Yine sinsi tartışmalara daldık. Bu kez konu İran: ABD mi vuracak, İsrail mi? Vuracak mı yoksa işgal mi edecek? Yalnız mı vuracak yoksa Avrupa’yla birlikte mi? ABD’nin birilerini vurmasına alıştık da… Genel kanı İran’ın nükleer silah elde etmeye çalıştığı yolunda. İran’ı engellemek için bir aşamada kesişen iki yol var. Biri diplomatik pazarlıklar, BM Güvenlik Konseyi […]
Yine sinsi tartışmalara daldık. Bu kez konu İran: ABD mi vuracak, İsrail mi? Vuracak mı yoksa işgal mi edecek? Yalnız mı vuracak yoksa Avrupa’yla birlikte mi? ABD’nin birilerini vurmasına alıştık da… Genel kanı İran’ın nükleer silah elde etmeye çalıştığı yolunda. İran’ı engellemek için bir aşamada kesişen iki yol var. Biri diplomatik pazarlıklar, BM Güvenlik Konseyi kararı, ekonomik yaptırımlar vb… İkincisi, askeri yöntemlerle İran’ın nükleer programını imha etmek. Birinci yolun tıkanması halinde ikinci yol yeniden gündeme geliyor. Ya da ABD birinci yolun tıkanmasını beklemeyecek.
Tartışmalar çok boyutlu…
Tartışmalarda, en az üç boyut görmek olanaklı. Birinci boyut, diplomatik pazarlıkların ayrıntılarıyla ilgili. Pazartesi günü, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Çin’in katıldığı Londra toplantısı, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ‘na yönelik şubat başında olağanüstü toplantı talebi, sonra sırada, İran’ın Güvenlik Konseyi’ne yaptırımlar talebiyle havale edilmesi, çeşitli düzeylerde yaptırımlar var. Uzun, karmaşık, engellerle dolu, sonu belirsiz bir süreç ve hukuki, esas olarak uluslararası dengelerin dinamiklerine bağlı, adeta bir iğnenin tepesinde kaç peri dans edebilir türünden, ”Herkes Irak’a gider, hakiki erkekler ise İran’a” diyen ABD militaristlerinin sabrını zorlayacak tartışmalar.
İkinci boyut, medyanın tutumuyla ilgili. Batı medyası, dünya halklarını, askeri müdahale fikrine alıştırmak, bu arada İran yönetimine gözdağı vermek için kolları sıvamış durumda. Medyada sürekli şu üç nokta vurgulanıyor: İran yönetiminde, Yahudi düşmanı, kendini Mesih sanan bir fanatik var; İsrail ve ABD böyle birinin nükleer silahlara sahip olmasına göz yumamaz; nükleer bir İran, yalnızca İsrail’e değil bölge ülkelerine, hatta Avrupa’ya yönelik büyük bir tehlike. Dahası, İran’ın nükleer silahlara sahip olması, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerde de benzer talepleri körükleyecektir. (Örneğin, Baxter, Mahnaimi: Sunday Times; Dickey, Bahari, Denghanpishen: Newseek ve Ze’ev Schiff: Daily Star)
Tartışmaların üçüncü boyutuysa en ”karanlık” olanı. Bunu tartışmaların içine sızan kimi kavramlardan, sözde tarihsel analizlerden görebiliyoruz. Bu bağlamda, iki katkı ilginç. Birincisi, ABD imparatorluğunu Batı uygarlığının tek kurtuluş yolu olarak gören tarihçi Niall Ferguson ‘un kurgu bilim tarzı makalesi (Daily Telegraph, 15/01/06). ”2007’deki büyük savaşın kaynakları – Nasıl engellenebilirdi?” başlıklı deneme gelecekten, geriye doğru bakarak yazılmış; diyor ki, 2006 yılında büyük savaşın tüm bileşenleri, enerji jeopolitiği (rekabet keskinleşiyor), uluslararası demografik denge (genç Ortadoğu, yaşlı Avrupa), kültürel/dini çatışmalar (seküler Avrupa, fanatik İslam), yerli yerindeydi. İran’ın başında, Hitler gibi Yahudi düşmanı, nükleer silahlara sahip olmaya çalışan bir fanatik vardı. İran krizi tam da İsrail lidersiz kalmışken gündeme geldi. Batı, aynı 1930’lardaki gibi, karasızlık gösterdi, diplomasiye battı. Bu sırada İran gereken zamanı kazandı, nükleer bombayı yaptı. Her şey 2007’deki nükleer çatışmayla başladı. Irak’ta Şiiler ayaklandılar, ABD üslerini ele geçirdiler, Çin kendi çıkarını korumak için Tahran’dan yana tavır aldı, IV. Dünya savaşı başladı!..
Ve gündem İran’ı aşıyor…
Niall Ferguson fırsat kaçacak diye kaygılanırken, Demokratik Parti’den, Clinton döneminde dış politikada üst düzey görevler üstlenmiş iki analist, Ivo Daalder ve James Steinberg , Irak’taki başarısızlığın ”engelleyici vuruş” politikasından vazgeçilmesine yol açmasından korkuyorlar (New York Times, 15/01/06). Halbuki, Daalder ve Steinberg’e göre, günümüzde yeni bir ” devlet sorumluluğu biçimi” var: ” Koşullu hükümranlık ” (conditional sovereignity). Bu sorumluluk da demokratik devletlere düşüyor. Çünkü bizzat demokrasi yokluğu, bir güvenlik sorunu oluşturuyor.
Demek ki günümüzde, Batı ülkelerinin/uygarlığının normlarını (parlamenter demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşmecilik) benimsemeyen her ülke bir güvenlik sorunu oluşturuyor. Bu ülkelerin hükümranlıkları bu koşullarda ortadan kaldırılabilir. Bu ”koşullu hükümranlık” tezi, ABD’nin ”iyi huylu” bir hegemonyacı olduğu varsayımından hareket ediyor, askeri müdahaleler de meşruiyetini, BM’ye değil, (malum içinde her türlü ülke var) bir ”demokratik ülkeler ittifakına” dayandırıyor. Bu müstakbel ittifakın demokratik ülkeleriyse ABD, Kanada, AB, Avustralya, Japonya ve Güney Kore. Diğer bir deyişle Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler dışlanıyor; yani, en zengin ülkeleri ve bir istisnasıyla geçen 200 yılın emperyalistlerini kapsayan bir ittifak bu. Bu, ”İmparatorluk sökmedi, gelin ‘kolektif sömürgecilikte’ anlaşalım” tartışması.
[email protected]
Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi nin 18.01.2006 tarihli sayısından alınmıştır.