“Kendi çöplüğünde ötmek” böyle birşey olsa gerek. Uluslararası sermaye kendi koymuş olduğu kuralları (Bkz. Kyoto Protokolü) dahi çiğneyerek dünyayı çöplük haline getirirken, çevresel faktörlerin tetiklediği felaketleri, geniş yatırım olanakları sunan bir kar alanı olarak işletiyor. Dünya iklimi son 20 yılda daha önce hiç görülmediği kadar hızlı bir değişim gösterdi. Bu iklim değişikliklerinin doğal felaketleri ve […]
“Kendi çöplüğünde ötmek” böyle birşey olsa gerek. Uluslararası sermaye kendi koymuş olduğu kuralları (Bkz. Kyoto Protokolü) dahi çiğneyerek dünyayı çöplük haline getirirken, çevresel faktörlerin tetiklediği felaketleri, geniş yatırım olanakları sunan bir kar alanı olarak işletiyor. Dünya iklimi son 20 yılda daha önce hiç görülmediği kadar hızlı bir değişim gösterdi. Bu iklim değişikliklerinin doğal felaketleri ve salgın hastalıkları tetiklediği bilimsel olarak kabul görmüş durumda. Buna rağmen sermayenin yayılımı önünde engel teşkil eden hiçbir çevresel tedbir alınamıyor. İlaç tekellerinin DTÖ gibi kurumlarla el ele yürüttükleri politikalar sonucunda ilaç üretimi ve fikri mülkiyet hakları birkaç tekelin elinde toplanıyor ve üretim toplumun ihtiyaçlarına göre değil de, piyasa kurallarıyla işleyen bir hale geliyor.
Ortaya çıkan tablo insanlığın büyük felaketlere doğru sürüklendiğini gösterirken, bu gidişin sermaye açısından geniş bir yatırım olanağı sunması ve üstelik gidişatın değiştirilebilmesi için kapitalizmin bütün temel önceliklerinden vazgeçilmesinin gerekmesi, durumun daha da kötüleşmesine yol açmaktadır.
Dünya üzerinde küresel ısı ölçümlerinin yapılmaya başlandığı tarih olan 1866 yılından bu yana yaşanan en sıcak 10 yılın tümü 90’lı yıllarda gerçekleşti. Sıcak hava dalgası nedeniyle 1995 yılında Şikago’da 750 kişi öldü. Benzer bir sıcak hava dalgası nedeniyle 2003 yazında Avrupa ülkelerinde on binlerce insan hayatını kaybetti. O dönemde, Avrupa’nın beş ülkesinde hava sıcaklığının 30 yıllık ortalamanın 10°C üzerinde seyretmesi ve geceleri devam etmesi sonucunda 21.000-35.000 kişi öldü. Ortaya çıkan küresel çaptaki ısınmanın Amerika’da meydana gelen Katrina Kasırgası’nın oluşumunda büyük paya sahip olduğu yaygın bir görüş. İngiltere’de yayınlanan ‘New England Journal of Medicine’ dergisi felaketin nedenini şu şekilde açıkladı; “Katrina Kasırgası’nın oluşumunda küresel ısınmanın payı büyük. Küresel ısınma sonucu Meksika körfezinde sıcaklık giderek arttı, sıcaklık sonucu oluşan buharlaşmanın etkisiyle Katrina Kasırgası oluştu”. Küresel ısınma ve hava sıcaklığındaki değişimler enfeksiyon hastalıklarının yayılımına da neden oluyor: Dünya Sağlık Örgütü’nün 2003’te yayınladığı raporda sıcaklığın, mikropların yaşam sınırlarını belirlediği, salgınların zamanlamasını ve yoğunluğunu etkilediği belirtiliyor. Son 10 yılda dünya üzerinde daha önce görülmeyen birçok salgın hastalık ortaya çıktı. Türkiye’de ilk kez 2002’de ortaya çıkan ve 17 kişinin ölümüne neden olan Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi bunlardan sadece biri.
Dünyanın pek çok ülkesinde benzer zamanlarda ortaya çıkan ve milyonlarca insanın hayatını tehdit eden Kuş Gribi salgını ise hem Türkiye kapitalizminin hem de dünya emperyalist sisteminin halk sağlığı konusunda ne denli duyarsız, sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda ise ne denli vahşi olabileceğini gözler önüne seriyor. DSÖ’nün 29 Eylül’de yayınladığı raporda dünya üzerinde 116 kayıtlı Kuş Gribi vakasına rastlandığı ve bunlardan 60’ının ölümle sonuçlandığı bildirildi. Yine bu hastalık nedeniyle 150 milyon kanatlı hayvan imha edilmiş durumda. Şu ana kadar Rusya, Kazakistan, Vietnam, Endonezya, Kamboçya, Çin, Tayland, Vietnam, Japonya, Malezya, Kore Cumhuriyeti, Hırvatistan, Türkiye, Romanya, İngiltere ve Yunanistan’da rastlanan grip, hızla yayılmaya devam ediyor. BM’nin kuş gribine karşı küresel mücadeleyi örgütlemekle görevlendirdiği Doktor David Nabarro, gelecekte bir kuş gribi salgınının 150 milyon insanın ölümüne yol açabileceği uyarısında bulundu. Tüm bunlara ek olarak yakın bir gelecekte virüsün mutasyona (genetik dönüşüme) uğrayıp, insandan insana geçebilme yeteneği kazanabilmesi ihtimalinin yüksek olduğu üzerine yaygın bir kanı var.
“Bu tür bir şikayetle hastaneye başvurup kuş gribi teşhisi konan tek bir vatandaşımız bulunmamaktadır. Bu, dünyada rastlanan rutin hastalıklardan biridir, ortada bir olağanüstülük yok” R.T. Erdoğan.
Dünyada bunlar yaşanırken, Manyas’ta 800 hindinin bir gecede telef olması sonucu Türkiye’de de kuş gribi vakasının olduğu ortaya çıktı. Ama Tayyip Erdoğan’ın açıklaması yüreklere su serpici nitelikteydi! Eğitim ve sağlık hizmetlerinin piyasaya açılmasını, özelleştirmeleri ve bunlar gibi tüm halk düşmanı politikalarını, “tüm dünyada böyle” diyerek meşrulaştırmayı alışkanlık haline getiren Tayyip Erdoğan bu açıklamasıyla halkı “herkes gripten ölüyorsa biz de ölmeliyiz” noktasında ikna edebilecek gibi görünmüyor.
Erdoğan, konunun gerek yazılı gerek görsel medyada “çok çok abartılı” şekilde verilmiş olmasının kendilerini üzdüğünü vurgulayarak, “Bu, ülkemize ne getirir ne götürür. Bu sektörde sanayicimize, esnafımıza ne getirir ne götürür. Bunlar hiç düşünülmeden bu tür şeylerin ‘şok- şok’ şeklinde afaki bir biçimde anlatılması bütün o sektördeki girişimcileri sıkıntıya düşürmüştür” dedi. Açıklamalardaki en dikkat çekici nokta ise “ülkemize ne getirir ne götürür” diye başlayan cümlenin hiçbir yerinde insan sağlığıyla ilgili bir şey söylenmemiş olması. Tayyip Erdoğan’ın felaket senaryosunun hiçbir yerinde insan sağlığı geçmiyor “sanayiciler ve esnaflar” işte size ülke, gerisi kuru kalabalık! Tüm bu soğukkanlılık mesajlarına rağmen salgın söylentisinin hemen ertesinde meclis mönüsünden “tavuğun” çıkarılması ise göze çarpan bir diğer nokta.
Çernobil yalanları yüzünden kanser olan insanlar halen birer birer ölürken, Tayyip Erdoğan o dönemin çay sektörünü kurtarmaya girişen iktidarı gibi davranmaya devam ediyor. Virüsün pişirilmiş tavuktan bulaşmayacağı söyleniyor. Doğru: Ancak DSÖ’nün Ağustos ayında yayınladığı raporda şöyle deniyor: “İnsan vakalarının çoğu (ancak hepsi değil) ölü veya hasta kümes hayvanları ile veya pişirme sırasında direkt temas ile meydana gelmiştir”. “Küçük” bir politik cinlik yapıldığı hemen seziliyor değil mi? Pişmiş tavuktan hastalık bulaşmıyor ama tavuğu pişirirken bulaşabiliyor! Kuş gribi vakalarına dünyada ilk kez rastlanmıyor, böyle bir tehlike birkaç yıldır devam ediyor ve Türkiye kuşların göç yolları üzerinde olduğu için en riskli bölgeler arasında yer alıyordu. Bu tehdit bilindiği halde, aşı üreten ve tavuk hastalıkları ile ilgili araştırma yapan Manisa Tavuk Hastalıkları Araştırma Enstitüsü, AKP Hükümeti tarafından bir süre önce kapatıldı ve olası bir salgın karşısında Türkiye yabancı ilaç tekellerine bağımlı hale getirildi.
Ancak başbakanın haklı olduğu bir nokta da yok değil. Felaketler karşısında egemenlerin tutumu “dünyanın her yerinde” bizde olduğundan farklı değil. Üstelik insanların canı pahasına ekonomiyi felaketten korumaktan öte doğal felaketler ve salgınlar “dünyanın her yerinde” ekonomik ve askeri yayılma aracı olarak son derece yaygın biçimde kullanılmaktadır.
Kuş gribi salgını sonrası Türkiyede 55 bin adet bulunduğu ortaya çıkan ve hastalığı tedavi edebilen tek ilaç oldu ğu iddia edilen Tamiflu’nun üretici firması Roche, dünya üzerindeki talebi karşılayamamasına ve birçok ilaç firmasından üretim yapmak için talep gelmesine rağmen ilacın jeneriğinin [jenerik ilaç: aynı ilaç formülünün bir başka üretim süreci izlenerek üretilmesi]; bir başka firma tarafından üretilmesine izin vermiyor. İlacın ham maddesi olan yıldız anasonu bitkisinin hasadının %90’ı ise yine bu firmanın tekelinde. 220 milyon nüfusluk Endonezya’ya şu ana kadar sadece 10 bin kutu Tamiflu g
önderilmiş durumda, Türkiye ise 1 milyon ilaç sipariş etmesine rağmen Roche firmasının 500 bin ilaç gönderebileceği söyleniyor fakat bu rakamın gönderileceği bile kesin değil. Aslında entelektüel mülkiyet hakları Rumsfeld’in yönetim kurulu başkanı olduğu Gilead’a ait olup, karlı bulmadığı için üretimini Roche’a taşeronlaştırdığı ilacın tüm üretim olanaklarını elinde toplamış olan Roche daha fazla kar elde etmek için milyonlarca insanın salgın nedeniyle ölüm tehdidi altında bulunmasını umursamıyor. Birçok ilaç firması ilacın jeneriğini üretmek için Roche’a başvurduğu halde, Roche yalnızca ilacının fason üretimine izin vereceğini ilan etti.
Roche’un insan sağlığı karşısındaki bu umursamaz tutumunun uluslararası bir dayanağı var elbet. 1995’te GATS anlaşması kapsamında imzalanan ve tüm DTÖ üyesi ülkelerin en geç 2016 yılında uygulamaya koyması gereken TRİPS (Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) ilaç şirketlerine, toplumları salgın hastalıklarla ve ölümlerle baş başa bırakma yetkisi tanımaktadır. TRİPS’e göre ilaç şirketleri ürettikleri bir ilacın formülünü 20 yıla kadar saklama hakkına sahip olacaklar. Yani ilaç şirketleri, jenerik ilaç üretimine de en az 20 yıl ipotek koymuş olacaklar. Bu durum birçok ülkede ilaçların halkın erişemeyeceği kadar pahalı olmasına ve ülkeler arasında, formülleri aynı olan ilaçlar söz konusu olduğunda dahi muazzam fiyat farklılıkları oluşmasına neden olabiliyor. Örneğin Bayer firmasının ürettiği Ciprofloxacin isimli ilaç Mozambik’te 740 dolara satılırken, aynı ilaç Hindistan’da jenerik ilaç üretimi sayesinde 15 dolara satılabiliyor. TRİPS’in geçerli olması halinde bu olanak artık tamamen ortadan kaldırılmış olacak.
İlaç şirketleri TRİPS anlaşmasına gerekçe olarak yüksek araştırma maliyetlerini gösteriyorlar. Şirketlerin iddiasına göre bir ilacın araştırma maliyeti 900 milyar doları bulabiliyor ancak şirketler bugüne kadar hiçbir ilacın net araştırma maliyetini açıklamış değiller ve maliyetlerle ilgili “iyimser” tahminler harcanan miktarın 100 milyon doları bile bulmadığı yönünde. Araştırma bütçelerinin %50’sinin devletler tarafından karşılandığı da bilinen başka bir gerçek.
Üstelik ilaç üretiminin tümüyle piyasaya göre belirlendiği günümüz koşullarında, ilaç şirketleri yatırımlarını toplumsal önceliklere göre değil, bütünüyle kar oranlarına göre belirlemektedir. Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün verilerine göre 2003’de tüberkülozdan ölenlerin sayısı 2 milyon, HIV/AIDS’den ölenlerin sayısı 3 milyon, sıtmadan ölenler 2 milyon. DTÖ rakamlarına göre ise ishalden ölenlerin sayısı 2.2 ve zatürreden ölenlerinki 3.9 milyon olmasına rağmen, ilaç şirketleri araştırma bütçelerinin ancak %10’unu bu tür hastalıklara ayırıyorlar. Çünkü ilaç şirketlerinin esas ilgi alanını yoksul ülke halklarının gerçek sağlık sorunları değil, zengin ya da yoksul ülkelerin ensesi kalınları için “üretilmiş” olan yapay ama yüksek kar getiren “sağlık” harcamaları oluşturuyor. Dünyadaki hastalıkların yüzde 20’sini oluşturan zatürre, ishal ve sıtma için beş kuruş ayırmayan şirketler, kaynakların %90’ını iktidarsızlık, obezite, yaşlanma ya da kellikle mücadele gibi alanlara yönlendiriyor. En yoksul bölgelerde yaşayan halkların maruz kaldığı bazı tropikal hastalıkların tedavisine yönelik ilaç üretimleri ise günümüzde tamamen durdurulmuş vaziyette. Dünya üzerindeki 2.5 milyar insan hastalandığında gerekli olan ilaçlara ya hiç ulaşamıyor ya da ancak büyük zorluklarla ulaşabiliyor. Bu durumda zenginlerin kellik ve iktidarsızlık ilaçlarının araştırmalarını da ishal gibi basit hastalıklardan milyonlarcası ölen yoksullar finanse etmiş oluyor.
Kuş gribi gibi küresel salgınlar uluslararası ilaç tekellerinin değirmenine su taşımakla kalmıyor; emperyalizm her felaketi aynı zamanda askeri saldırganlık aygıtını güçlendiren yeni bir gerekçeye dönüştürmekte gecikmiyor. Sorunları çözmek yerine ağırlaştıran emperyalizm, çözümü felakete uğrayanı cezalandırmakta buluyor. İngiltere, kendisini grip vakası çıkmış ülkeler listesine yazdırmamayı başarıyor ve AB’den önlem olarak tavuk (dışsatımlarını değil), dışalımlarını durdurma kararı almasını talep ediyor. Grip salgını nedeniyle alınan karantina kararları salgından etkilenen ülkelere karşı bir ticari yaptırım ve şantaj aracına dönüştürülürken, ABD’nin salgın karşısında önerdiği tüm önlemler saldırgan bir emperyalist siyasetin izlerini taşıyor. Her fırsatta ABD’de Silahlı Kuvvetler’in gündelik hayatta daha fazla devreye girmesi gerektiğini gündeme getiren Bush, geçtiğimiz günlerde de kuş gribi salgınına karşı askerleri devreye sokmak için Kongre’den yetki istedi. Doğal felaketler öncesi ve sonrasındaki faaliyetler, arama ve kurtarma çalışmaları ve terör eylemleri için Silahlı Kuvvetler’in göreve çağrılmasını talep etti. Katrina sonrası ABD’ye de zaten ancak bu yakışırdı!
Tüm önceliklerini, ticari ve askeri yayılma stratejisine göre belirleyen dünyanın tek süper gücünün Katrina kasırgası öncesinde ve sonrasında sergilediği kurtarma rezaleti, neo-liberal devlet aygıtının tüm toplumu etkileyen felaketler karşısında ne denli aciz kaldığını ortaya çıkardı. Irak halkını “kurtarmak” için yüz binlerce kişilik birlikleri dünyanın öbür ucuna taşıyabilen ABD, New Orleans kentinde sırf arabası ve parası olmadığı için kenti terk edemeyen nüfusun yüzde yirmisini güvenli bir yere taşımak için gereken araçları gönderemedi!
George W. Bush’un Katrina’ya ilk tepkisi “Setlerin yıkılacağını ve New Orleans’ın yüzde 80’inin sular altında kalacağını kim tahmin edebilirdi ki?” demek oldu.
Felaket öncesinde halkın güvenli bir yere taşınmaması, setlerin onarılması için ayrılan bütçe payının kesilmesi nedeniyle setlerin onarılamaması ve felaketten 100 saat sonra bile halka tek bir yardım gönderilmemesi, ne felaketin büyüklüğüyle ne de anlık bir yönetim zafiyetiyle açıklanabilecek bir durumdur. Yoksul Küba Adası’nda aynı şiddetteki kasırgadan tek bir kişinin bile burnunun kanamaması nasıl sosyalizmin bir özetiyse; yoksul ve siyah New Orleans kentine yardım amacıyla henüz bir damla su ulaşmamışken, yağmacılara ve olası bir halk ayaklanmasına karşı öldürme yetkisiyle donatılmış özel timlerin bölgeye gönderilmesi de, neo-liberal devlet aygıtının özetidir.
Yoksullar ölürken devlet bölgeye özel mülkiyeti korumak için asker gönderir; üstelik kasırgadan canını henüz kurtarmış olan yoksulları öldürmek pahasına! Nitekim ABD’de felaket anlarında acil yardım timi olarak kurulan FEMA’nın (Federal Acil Durum İdaresi) esas işlevinin felaketzedeleri kurtarmak değil, olası halk isyanlarını bastırmak ve “felaketzadelere” rant alanları açılmasını sağlamak olduğu Katrina sonrasında iyiden iyiye gün yüzüne çıktı.
Diğer taraftan “doğal felaketler” kapitalizm açısından, bir nevi “neo-liberal seleksiyon ve temizleyicilik” görevi de görmektedir. Yoksulların sermayeden “çaldıkları” topraklar bu yolla yeniden “sahiplerine” devredilmektedir. Sular altında kalan New Orleans’ın halkı şimdi, Irak savaşının önde gelen şirketlerine verilen yeni imar ihalesi için evlerini terk etmeye zorlanıyor. Geçtiğimiz yıl Asya’da meydana gelen Tsunami felaketinin ardından da yıllardır turistik alanlardan bir türlü çıkartılamayan halkın “ölerek” bu toprakları terk etmesinden sonra, Dünya Bankası ve çeşitli finans kuruluşları bölgeyi turizm tekellerine açmak ve bir daha yoksulların ayak basmamasını sağlamak için “yeniden yapım ve yatırım olanakları” projesini y
ürürlüğe koymuşlardı. Tayland ve Malezya’da bulunan geleneksel balıkçı köyleri bu yağma projesiyle yoksullardan temizlendi ve bu bölgeler büyük turizm şirketlerine peşkeş çekildi.
Pakistan Depremi sonrasında ortaya çıkan tablo ise diğer felaketlerdekinden farklı değildi. ABD’nin Orta Asya’daki en önemli müttefiklerinden birisi olan bu ülkede depremde en çok hasar meydana gelen binalar genellikle okullar ve hastaneler oldu. ABD’nin teröre karşı mücadele programının en büyük destekçilerinde olan Müşerref rejimi bütçeden eğitime değil de silahlanmaya daha fazla pay ayırarak binlerce çocuğun ölmesine neden oldu. Türkiye’nin olduğu gibi Pakistan’ın da stratejik ortağı olan ABD ise deprem sonrasında 100 bin dolarlık sembolik bir yardım göndermekle yetindi. Ve ABD tıpkı Güneydoğu Asya felaketinde tsunami dalgaları konusunda bölge halkına haber vermeyip, bölgedeki en büyük askeri üssü olan Diego Garcia Üssü’nü korumayı tercih etmesi gibi, Afganistan savaşı nedeniyle binlerce birlik bulundurduğu Pakistan’da, felaket bölgesinin sadece birkaç mil kuzeyinde bulunan helikopterlerini, depremden sonraki bir hafta boyunca yardım çalışmalarına göndermedi.
Tüm dünyada iyiden iyiye belirginleşen tablo, emperyalizmin “doğal” felaketleri tam bir kapitalist yatırım ve sömürgeleştirme olanağı haline getirdiğini göstermektedir. Felaketler karşısında kapitalizmin en temel kuralları işletilmektedir: “Önemli olan insan hayatı değil, kapitalist girişimciliktir.” Oysa artık felaket de, doğal bir durum değil, “kendisini önceleyen politikaların devamı niteliğindedir”.
Doğal dengesi emperyalistler tarafından alabildiğine bozulmuş olan yerküre, sermaye açısından son derece karlı ölümler vaat etmekte; emperyalizm bu felaketleri sadece bir yatırım olanağına değil, yeni bir terör anlayışının gerekçeleri haline dönüştürmektedir. Felaketler karşısında gösterebildiği en “insani” tavır “bölgeye asker sevk etmek” ve dünya halklarını yeni terör uygulamalarına ikna edecek biçimde terörize etmekten ibarettir.
Devrim Dergisi – Kasım 2005 Tarihli Sayısı