Demokrasiyi sanki biraz anlamaya başladık gibime geliyor. Gerçi bunun kutlu bir milat olduğunu düşünsek de gazetelerin manşetlerinde Milli Milat ilan edilip televizyon haberlerinde ister Şok!, ister Biraz Sonra! vaveylasıyla kutlanmasını beklemek hiçbir demokrasi severe yakışmayacak bir safdillik olurdu. Demokrasinin tanımı, elbette sınırlarının saptanmasıyla belirlenir. Ve sınır bekçilerimiz son derece kuvvetli. Dünyanın konuşan bütün ülkelerinde güvenlik […]
Demokrasiyi sanki biraz anlamaya başladık gibime geliyor. Gerçi bunun kutlu bir milat olduğunu düşünsek de gazetelerin manşetlerinde Milli Milat ilan edilip televizyon haberlerinde ister Şok!, ister Biraz Sonra! vaveylasıyla kutlanmasını beklemek hiçbir demokrasi severe yakışmayacak bir safdillik olurdu. Demokrasinin tanımı, elbette sınırlarının saptanmasıyla belirlenir. Ve sınır bekçilerimiz son derece kuvvetli.
Dünyanın konuşan bütün ülkelerinde güvenlik mi insan hakları mı tartışmasıyla ömrünün en sarsıntılı meşruiyet krizlerinden birini yaşıyor demokrasi ülküsü. İnsana fazla geldiği, maalesef henüz hak edilemediği üstüne rivayet muhtelif. İnsan hayatının sözkonusu olduğu noktada ne kadar yüce de olsa bir ülküye tutunma gayreti anlaşılır gelmiyor her daim muhafazakâr, her daim sınır bekçisi olmuş güçlere. Tartının bir kefesine koydukları insan hayatını umursadıklarına inanmak, şimdiye dek sürdürdükleri politikaya baktığımızda inanılası gelmiyor elbet. Halklarından feragat etmesini bekledikleri haklar, demokrasinin can damarını besleyen, olmazsa olmaz koşullar.
Bu hal ve şerait altında memleketimizde de çevik sınır kuvvetleri, varlıkları, meşruiyet sınırları tartışmaya açıldıkça giderek daha sert bir üslupla hatırlatıyor: Haddinizi bilin!
Derin devlet diyegeldiğimiz güçler bütününün gemi iyice azıya almasıyla birlikte bu uyarıların da şiddeti artıyor.
İstikrar denen o büyülü kelime hayatın her alanında tepemizde kanlı bir kılıç gibi sallandırılıyor. İstikrar, birlik ve beraberliğin ağabeyi. Aman bir tatsızlık çıkmasın ideolojisiyle hepimizi felç etmiş, ‘sözde’ olmayan ‘kendi halinde’ bir vatandaşın düsturu olmuş bir mefhum, istikrar. Ekonomide zafer ilan edilen, işsizlik ve yoksulluğa asla bir faydası dokunmayan durgunluk halinin soylu adı olmakla kalmıyor, üstlerimize ve sadece üstlerimize kulak vermemiz gereken bir iletişimin de savsözü olarak tescilleniyor.
İstikrarın teminatı elbette Silahlı Kuvvetlerimiz. Gül’le konuşurken Lula’nın bir punduna getirip şakasını yaptığı güçlü ordumuz. İspanya’da vakitsiz konuşan bir generalin başına gelenleri dehşetle takip edip bu durumun Türkiye şablonunca okumasını yapan kimi akılverenler tarafından ağırlığının AB ölçütlerince değerlendirilemeyeceği iddia edilen, özge koşulların bize has ağırlıklı gücü. Türk ordusu.
1980 darbesinden sonra, ordu güdümlü en fazla iki partili, kolay denetlenebilir bir düzen tesis edebilmek amacıyla konmuş olan %10’luk seçim barajını tartışıyoruz durmadan. Kapısında beklediğimiz AB üyesi hiçbir ülkede görülmeyen bu yüksek barajdan vazgeçmek kimsenin işine gelmiyor. Kullanılan oyların %40’ının çöpe gittiği bir demokrasi tablosu kimsenin gücüne gitmiyor. Meclisin dışına itilenlere nanik yapılırken bu baraj da istikrarın önkoşulu olarak yutturuluyor. Pekiyi çoğulculuk, katılımcılık nerede kaldı? Memleket sendikasız bir şirket olarak düşünüldüğü için kararların bir an evvel çıkarılabilmesi, Türkiye resminin tek elden çiziliverip tescillenmesine istikrar deniyor. Yrd. Doç. Dr. Yılmaz Bingöl şöyle eklemiş: “Oysa çağdaş demokrasilerde istikrarla kastedilen demokratik normların, kuralların ve kurumların sürekliliğidir.”
Bize ne? Biz, ordumuzun gösterdiği yoldan bir türlü dönemiyor, cuntanın demokrasi yorumuyla yetiniyoruz.
Derindir hatırlamaz
Şemdinli’de patlak veren derin devlet, kimilerine pek inandırıcı gelmemişti. Bunca acemiliği derin devletimize yakıştıramayıp olayın ardında bin bir çapanoğlu aramak boşunaymış, anlaşılıyor. Meclis Şemdinli Olaylarını Araştırma Komisyonu Üyesi CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin yakınmış: “Araştırma Komisyonu sağlıklı işlemiyor, işleyemiyor. Bize yetki gerek. Bir çağrı çıkarıldığında isteyen geliyor, istemeyen gelmiyor. Gelenler de istediğini söylüyor. İstemediğinde bilgi vermiyor” Sonra da bir örnek vermiş: “Mesela Terörle Mücadele Daire Başkanı bir heyetle birlikte Şemdinli olayları sırasında İlçe’de bulunuyor. Ben komisyona geldiğinde sordum, ‘olaya karıştığı gerekçesiyle gözaltına alınan itirafçı’yı siz de sorguladınız mı?’ diye. Daire Başkanı, ‘Hayır, ben sorgulamadım’ şeklinde karşılık verdi. Ben, ‘Nasıl oluyor da doğrudan sizin çalışma alanınızla ilgili bir konuda sorgulama yapmazsınız?’ diye ısrar ettim. Sadece, ‘Yapmadım’ dedi. Oysa aldığımız duyumlara göre Daire Başkanı itirafçının sorgusuna katılmış. Yani istemezlerse gelenler Komisyona bilgi de vermeyebiliyorlar.”
Anlaşılan o ki, Susurluk yenilgisinden sonra bu millet Şemdinli olaylarından da herhangi bir şekilde kârlı çıkmasın isteniyor. Araştırma, soruşturma, hedefe kilitlenme, örgütlenme konularında üslup aynı. Şemdinli’nin de üstü usul usul örtülüyor. Bilirkişi heyeti araba üstünde çalışırken kalabalığa ateş açarak 1 kişiyi öldürüp 5 kişiyi yaralayan uzman çavuş da tahliye edildi işte. Derin devlet, fütursuzca etkisini gösteriyor.
Hemen akabinde Ağca’nın apar topar serbest bırakılmasının ardından sırıtan da onun gölgesi değil miydi?
Nazım Alpman daha birkaç gün önce hatırlatıyordu: “Abdi İpekçi cinayetinde Mehmet Ali Ağca’nın bindiği Anadol otomobili kullanan Yalçın Özbey, Almanya’da 1993’te uyuşturucu kaçakçılığından yakalandı. Hapishanedeyken 1995 yılında iki MİT mensubu kendisiyle dört gün görüştü. Görüşme milletvekili Fikri Sağlar’ın girişimi sayesinde kamuoyuna yansıdı. İpekçi ailesinin talebi üzerine İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi bu tutanakları istedi. Ama devletin güvenlik birimleri bu ifadeleri vermediler. Sonradan da kayboldu dediler.” Alpman, ifadalerin bir bölümünün 2006’da Milliyet’te yayımlandığını hatırlatıp devam ediyor: “MİT görevlileri şöyle soruyorlar: -Şimdi Yalçın bak açıkça ve mertçe soralım. Sen burada Türkiye için ne yapabilirsin? Sizin aktif göreviniz gibi üzerime düşen her şeyi yaparım! Açık cezaevine çıkar çıkmaz telefon ederim, yerimi söylerim.” O aslan gibi katil, tescullu uyuşturucu kaçakçısı delikanlı Yalçın’dan kim bilir neler istedi derin devletimizin şanlıları.
Kısacası, bilenler, sorgulayanlar, pazarlık edenler bilgilerini bizden saklıyor. Onların devlet sırlarını böylesine müptezel uyuşturucu kaçakçısı katillerle paylaşıyor olması içimizi yakıyor yakmasına, ama son günlerde gösterdikleri gözükaralık da sanki paniğe kapıldıklarının işareti olarak içimize su serpiyor.
Bildiri gelir
Ağca’nın kimsenin akıl erdiremediği tahliye hikayesinin ardında kimler vardı? Bunu araştırıp çıkarmak o kadar zor mudur? Böylesine vahim, böylesine hesaplı olduğu anlaşılan bir hata yapılmışsa, yapanlar hakkında ivecenlikle bir soruşturma açılması gerekmez mi?
Bu yanlış hesabı kim, nasıl, kimlerin telkiniyle yapmayı göze aldı? Bu katillerle oturup hasbıhal eden, onlarla memleket meselelerine çözüm arayan vatanseverler bir gün demokrasiyle aramızdan çekilecekler mi?
Genelkurmay gecikmedi, bir bildiri yollayıverdi: “Kontrgerilla, Gladio, derin devlet gibi kavramların Özel Harp Dairesi ile irtibatlandırılması gayretlerinin arttığı dikkati çekmektedir. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu tip suçlayıcı yazı ve yorumlar ülkemizde savunma zafiyetine yol açmaktadır.”
Biz de tam bundan söz ediyorduk. Gerçekten de bildiklerimiz henüz eksik. Bildiklerimizi de anlaşılan gevezeliğiyle kimilerini üzmüş büyüklerimizden öğrendik. Sözgelimi Kenan Evren. O gevrek sesiyle, ben de olayların içindeydim gururuyla şişmiş çocuksu bir telaşla az anlatmadı. Pekiyi ya Demirel? Bir başka duayen
Yavuz Donat’a ballandıra ballandıra anlatırken sanki o günlere dönmüştü. Sayın Ecevit deseniz, bu bombayı ilk patlatanlardan. Sonra devlet arşivlerine baksanız orada da devletin savcısı Doğan Öz’ün resmi raporunda rastlarsınız. Kontrgerilla gerçeğine.
Bu işin gizlisi saklısı kalmamıştır. Çanak çömlek patlayası hanidir. Bilgimiz eksikse bilgilendirmek bilgi kasalarının üstünde oturanlara düşer. Demokratik toplumlarda bu kadar sır yenip yutulamaz.
Bu katiller rahatlıkla gezemezse; katledilenlerin kayıp edilenlerin hesabı sorulur, böylelikle birbirimizin yüzüne bakabilir hale gelirsek ülkemiz bölünecek mi? Neresinden?
Saygınlığını korumak isteyen kurum, bu dönemeçte halkına malûmat verir. Talimat değil.
23 Ocak 2006
Radikal Gazetesi