İran nükleer bomba yapacakmış (5-10 yıl içinde…), İsrail’e, komşularına, dünya barışına büyük bir tehlike oluşturuyormuş, mutlaka engellenmesi gerekiyormuş… Bunlar, gerçekliğin ”cambaza bak cambaza…” kısmına ait. Esas sorun şu: İran, ABD’nin imparatorluk projesini üçü nesnel biri de egemen söyleme ilişkin dört alanda tehdit ediyor. Üç nesnel tehdit, petrol, dolar ve Büyük Ortadoğu Projesi alanlarında. Dördüncü tehdit […]
İran nükleer bomba yapacakmış (5-10 yıl içinde…), İsrail’e, komşularına, dünya barışına büyük bir tehlike oluşturuyormuş, mutlaka engellenmesi gerekiyormuş… Bunlar, gerçekliğin ”cambaza bak cambaza…” kısmına ait. Esas sorun şu: İran, ABD’nin imparatorluk projesini üçü nesnel biri de egemen söyleme ilişkin dört alanda tehdit ediyor. Üç nesnel tehdit, petrol, dolar ve Büyük Ortadoğu Projesi alanlarında. Dördüncü tehdit ise ancak, hem Batı’da hem de Ortadoğu’da akademik ve siyasi çevrelerde egemenlik kuran ”uygarlıklar çatışması” paradigmasının içinden bakınca ortaya çıkıyor.
Petrol 100 dolara doğru ve ötesi…
Petrol adeta mistik bir meta haline geldi. Giderek tükeniyor, küresel ısınmayı hızlandırıyor, çoğunlukla ”istikrarsız” , ”sorunlu” bölgelerde bulunuyor. Ama esas neden, toplumsal fayda değil, salt kâr maksimizasyonu ilkesine dayanan bir üretim tarzının en temel maliyet unsurlarından biri olması. Petrolün fiyatı artar artmaz dünya ekonomisi, kapitalizmin en gelişmiş, en yoğun olduğu noktalarından itibaren, sarsılmaya başlıyor.
Devletler sisteminde hiyerarşinin üst basamaklarında olanlar yerlerini korumak için bu enerji kaynağının fiyatını ve tedarik sürecini denetlemek istiyorlar; özellikle düşük emek maliyetlerine dayanarak rekabet edebilen, güçlü döviz rezervlerine sahip, bu yüzden de petrole daha yüksek fiyat ödeyebilir konumda olan Çin gibi, yüksek fiyatlardan yararlanan Rusya gibi yükselen güçlerin karşısında.
Dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi, OPEC’in ikinci büyük üreticisi olan İran, petrolün fiyatını belirleyebilen ender ülkelerden biri. İran günde 4.4 milyon varil ham petrol üretiyor, bunun 3 milyonunu ihraç ediyor.
Bu koşullarda İran, ihracatında önemli bir kısıntı yaparsa (hatta bunun beklentisi bile…) petrol fiyatlarında büyük bir sıçrama yaratabilir. Çünkü, dünyada yalnızca günlük 1.5 milyon varil kapasite fazlası var. Örneğin, 1978-79, devrim yıllarında (henüz Irak tam kapasite ihracat yaparken) İran’ın petrol ihracatı 1.1 milyon varil düşünce, dünya petrol fiyatları hızla yükseldi, ABD II. Dünya Savaşı sonrasının en sert resesyonunu yaşadı, işsizlik oranı yüzde 10.8’e yükseldi, gelişmekte olan ülkelerde bir ”borç krizi” patlak verdi.
Bugün de dünya ekonomisinin kırılganlığı, ekonomik istikrarsızlık, siyasi belirsizlik giderek artıyor. Geçen hafta başında Japonya ve Asya borsalarında, haftanın ikinci yarısında da New York, Londra borsalarında gördüğümüz gibi sinirler hızla bozuluyor, spekülatörlerde sürü refleksi, dolayısıyla bir mali kriz olasılığı güçleniyor: Perşembe günü petrolün varil fiyatı 68 dolara sıçradı, Dowe Jones indeksi cuma günü yüzde 2 değer kaybetti.
Cumartesi günü İran üretimi kısmaktan söz etmeye başladı (Financial Times, 22/01); etkisini bu hafta göreceğiz. Gerçek şu ki, bugün de piyasada İran’ın yaratacağı bir açığı dolduracak kapasite yok. Tüm bunlar İran’ın parmağının, dünya ekonomisini resesyona, hatta mali krize itebilecek bir silahın tetiği üzerinde olduğunu gösteriyor. ABD’nin imparatorluk iddiaları, onun, bu tehlikeyi mutlaka gidermesini gerektiriyor. Aksi takdirde, müttefikleri kendi başlarının çaresine bakacaklar, piyasa dışı yöntemlere daha çok başvurulacak, petrol kapanın elinde kalacak, bunun getireceği tüm ekonomik ve siyasi tehlikelerle birlikte…
Petrol doların en güçlü dayanağı
ABD gibi parası uluslararası rezerv döviz olan bir ülke, borçlarını, silahlanma harcamalarını, enerji ithalatını para basarak finanse etme olanağına sahiptir. Örneğin, 100 milyon dolarlık petrol aldığında, ödemeyi, 100 milyon doları matbaasında basarak, yüz milyon dolar basma maliyetine gerçekleştirebilir. Halbuki bir başka ülke önce 100 milyon doları kazanmak, ya da borç almak zorundadır. Buna karşılık ABD’nin basarak piyasaya sürdüğü dolarların paçavraya dönmemesi için, küresel piyasalarda bu doları emecek güçte bir talep olması gerekir. Bu talebin bir kısmını, ABD’den mal almak isteyenler ve ABD’ye yatırım yapmak isteyenler oluşturur. Bir kısmının ise, ABD ekonomisiyle bir ilişkisi yoktur. Onu da petrol satın alanlar sağlar. Çünkü petrol satın almak isteyen herkes, karşılığında dolar vermek, bu doları da bir yerden bulmak zorundadır. Petrolün dolar cinsinden fiyatlanması, dolara yönelik uluslararası talebin, dolayısıyla rezerv para olmaya devam etmesinin en güçlü dayanağıdır. Çünkü dünyada enerji talebi sürekli artmaktadır ve bunun için de petrole olan talep belirleyici durumdadır.
İran’ın mart sonunda açacağı petrol borsası, bu dayanağı zaman içinde yıkabilir. Çünkü, bu borsada petrol alışverişi dolar dışındaki paralarla da yapılabilecek. Böylece Avrupa ülkeleri, ticaretlerinin büyük kısmını Avrupa ile yapan ülkeler, petrol alırken, dolar bulmaya çalışmak yerine, ellerindeki Avro rezervlerini kullanabilecekler. Böylece dolara talep geriler, doların uluslararası konumu zayıflar, ABD için petrol pahalılaşırken, Avro’nun uluslararası konumu güçlenecek, Avro alan ülkeler için petrolün fiyatı daha yavaş artacak… Avrupa, Rusya, Çin ve Asya ülkelerinin bu projeye sıcak baktığından hiç kuşkunuz olmasın. ABD ise bunu engellemek için elinden geleni yapacaktır. Avro’ya geçmeye kalkan petrol ihracatçısı ilk ülke, Irak’tı. Irak petrolü şimdi yine dolarla satılıyor.
BOP ortasında bir kaya…
ABD’nin imparatorluk projesinin ilerleyebilmesi (enerji kaynaklarının ve yollarının denetimi, İsrail’in güvenliği, büyük çaplı mali sermaye ve ithalat emebilecek genç bir pazarın özellikle ABD sermayesine açılması, bu arada askeri- sınai-kompleksi oluşturan sermaye gruplarının tatlı kârlar yapması) açısından Büyük Ortadoğu Projesi’nin önemi malum.
Saddam rejiminin yıkılması, İran’ın jeopolitik avantajlarını arttırdı, manevra alanını genişletti. ABD Irak’a saplandığı için ikinci bir işgal örgütleyecek, ABD halkının da midesi bunu kaldıracak durumda değil. Buna karşılık ABD’nin, Irak’taki varlığı, petrol kaynaklarının büyük çoğunluğunun üzerinde oturan Şii nüfusun pasif kalmasına indekslenmiş durumda. Kukla Irak rejiminin kaderi bile, İran’la çok yakın ilişkileri olan, hatta kimileri İranlı Şii siyasetçilerin elinde. İran’ın siyasi ve dini etkileri Afganistan’dan, Lübnan ve Suudi Arabistan’a (burada da Şiiler petrolü üzerinde oturuyorlar) kadar uzanıyor.
İran BOP’nin ortasında, ağızları sulandıran ekonomik potansiyelleriyle birlikte, kocaman bir kaya gibi duruyor. ABD hem İran engelini aşmak istiyor hem de Irak’ta Şiilerin ayaklanmasını engellemek için onun desteğine gereksinim duyuyor. Böylece ABD’nin küresel imparatorluk projesiyle İran’ın bölgesel hegemonya hesapları çatışıyor. Çarşamba günü bu noktadan devam edeceğim.
İran: Büyük Tehdit! Ama Kime? (II)
Pazartesi günü yazımda, ABD’nin küresel imparatorluk projesiyle, İran’ın bölgesel hegemonya projesinin çatıştığına dikkat çekmiştim. ABD’nin bu çelişkiyi, çözmektense belli bir yönde yöneterek imparatorluk projesi kapsamında kullanmayı planladığını düşündüren belirtiler de var.
Sorun küreselleştiriliyor mu?
Bir küresel hegemonyacıyla, bölgesel hegemonya adayı arasındaki çelişki, çözülebilir bir çelişkidir. Örneğin, İran’a yönelik askeri, ekonomik tehditlerin dozu arttırılır, ekonomik-siyasi işbirliğinin olası kazançları gösterilir, böylece İran yönetici sınıfı ve seçkinleri içindeki bazı kesim
lerin iştahı kabartılır. İran’da son genel seçimlerde, ekonomik anlamda liberal eğilimi oldukları söylenebilecek, iyi eğitimli genç bir kuşağın meclise girdiği (MERIP, Kış 2004) reform yanlısı bir kesimin varlığı düşünülürse, bu yaklaşım daha da kolay sonuç alabilir. Üçüncüsü, İran’ın ekonomik ve siyasi enerjisini bölgesel hegemonya sorunları içinde tüketmesine yardımcı olacak biçimde, bölge ülkelerinin İran’a direncini güçlendirecek politikalar izlenir. Rejimin hegemonya stratejisi tıkandıkça, işbirliğinin çekiciliği artar, bir rejim değişikliği olasılığı gündeme gelmeye başlar. Ancak, böyle olmuyor, adeta İran, bölgesel bir sorun olmaktan küresel bir tehdit kategorisine yükseltilmeye çalışılıyor. Bunun arkasında da sanırım, ”imparatorluk” projesi var.
ABD/İngiltere medyasına bakınca ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Bir taraftan askeri müdahale olasılığından söz ediliyor, diğer taraftan gerçekleştirilmesinin önündeki engeller ballandıra ballandıra anlatılıyor (örneğin, Simon Jenkins, Guardian, 20/01, Fareed Zakaria, Newsweek, 30 Ocak sayısı). İran’a yönelik askeri bir saldırının en ısrarlı savunucularından Michael Ledeen bile National Review’daki yazısında askeri müdahale olasılığına hiç değinmiyor. BM Güvenlik Konseyi’nden yaptırımlar ve ambargo kararı çıkma olasılığı da yine aynı medya tarafından ”çok zor” biçiminde yorumlanıyor, ”Batı” içindeki çelişkiler, Rusya ve Çin’in isteksizliği vb… vurgulanıyor (örneğin, C.A. Robbins, Wall Street Journal, 23/01).
Özetle Batı medyasında İran’a yönelik sinyallerde bir bulanıklık söz konusu. Siz, İranlı yönetici olsanız, bu görüntü karşısında, pazarlık gücünüzün yükselmekte olduğunu düşünerek tutumunuzu katılaştırmaz mısınız? Böylece de ”kendinizi olduğunuzdan daha güçlü görmeye” ( Sun Tzu, Strateji Sanatı ), inisiyatifin size geçtiğini sanmaya başlarken aslında bir başka stratejiye alet olmaya hazır hale gelmez misiniz?
Uygarlıklar çatışması
Bu başka strateji, ABD’nin, Avrupa ile ittifakını güçlendirecek bir dış politika doktrini oluşturmak amacıyla, salt ekonomik-siyasi değil, soğuk savaş dönemindeki gibi ”uygarlık” ( ”yaşam dünyası” – life world) düzeyinde bir ”genel tehdit” saptama/yaratma çabasıyla yakından ilgili olabilir. Belki de bu yüzden İran sürekli ”Batı’ya” , ”uluslararası topluluğa” yönelik bir tehdit olarak sunuluyor. Zakaria’nın işaret ettiği gibi bu taktik işe de yarıyor: ”Batı ittifakı daha şimdiden güçlenmiş görünüyor… Hindistan, Rusya ve Çin’in işbirliğine yatma olasılığı her zamankinden daha güçlü…” (abç)
Eğer İran, ”uygarlıklar çatışması” paradigması içine oturtulabilir, yerel hegemonya girişimleri, ”uygarlık çapında” , ( ”İslam dünyası” üzerinde) bir hegemonya girişimi olarak sunulabilirse, İran’ın duruşu Batı’ya ”uygarlık” ( ”yaşam dünyası” ) düzeyinde bir tehdit olarak kurgulanabilir.
Bu bakış açısının gelişmeye başladığına, Bush yönetiminin sürece bu açıdan yaklaştığına ilişkin kimi gözlemler yapmak olanaklı. Örneğin, CIA ile yakınlığıyla bilinen stratejik analiz şirketi Stratfor’un editörü George Friedman geçen haftaki yorumunda, ”uygarlıklar çatışması” paradigmasına doğrudan gönderme yapmamakla birlikte İran’ın tutumunu, Ahmedinecad ‘ın ilk anda mantıksız gibi gelen sert çıkışlarını, İran’ın, ”İslam dünyası” üzerindeki giderek zayıflayan, hatta El Kaide’ye kaptırılan liderlik iddiasının geri kazanılmasına yönelik refleksler olarak görüyor, bu bağlamda İran’ın İsrail ve/veya ABD’den gelecek bir saldırıyı memnunlukla karşılayabileceğini vurguluyordu.
Eğer İran böyle bir role inandırıcı bir biçimde oturtulabilirse, salt ”Batı” bloku için yeni bir ittifak zemini bulmak olanaklı olmakla kalmayacak, Sünni devletlerin liderleri, İran’ın yeni rolünden giderek daha fazla rahatsız olacakları için, ”İslam dünyası” içindeki Şii/Sünni fay hattının, bölge çapında bir çatışmaya yol açacak biçimde kırılma olasılığı artacak. Böylece İran’ın hem bölgede hem de Irak’taki etkisine karşı önlem alınmış olurken İsrail’in karşısındaki güçler de parçalanmış olacak…
Bu taktik başarılı olabilirse, işte o zaman İran’a karşı bir ABD-Avrupa ortak saldırısı bekleyebiliriz. Ne de olsa İran, pazartesi günü değindiğim gibi, öncelikle ABD’nin imparatorluk projesine yönelik, giderilmesi gereken bir tehdit.
Bu yazılar 23 Ocak ve 25 Ocak tarihli Cumhuriyet Gazete’lerinde seri olarak yayınlanmıştır.