“Avrupa Birliği Uyum Süreci”nde diye başlayan ve arkasından çok iddaalı sözlerle devam eden o kadar çok toplantıya tanıklık ettik ki son zamanlarda, bunların sayısal dökümünü yapmak hiç de kolay değil! Bu arada, bu tılsımlı cümle ile başlayan makaleler, broşürler, kitaplar ve çoğunlukla da yasal düzenlemeler, bugünümüzü ve geleceğimizi kuşatır, belirler bir hal aldı. Nasıl bir […]
“Avrupa Birliği Uyum Süreci”nde diye başlayan ve arkasından çok iddaalı sözlerle devam eden o kadar çok toplantıya tanıklık ettik ki son zamanlarda, bunların sayısal dökümünü yapmak hiç de kolay değil! Bu arada, bu tılsımlı cümle ile başlayan makaleler, broşürler, kitaplar ve çoğunlukla da yasal düzenlemeler, bugünümüzü ve geleceğimizi kuşatır, belirler bir hal aldı.
Nasıl bir uyum süreciymiş ki bu, toplumun bazı kesimlerinde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde “akıl yitmesi”ne neden oldu. İnsanlar, kurumlar, örgütler, devlet değişik biçim ve evrelerde girdiği “uyum süreci” ile varlık nedenlerini, işlevini, yeteneklerini, görev ve sorumluluklarını, ahlakını yitirme noktasına geldi. Hikaye uzun, bu uzun hikayede, bilinen tarihsel dönemeçler dışında, kırılma noktalarına değinmekte yarar olduğu açık…
Bu kendinden menkul “uyum” işini ve yansımalarını bir ölçüde incelemeye çalışacağımız bu yazıda, kırılma anlarını ve sonuçlarını da çözümlemeye çalışacağız.
Öncelikle, bazı kavramlar ve bu kavramların taşıdığı anlamlar üzerinde tartışarak, içinde bulunduğumuz ortamı tanımlamaya başlayabiliriz:
Kalkınma; klasik kapitalist model tarafından belirlenen günümüz modern toplumlarında, kalkınma salt ekonomik bir çerçevede, kişi başına düşen gelirin artırılması olarak tanımlanmaktadır. Genel hatları ile kapitalist kalkınma modeli, bireylerin satın alma gücünün artırılmasının piyasada ekonomik faaliyetlerin artması anlamında bir motor işlevi göreceğini ve böylece gayri safi ulusal gelirdeki artışın bireylere yansıyacağını öngörür. Bu yaklaşım, son tahlilde, sınırsız üretim ve tüketim anlamını taşımaktadır.
Küreselleşme; küreselleşme ve beraberinde yeni dünya düzeni kavramları ile tanışıklığımız, 1980’lerin sonlarında saldırgan ve yayılmacı sermaye hareketleri ile başladı. 2. Dünya Savaşı sonrasında, yeni emperyalizmin yeni kurumları oluşturulmaya başlanmıştı. (Dünya Bankası, IMF, DTÖ gibi) 1989’da yaşanan travma ve trajedi sonrasında ise, büyük boyutlu sermaye hareketleri, büyük alanlar ve ortamlar bulmaya başladı. Bu süreç, ekonomik, teknolojik, sosyal, siyasal ve kültürel yansımaları olan, uluslararası ilişkileri yeniden tanımlayan, üretim süreçlerini düzenleyen, mal ve hizmetlerin üretildiği ve tüketildiği alanlara yeni biçim ve işlevler veren çok boyutlu bir hal almıştır.
Ve insan; hikayemiz o’na dairdir…
“… Ve insanlar, ah benim insanlarım, yalanla besliyorlar bizi, halbuki açsınız, etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız ve beyaz bir sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya , göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.” Nazım Hikmet (Ellerinize ve Yalana Dair, 1949)
I. Kapitalizmin Kaleleri
“Sizin gibi şirketleri çekebilmek için … dağlarımızı düzledik, ormanlarımızı traşladık, nehirlerimizin yollarını değiştirdik, şehirlerimizi kaydırdık… Tüm bunlar sizin için, şirketleriniz için, burada, Filipinler’de daha kolay, daha karlı iş yapabilmeniz için…”
Yukarıda yer alan paragraf, bir ilan…
Filipinler Hükümeti, “Fortune” isimli dergiye verdiği ilanda, çok uluslu şirketleri ve yabancı sermayeyi kendi ülkesine bu şekilde davet ediyor!
Birilerinin “uluslararası işbirliği” dediği, bazen böyle işbirlikçiliğe dönüşüveriyor hemen…
Bu süreci ve ülkemize yansımalarını incelemeye kapitalizmin ruhunu, konumuz açısından bir kez daha anlamaya çalışarak başlayabiliriz.
1929 ekonomik krizi, kapitalizmin “işleyiş” yasalarını derinden sarsmış ardından ikinci paylaşım savaşı ile dünyada yeni bir dönem başlamıştır. 1941’de henüz savaş sürerken, ABD’de bir komisyon kurulmuştur. Dış İlişkiler Komisyonu…
Bu komisyonun amacı; Amerikan finans ve sanayii sermayesinin ihtiyacı olan materyalleri “mümkün olan en az stres ve zahmetle” elde edebilmek için gerekli ekonomik ve askeri hakimiyetin tüm dünyada kurulması olarak belirlenmiştir. Bu arada, yazılı/resmi gerekçenin ardında bir amaç daha bulunmaktadır: Sermayenin özgürleşmesi yani liberizasyon sürecinin bir takvime yayılarak başlatılması ve sermayenin birikim sürecinde yükselmesine izin verilecek olan sosyal standartların zaman içerisinde yavaş yavaş terk edilmesinin sağlanmasını temin edecek altyapının oluşturulmasıdır.
Bu noktada, kapitalist sistemin önünde aşılması gereken, üstelik birbirini doğuran, çelişkili sorunlar yumağı bulunmaktadır. İşte tüm bu amaçlara hizmet edebilmesi için, IMF (Uluslararası Para Fonu), Dünya Bankası ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kuruluşlar değişik işlevlerle donatılarak, ortak “amaç” için çalışır hale getirilmişlerdir. Son tahlilde, kıta Avrupa’sında, “çelik birliği”nin de oluşturulması ve yıllar içinde Avrupa Birliği (AB) fikrinin şekillenmesi ile birlikte, kapitalist sistemin elitleri arasında “fikir ve eylem birliği” sağlanmış oluyordu.
Bu fikir ve eylem birliğinin temel aktörleri ise, IMF, Dünya Bankası, AB, DTÖ ve Çok Uluslu Şirketlerdir…
Kapitalizmin kalelerini inşa edenler, kalelerin üzerinden yeni fırsatlar yaratarak, iktidarlarını güçlendirirken, başka yerlerde de kendilerine “itaat” eden küçük kaleler inşa ederek / ettirerek, iktidarlarını ve kendi kalelerini de “sağlama almış” oluyorlar. Kaleleri inşa edenleri, feodal dönemden bu yana, insan yerleşimleri ortamlarından biliyoruz. Kentleşme tarihi, insanlık tarihinin ve sınıflar mücadelesinin önemli bir parçası ise, mecazi anlamdaki “kalelerin” ne / neyi ifade ettiği de çok önemlidir.
Kapitalizmin kaleleri, sermayenin verimliliğini ve karlılığını olumsuz etkileyecek her türlü kuruma, kişiye, güce ve eyleme karşı inşa edilmiştir.
Kapitalizmin kaleleri, sermayenin istediği alana, istediği koşullarda yatırım yapabilmesi ve her türlü ticari ilişkinin oluşturulması için inşa edilmiştir.
Kapitalizmin kaleleri, yoksulluktan sistemi değil, yoksulları sorumlu tutan ve her zaman oyunun kurallarını yeniden yazarak, kazanmak üzerine inşa edilmiştir.
II. AB’ye Giriyoruz (mu?)
İnsanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır. Montaigne
18 Aralık 2004 Cumartesi günü, Ankara Kızılay’da, gündüz gözü ile yapılan havai fişek gösterileri eşliğinde, dinci – muhafazakâr bir partini “önderliğinde”, artık Avrupa’lı olduğumuz “ifşa” ediliyordu.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne üyelik, müzakere ve uyum sürecini, 1960’lı yıllarda başladığı düşünülürse, gelinen nokta ile bu uzun hikâyenin, Türkiye’deki sermaye güçleri tarafından mutlu sonla bitirilemeyeceği de görülmektedir.
Bu arada, hikâyenin sonu, birileri için bu hikâyenin ne ifade ettiği unutulmaksızın, bu sürecin ortaya çıkardığı bazı yeni durumları da iyi tahlil etmek gerekiyor. Bu noktada, son dönemde, Türkiye için yeni olan, temelde iki husus bulunuyor: birincisi, Gümrük Birliği anlaşması ile birlikte, başka uluslar arası düzenlemelerin de etkisi ile (GATS, MAI ve MIGA) Türkiye’nin kuralsız (ya da kuralları çok uluslu şirketlerce belirlenen) bir pazar haline getirilmiş olmasıdır. İkincisi ise, müzakere süreci olarak tanımlanan, aslında bağımlı kapitalist kalkınmanın ve küreselleşme sürecinin bir sonucu olan, Devletin çeşitli reformlarla yeniden biçimlendirilmesidir. Bu süreç, bir anlamda Türkiye devleti’nin yeniden “inşa” edilmesi sürecidir. Yasalar ile, kurumlar ile, mal ve hizmet üretiminin yeni biçimleri ile…
III. “Yeni Biçim”, “Yeni Arayışlar”, “Yeni İlişkiler” ve “Yeni İnsan”
Anlamadığım İçin İnanmıyorum. Tertullianus
AB’ne üyelik ve uyum süreci ile birlikte, temel olan yeni olguları kısaca çözümlemeye çalışmıştık. Ancak, bu aşamada, “yeni” olan daha pek çok durum olduğu da hepimizin malumudur.
Öncelikle, devletin küçülmesi ve devlet – sivil toplum ilişkisinin kurulması olarak ortaya atılan “yeni yaklaşımı” ele alabiliriz. Bu politikanın / yaklaşımın yeni olmadığı açık! Bu yazının satır aralarında, kapitalist kalkınma modelinin, kendi içindeki devinimlerine işlev ve işlerlik kazandırma anlamında, bu tür stratejilere başvurulabileceğinden söz etmiştik…
Devlet aygıtının, örgütünün değişik zamanlarda / değişik ortamlarda yeniden biçimlendirilmesi hep gündemde olmuş bir konudur. Bugün, Türkiye’de yapılmak istenen de, aslında kapitalist – emperyalist sistemin, Türkiye’ye yönelik “doğal” ve politik bir açılımıdır.
Devletin, kurumları aracılığı ile küçültülmesi, demokratik bir planın ve toplumcu bir projenin parçası olduğu takdirde, anlamlı bir reformdan bahsetmek olanaklıdır. Oysa ki, toplumun değişik kesimlerinde, bu yönde güçlü, örgütlü bir çabanın ve proje / programın olmadığı da ortadadır.
Böyle bir sosyal ortamda, Brüksel patentli “reformların” kapitalizmin kalelerini güçlendirmek dışında ülkemize ne tür faydaları olacağını, anlamakta güçlük çektiğimizi belirtmek gerekiyor. Ancak, bu sürecin faydalarını tespit eden, bu faydalardan nemalanan, “yönetişimci” devletin bir parçası olabilen yeni bazı durumları, kurumları ve kişileri bu noktada unutmamak gerekiyor…
Onlar anladıkları! için, inanıyorlar! Hem AB’ye, Hem STK’larına, Hem de Paranın Gücüne…
“Yönetişimci Devlet”, Dünya Bankası ve AB politika / belgelerinde üçlü iktidarın inşa edilmesi ve iktidarın paylaşılması olarak tanımlanmaktadır. Devlet, sermaye ve sivil toplum üçgeninde, iş ve eylemlerin yapılma biçiminin yeniden tanımlandığı, kurumların bu yaklaşım etrafında şekil aldığı bir dönemde, bu üçlü iktidarın, sivil toplum ayağı önem kazanıyor. Özellikle, yeni insanı yaratma, örneğin; “Avrupa Vatandaşı”, “misyonuna ve vizyonuna” sahip insanları ortaya çıkarma arayışında, AB’nin bir dizi proje / program önerisi ile Türkiye’ye geldiği bilinmektedir. Bu aşamada, üçlü iktidarın sivil toplum ayağı hemen oluşmuş / oluşturulmuş ve böylece üçlü bir sermaye / iktidar bloğu şekillenmiştir. Şöyle ki, değişik alanlarda (şehircilik, çevre, insan hakları, engelliler gibi) proje / program yürütecek yeni STK’lar kurulmuş, bu kurulan dernek, vakıflar bir nevi şirket mantığı ile çalışmaya başlamış ve sivil toplumumuzun gelişmesi yönünde “ulvi” katkılar vermişlerdir. (*)
Böylece, kitlesi, örgütü, hukuku olmayan, temel etik değerlerden yoksun bu kurumlar, AB’nden sağladıkları parasal destek ile birlikte Türkiye kamuoyunda konuşulan örgütler haline gelmişlerdir.
“Yönetişimci Devlet” anlayışı sonuçta, sermayenin ve devletin yedeğinde, sözde sivil toplum kuruluşu olan bir dizi yapıyı ortaya çıkarmıştır. Bu yapılar, zamanla kendi ilişkilerini oluşturmuş, bu kurumların yöneticileri muteber temsilciler (STK Temsilcileri) haline gelmiştir. Ayrıca, bu kurumlar, kendi dillerini geliştirmiş, şirket evliliklerini andıran “ortaklıkları” devlet kurumları ile oluşturmayı kendilerine temel politika olarak belirlemişlerdir.
Ayrıca, bunlar faaliyet gösterdikleri alanda, ilgili kesimlere “ulaşılabilir olmayı” ve o insanların “yapabilir kılınmasını” sivil toplum – devlet işbirliği olarak görmüşlerdir. Bu arada, sözünü ettiğimiz dernek, vakıf, sendika yöneticileri bir aşama daha kat ederek proje yöneticisi, proje ortağı haline gelivermişlerdir. Bu sürecin, tahrip edici olan bir diğer ve önemli yanı ise, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin, mesleki ya da sendikal mücadelenin, bir başka noktada toplumsal bir hareketin önemli bir unsuru olan bazı dernek/ vakıfların, meslek odalarının, sendikaların bu rüzgârdan etkilenerek, kendi asıl işlevlerini unutarak, bu “proce” sürecine kendilerini kaptırmalarıdır. (Proce = Fonlama = Para, bkz. Avrupa Birliği Kirli İşler Sözlüğü!)
Bu çürüme süreci, bugün TMMOB ortamlarında da tartışılır bir hal almıştır. Devekuşu misyonunu kabul etmeyen toplumcu anlayış, kapitalizmin kalelerini yıkmak için, öncellikle bu kalelerin muhteviyatını analiz etmeyi önüne hedef olarak koymalıdır. Böyle bir politika ise, AB proje ve programlarının sonuçları ile birlikte eleştirilmesini, irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Doğru, akılcı ve toplumcu bir çıkış, mesleğin halkın hizmetine sunulabilmesi, çokca da mücadele ile olası görünmektedir.
Sağlıklı ve etik bir mücadele anlayışının, bugün temel koşulu, AB’nin ya da Dünya Bankası’nın fon ve para ilişkilerinden arınmak olduğu açıktır.
(*)Bu yazının kapsamı içinde, devlet kurumlarının, bakanlık ve değişik genel müdürlüklerin, TÜBİTAK, TODAİE ve üniversitelerin Dünya Bankası, NATO, AB fonları ya da kredileri ile gerçekleştirdiği proje ve çalışmalara değinilmemiştir. Bu tür projelerin yarattığı tahribat ve kurumsal çözülme ise ayrı bir yazının / araştırmanın konusu olmalıdır. Dünya Bankası paraları ile Türkiye’nin çevre politikasını belirlemek, Alman GT2 kuruluşunun katkısı ile belediyecilik ve altyapı alanında iyileştirme yapmak, AB fonları ile şehircilik ya da insan hakları alanında yeni politikalar oluşturmak mümkün müdür? Ya da bu politikalar uluslar arası işbirliği midir? İşbirlikçilik midir? Bu soruların kapsamlı yanıtları için, YAYED (Yerel Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği)’in yayınladığı “Memleket – Mevzuat” isimli dergiyi incelemeyi öneriyorum
IV. Son Söz Son sözümüz söylenmedi daha…
Hikâyemiz insana dair ise, son sözü insanlık söyleyecektir.
“… İnsanlarım, ah benim insanlarım,
antenler yalanlar söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş,
sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
renk yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü,
bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı,
bu zulüm bitmesin diyedir.”
Nazım HİKMET (Ellerinize ve Yalana Dair, 1949)
KAYNAKÇA
1) Castells, Manuel, Kent Sınıf İktidar, Bilim ve Sanat Yayınları, Çeviren, Asuman Erendil, Ankara, 1997. 2) Demirer, Temel, Elveda Nisyan… Merhaba İsyan!, Ütopya Yayınları, Ankara, 2005. 3) Hikmet, Nazım, Seçme Şiirler, Türkiye Komünist Partisi, Ankara, 2002. 4) Küreselleşmenin Yansımaları, TMMOB yayını, Ankara, 1988. 5) More, Thomas, Ütopya, Dünya Klasikleri – Felsefe, Türkçesi: Nemciye Uçansoy, Bordo – Siyah Yayınevi, İstanbul, 2005. 6) Torunoğlu, Ethem, Ötekilerin “Çevre”si, Anadolu Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü – Çevre Politikaları Ders Notları, 2005. 7) Yılmaz, Gaye, Kapitalizmin Kaleleri -1, Türkiye MAİ ve Küreselleşeme Karşıtı Çalışma Grubu, İstanbul, 2000.
(I) Bu yazı, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin aylık ya
yın organı “bülten” nin 38.sayısında yayınlanmıştır.( Ocak 2006)
(II) Ethem Torunoğlu: Çevre Mühendisi