Türkiye kuş gribine dördüncü kurbanını verirken ölümlerin failleri teker teker ortaya çıkıyor. Hastalık üç çocuğumuzun canını aldıktan sonra ilk fail ortaya çıkartılmış ve ev ev binlerce kanatlıdan bu ölümlerin “hesabı sorulmuş”tu. Şimdi 16 yaşındaki Fatma Özcan’ın ölümünden sonra da sanık sandalyesine “ihmalkar baba” Mehmet Emin Özcan oturtuldu. Tüm deliller Mehmet Emin Özcan’ın aleyhine idi. Cahillikten […]
Türkiye kuş gribine dördüncü kurbanını verirken ölümlerin failleri teker teker ortaya çıkıyor. Hastalık üç çocuğumuzun canını aldıktan sonra ilk fail ortaya çıkartılmış ve ev ev binlerce kanatlıdan bu ölümlerin “hesabı sorulmuş”tu. Şimdi 16 yaşındaki Fatma Özcan’ın ölümünden sonra da sanık sandalyesine “ihmalkar baba” Mehmet Emin Özcan oturtuldu.
Tüm deliller Mehmet Emin Özcan’ın aleyhine idi. Cahillikten ve vurdumduymazlıktan kaynaklı, belki de etnik kimliği ile de ilgili olabilecek ihmalkarlık onun siciline çoktan yazılmıştı. Kızının kimliğini doğumundan dört yıl sonra çıkartmış, devlet “Haydi kızlar okula diye” eğitim için canını dişine takarken(!), Mehmet Emin Özcan Fatma’yı okula bile göndermemişti. Milliyet Gazetesi ne de doğru yazmıştı: “Fatma hiç yaşamamıştı ki..” Onu hiç yaşatmayan ise açıktı: İhmalkar baba bu kez de tedaviyi geciktirerek genç Fatma’nın ölümüne de neden olmuştu. Kanal 7 televizyonu “Öldüren İhmal”e kahroluyor, vatandaşın bu cehaletine “isyan” ediyordu.
15 Ocak akşamı ana haber bültenlerini hazırlayanlar, tüm Türkiye’den, katil kuşların bir diğer suç ortağını bulmanın huzuru içinde yaşamlarına devam etmelerini, Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “Olayı abartmamalarını” istiyordu. Şu kuşlar bir temizlense, bir de ihmalkar vatandaşlar olmasa Türkiye bu sorunun üstesinden gelebilirdi.
Ancak “cahil ve ihmalkar baba”nın hastane koridorlarındaki sözleri bambaşka bir gerçeği, bambaşka bir yaşanmışlığı tüm Türkiye’nin gözlerinin içine sokuyordu. Baba Mehmet Emin Özcan kızının Doğubeyazıt’tan Van’a sevk edilmek istenmesi üzerine “Yeşil kartım yok. Kart çıkartmadan gidip oralarda sürünemem. Öleceklerse burada ölsünler. Burada tedavi edin” diye yırtınıyor, tedavinin ücretsiz olacağına bir türlü inanmıyordu.
Nasıl inansın ki? Bu devletin anayasasında yazılanlarla hastane kapısında yaşananların bambaşka şey olduğunu bilenler, bir doktorun “tedavi parasız olacak” sözlerine inanmayan Özcan’ı izlerken şaşırmıyorlardı. Emin olunmalı ki bu ülkenin “ihmalkar” ilan edilme potansiyeli yüksek çoğunluğu, Özcan’ın “Para almıyorlar ama senet imzalatıyorlar” diyerek sevke karşı çıkışını yoksul mahalle kıraathanelerinden ve gecekondulardan başlarını sallayarak, “Ortak kaderlerine küfrederek” izliyordu. Türkiye’nin küçük bir bölümü yaşananları ve Mehmet Emin’in sözlerini “şaşkınlıkla” izlerken, büyük bir bölümü o sırada televizyonda kendi öykülerini görüyorlardı. Çünkü bir iki yıldır Başbakan’ın “Hiç kimse hastanelerde rehin kalmayacak” sözü gerçekten de tutulmuş(!), insanlar senet imzalattırılarak hastanelerden taburcu edilmiş, herkesin ya kendisine ya da bir akrabasına, bir komşusuna, bir tanıdığına haciz gelmişti. Fatma Özcan’ın hikayesi, ölüme çaresizce teslimiyeti pekiştiren bir deneyim olarak yoksulların bilincine kazınıyordu.
Peki 16 yaşındaki bir kızın ölümüyle, tavuklarını teslim etmek istemeyen ve “Öleceksem ben ölecem” diye direnen köylünün görüntüleriyle “Cahil ve ihmalkar yoksulları” sanık sandalyesine çıkartanlara karşı yapacak hiçbir şey yok mu? Yoksulları kendisinin ve çocuklarının yaşamını, daha da önemlisi halk sağlığını tehdit eden “başka bir dünyanın ucubeleri” olarak sergileyenlerin bu iki yüzlü oyunlarını daha ne kadar bir seyirci gibi izleyeceğiz? Sermayenin kendi işlediği suçların sonuçlarını, “yoksullara karşı bir ırk ayrımcılığını” körüklemek için kullanmasına daha ne kadar izin vereceğiz? Bu hikaye hep böyle mi yaşanacak? “Öleceklerse burada ölsünler” diyerek kaderine teslim olmak dışında başka bir deneyim, yoksulların bilincinde yaygınlaştırılamaz mı?
Evet bu hikaye başka türlü yaşanabilir! Kuş gribi salgınıyla açıkça görüldü ki bu hikayenin başka türlü yaşanması bu toplum için bir “ölüm kalım” meselesidir. En büyük “ihmal” herkese eşit parasız sağlık hakkını savunan halk örgütlerinin, sendikaların, ilerici toplumsal güçlerin ataleti olacaktır. Örgütlü güçler, yoksulluğa ve ölüme teslim olmak dışında bir seçeneği acilen bu halka göstermek zorundadır. Tavuk çiftliği sahibi patronların acil talepleri için apar topar kaynak bulup, Bakanlar Kurulunu toplayan ve bu salgını da sermayeyi “yemlemek” için bir fırsat olarak değerlendirenlerin “tüccarca” hesaplarını bozmak için bir seferberliğe ihtiyacımız vardır. Bu milyonların paylaştığı “Ölürlerse burada ölsünler” çaresizliğine karşı “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” seferberliği olmalıdır. Kuş gribine karşı patronların zararlarını tazmin eden hükümet öncelikle sağlığı ticarileştirerek mağdur ettiği halkın uğradığı zararı tazmin etmelidir.
Hükümet tüm halka herkese parasız sağlık hizmeti sunacağını duyurmalı, herkesin hastanelere “korkmadan” başvurmasını sağlamalıdır. Kuş itlaf etmek için ev ev dolaşan hükümet, karantina altına aldığı bölgelerde yaşayan insanların tamamını hedef alan bir sağlık taraması için ev ev dolaşmayı acilen gündeme getirmelidir.
Ülke böylesi bir salgın tehdidi altındayken, sağlık hizmetlerini daha da ticarileştirecek ve işleyip işlemeyeceği sağlıkta özelleştirmenin bayraktarı Dünya Bankası tarafından bile bilinmeyen Genel Sağlık Sigortası macerasına son verilmelidir.
Kuş gribi tüm ülkeye yayılırken hastanelerde yüzlerce hemşirenin işine son veren hükümet bir an önce atılan personeli işe geri aldığını duyurmalı, Sağlık Bakanlığı kadrosunu güçlendirecek tedbirler almalıdır.
Kuş gribi salgınının yaşandığı bölgelerdeki hastanelerden yapılan açıklamalarda cihaz eksikliği sorunu sıklıkla gündeme getirilmekte. Ancak bu konuda Sağlık Bakanlığı olabildiğince duyarsız davranmaya devam etmekte. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin 4 Ocak günü bakanlıktan acilen 10 cihaz talep etmesine rağmen, bakanlığın cihazları 6 Ocak’ta ulaştırabilmesi ve pazarlık yapar gibi sadece 5 cihaz göndermesi bu duyarsızlığın en çarpıcı delillerinden biri. Hükümet derhal sağlıkta tasarruf yapmaktan vazgeçmeli, tüm hastanelerdeki tıbbi teçhizat sorununu çözmelidir.
Zarar ediyor diye kapatılan Manisa Tavuk Aşıları Üretim ve Tavuk Hastalıkları Araştırma Enstitüsü derhal açılmalı ve bu gibi kurumların sayıları arttırılmalıdır. Hükümet halkı büyük ilaç tekellerine mahkum etmemek için kuş gribinde kullanılan ilaçların “jeneriğini” üretme çalışmalarına başlamalı, bunu kısıtlayan uluslar arası anlaşmalar tek taraflı feshedilmelidir.
Kuş gribi yoksul çocukları sadece öldürmemekte, onların beslenmesine de tehdit etmektedir. Bugün özellikle yoksul çocuklar için tek protein kaynağı yumurtadır. Yumurta yemeyen bir çocuğun yaşadığı protein eksikliği onu ömür boyu etkileyecek ağır tahribatlar yaratacaktır. Bu eksikliği kısmen giderebilmek için tüm okullarda çocuklara hergün ücretsiz süt dağıtılmalıdır.
Bu talepler çoğaltılabilir ve hepsi bu ülkenin yoksulları için “Ölürlerse ölsünler” çaresizliğinden daha gerçekçi olacaktır. 16 yaşındaki Fatma’nın yüreğimize işleyen umutsuz bakışlarıyla, babasının medya tarafından mahkum edilen çırpınışının karşısında izlediğimiz hikayeyi tersine çevirebilmenin, sağlık sisteminin piyasalaştırmasını durdurup sanık sandalyesine gerçek sorumluları oturtmanın bir yolunu bulmak zorundayız. Yoksa o mezarlara nice Fatmalar uğurlayacak, sanık sandalyesine her gün aramızdan birilerinin oturmasına göz yumacağız.