğinin büyüklüğünün minimum 200 kadar olduğundan maksimum 500 olduğuna kadar değişik tahminler yapılıyor. Rakam ne olursa olsun, İsrail’in silahlarının dünyanın en gelişmiş nükleer silahları olduğu ve çoğunlukla Orta Doğu’da savaşmak için tasarlandığı konusunda neredeyse hiç kuşku duyulmuyor. İsrail nükleer cephaneliğinin en önemli kısmını, insanları öldürürken, arazinin ve malların zarar görmemesini sağlamak amacıyla öldürücü gama radyasyonunu en yüksek seviyeye çıkarmak ve esinti etkisi ile uzun dönemli radyasyonu en az seviyeye indirmek için tasarlanmış “nötron bombaları” oluşturmaktadır. Balistik füzelerin de dahil olduğu silahlar, Rusya’ya kadar ulaşabilecek bombardıman uçakları, cruise füzeleri, kara mayınları (1980’li yıllarda, İsrail Golan Tepeleri’ne nükleer kara mayınları yerleştirmişti ), 45 mile kadar etkili top mermileri … 2000 Haziranı’nda bir İsrail denizaltısı 950 mil uzaktaki bir hedefi bir crusie füzesi ile vurarak, İsrail’i ABD ve Rusya’dan sonra bu güce sahip üçüncü ülke haline getirdi. İsrail, her biri 4 adet cruise füzesi taşıyan bu neredeyse ele geçirilemez deniz altılardan üç tanesini plana göre mevzilendirecek.
Bombalar, büyüklük olarak, Hiroşima Bombası’ndan daha büyük olan “Şehir Yokedenler [Busters]”dan, mini taktik nükleer silahlara kadar değişmektedir. İsrail’in kitle-imha silahları cephaneliği, tüm diğer Orta Doğu devletlerinin mevcut ya da potansiyel cephaneliklerinin toplamını dahi açıkça gölgede bırakmaktadır ve “caydırıcılık” için gerekli olandan çok daha büyüktür.
İsrail, geniş bir kimyasal ve biyolojik silah cephaneliğine de sahiptir. Kıdemli bir İsrail istihbarat görevlisinin “Nes Tziyona Biyoloji Enstitüsü’nde, bilinen veya bilinmeyen kimyasal ve biyolojik silah formlarından üretilmeyeni yok gibidir” sözlerini aktaran Sunday Times’a göre, İsrail gelişmiş bir dağıtım sistemiyle birlikte hem kimyasal hem de biyolojik silah üretmiştir. Aynı gazete haberi, F-16 savaş uçaklarının, silahları çok kısa sürede yükleyecek şekilde eğitilmiş ekiplerle birlikte, kimyasal ve biyolojik silah yüklenecek şekilde özel olarak tasarlandığını belirtmektedir. Sunday Times gazetesi 1998’de, İsrail’in Güney Afrika’dan elde ettiği araştırmaları kullanarak bir “etnik bomba” geliştirmekte olduğunu haber vermiştir: “İsrailli bilim adamları, kendi ‘etnik bomba’larını geliştirerek, tıbbi gelişmeleri, sadece Araplar tarafından taşınan özel bir gen bulabilmek için kullanmaya ve sonra da genetik olarak değiştirilmiş bir bakteri ya da virüs yaratmaya çalışıyorlar… Bilim adamları, sadece bu özel genlere sahip olanlara saldıracak öldürücü mikro-organizmalar yaratmaya çalışıyorlar.” İsrail Parlamentosu Knessnet’in solcu üyelerinden olan Dedi Zucker, bu yöndeki araştırmaları şu sözlerle kınamıştır: “Tarihimizin, geleneklerimizin ve tecrübelerimizin gösterdiği üzere, böylesi bir silah ahlaki olarak, iğrençtir ve reddedilmelidir.”
İsrail’in Nükleer Stratejisi
Yaygın kanı, İsrail’in bombasının bir “son çare silahı” olduğu ve olası bir yok edilişi önlemek için son anda kullanılacağı yönündedir ve İsrail’in iyi niyetli ama yanıltılmış bir çok taraftarı da hala gerçeğin bu şekilde olduğuna inanmaktadır. İsrail’in ilk dönem nükleer stratejistlerinin kafalarında böyle bir amaç bulunduğu doğru dahi olsa, İsrail’in nükleer cephaneliği bugün İsrail’in genel askeri ve politik stratejisi ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılı ve bütünleşmiş durumdadır. Seymour Hersh’in bilinen yumuşatma ile ifade ettiği gibi, “Samson seçeneği, artık İsrail’in mümkün olan tek nükleer seçeneği değildir.” İsrail, Arap uluslarına ve Sovyetler Birliği’ne ve Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra Rusya’ya karşı sayısız örtülü nükleer tehditte bulunmuştur. Bunların ürpertici bir örneğini, şu anda İsrail Başbakanı olan Ariel Sharon veriyor: “Arapların petrolü varsa bizim de kibritimiz var.” (Sharon 1983’te Hindistan’a, Pakistan’ın nükleer tesislerine saldırmak için birlikte hareket etmeyi, 70’lerin sonunda Şahı desteklemek için Tahran’a İsrailli paraşütçüleri göndermeyi önerdi; ve 1982’de İsrail’in güvenlik nüfuzunu “Moritanya’dan Afganistan’a” kadar genişletme çağrısında bulundu.) Başka bir örnek olarak, İsrailli nükleer uzmanı Oded Brosh 1992’de şöyle diyordu: “Bize saldırmak isteyenleri caydırmak bakımından, savunmamızın temel unsurunun nükleer olmasından utanmamıza gerek yok.” Israel Shakak’a göre de, “İsrail’in politikasının ilkesi, genellikle İsrail’in amacı olduğu varsayılan barış arzusu değil, İsrail üstünlüğünün ve nüfuzunun yayılmasıdır.” ve “İsrail, herhangi bir ya da birkaç Orta Doğu devletinde değişiklik olması durumunda, içeride kendi isteğine aykırı bir değişikliğin önüne geçmek amacıyla, savaşa, hatta gerekirse nükleer savaşa hazırlanıyor… İsrail düpedüz, bütün Orta Doğu’da açıkça hegemonya sağlamaya … bu amaç için elverişli bütün araçları, nükleer olanlar da dahil, kullanmakta tereddüt etmeksizin hazırlanıyor.”
İsrail kendi nükleer cephaneli