Medyada her şey aynı anda gerçek ve aynı anda sanal olabilir, bu alemde gerçeğin görüntüsü dahi insanı bir yalana inandırmanın aracı olarak kullanılabilir. Peki en gerçekçi haliyle dahi yalan olabilen medya tarafından zihin dünyası “dengesiz beslenen” günümüz toplumuna yapıştırılıveren “bilgi toplumu” sıfatı gerçekte neyi tanımlıyor? İletişim tekellerinin elinde can çekişen medya bugün Habermas’ın tanımladığı anlamıyla […]
Medyada her şey aynı anda gerçek ve aynı anda sanal olabilir, bu alemde gerçeğin görüntüsü dahi insanı bir yalana inandırmanın aracı olarak kullanılabilir. Peki en gerçekçi haliyle dahi yalan olabilen medya tarafından zihin dünyası “dengesiz beslenen” günümüz toplumuna yapıştırılıveren “bilgi toplumu” sıfatı gerçekte neyi tanımlıyor? İletişim tekellerinin elinde can çekişen medya bugün Habermas’ın tanımladığı anlamıyla kamuoyu oluşturabilme misyonunu ne kadar gerçekleştirebilir? Sulandırılmış medya ortamına yoğunlaştırılmış muhalefet bilgileri katılsa kulak memesi kıvamında bir muhalif bilgi elde edilebilir mi? Peki kamusal alanla medyanın arasına girsek “televizyonunun önünden kaçıl”mamız mı gerekir? Medya kamuoyunun oluşumu üzerinde bu denli etkinse tası tarağı toplayıp buralardan gitmeli mi? Aşağıdaki çalışma bu sorulara cevap verme çabasına mütevazı bir giriş amacı taşımaktadır.
“İnsanoğlu 1969’da Ay’a ilk adımını attığında önümüzdeki çağın uzay çağı olacağı ileri sürülmüştü. Çok iyi hatırlıyorum, o günlerde uzay ile ilgili çeşitli haberler gazetelerde yayımlanıyordu. Haberlerde insanlığın gelecekle ilgili uygarlık düşleri de yer alıyordu. Bu haberlere göre 2000 yılında insanlar tatillerini geçirmek üzere artık aya gidecekti, uzayda çeşitli üsler kurulacak, ayda bitki yetiştirilecekti. Evlerde her şey otomatik olacak, her işi robotlar yapacaktı, elektronik beyin (o günlerde bilgisayar terimi henüz kullanılmıyordu, bilgisayarlar da zaten bu kadar yaygın değildi.) insanın yerine düşünecek, çözümler üretecekti”(1).
Şüphesiz 1969’da aya ilk defa ayak basılması insanlık tarihi için önemli bir gelişmeydi. Dönemin aceleci düşünürlerinin “uzay çağı” olarak adlandırdığı bu gelişmeden esinlenerek üretilen teknolojik fantazya ise insanlığa her şeyin çok daha güzel olacağı bir dünya tasavvur etmesini öneriyordu. Sadece robotların ezildiği güllük gülistanlık bir dünya hayali üçüncü bin yılın açlık, yoksulluk ve savaşlarla dolu kısa tarihinde unutulup gitti. “Uzay Çağı” saptamasından boşalan koltuğa ise alelacele “küreselleşen dünyamızda” diye başlayan, “bilgi toplumu” diye devam eden, yeni bir sanal imgeler alemi oturtuldu bile. Politikacısından, burjuvasına; işçisinden, esnafına kadar herkes artık “küreselleşen dünyamızla” ilgili ciddi bir birikime sahip. Ancak görünen başka bir gerçek daha var ki o da 21. yy. dünyasında, reel sosyalizmin yıkılışı ve sosyal devletin tasfiye edilmesiyle sermaye için açılan hareket alanlarında uluslararası sermayenin küresel salınımları dışında küreselleşen başka bir şey yok. Yani en başından beri kapitalizme içkin yönelimlerin iyiden iyiye belirginleşmesi dışında “küreselleşen dünyanın” başına henüz iyi bir şey gelmiş değil.
Ancak gerek küreselleşme gerekse bilgi toplumu kavramlarının gündelik kullanımda bu denli yaygın hale gelmesinin en önemli gerekçesi kuşkusuz iletişim araçlarının dünyayı küresel bir köy haline getirdiği yönündeki tanımlama. Televizyonun, cep telefonlarının ve özellikle de internetin yarattığı, “bilgiye sınırsız erişim” olanaklarına sahip olan bir toplum olduğumuz ön kabulü bizi otomatik olarak “sınıfsız-sorunsuz” bir toplum tanımına götürüyor: “bilgi toplumu”.
Başkasının Bilgisinin Toplumu
Peki Cahil bir toplum olmaktan çıkıp da bilgi toplumu olarak adlandırmamıza değin geçen süreçte neler oldu ya da şöyle diyelim ne öğrendik ki birileri bize bilgi toplumu ünvanını layık gördü? Bu noktada öncelikle bu sıfatın toplum tarafından talep edilmediğini “birileri” tarafından verildiğini söylemek gerekir. Aslında topluma “iltifat eden” bu birileri, iletişim sektörünün başında oturanlardan başkası değil. Özellikle 80 sonrasında tüm dünyada yaşanan özelleştirmeler, iletişim sektörünü bir metaya dönüştürdü. Üstelik yalnızca özelleşen kurumlarda değil devlet idaresindeki kurumlarda da karlılık temel ölçüt haline gelmeye başladı. Daha genel anlamıyla bakıldığında ise eğitimin piyasaya açılmasıyla bilgiye erişim olanakları büyük ölçüde sermaye egemenliğine girmiş oldu. Nicholas Garnham’ın Medya ve Kamusal Alan isimli makalesinde bu durum şu şekilde tanımlanmaktadır: “Bütün bunlar, genellikle bu gelişmeleri destekleyenler tarafından enformasyon toplumu ya da enformasyon ekonomisi olarak adlandırılan bir eğilimin örnekleri olarak sunulmaktadır. Bu eğilimin sonucu, kültürel sektörde pazar anlayışı ile kamu hizmeti anlayışı arasındaki dengenin pazar lehine kayması ve hakim kamu enformasyonu tanımının, “kamu malı” biçiminden “özel mal”a doğru değişmesi olacaktır.”(2). İletişim alanında bilgiye ulaşma olanaklarının yaşadığı bu dönüşüm, müşterisiyle tüketicisi birbirinden ayrışmış bir medya ortaya çıkarmaktadır. Medyanın ana hedefi reklam yoluyla kar elde etmek ve müşterilerini (reklam verenlerini) memnun etmek olurken, toplum bu çıkar ilişkilerine hiçbir şekilde müdahil olmamasına rağmen satıcı ve alıcı arasındaki bu ticari döngüye maruz kalmaktadır. Reklam verenin temel talebi medya aracılığıyla tüketimi artırmak ve genel olarak da bilgiye erişim olanaklarını kendi sınıfsal dar görüşlülüğüne hapsetmek yönündedir. 21. yüzyıl toplumuna aynı anda hem “bilgi toplumu” hem de tüketim toplumu olabilme sıfatı kazandıran gelişme bilginin ve tüketimin bu denli içiçe geçmiş yapısıdır.
Belli bir sınıfın tekelinde toplanmış bilginin, o sınıfa ait çıkarları kollayacağını kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Şu durumda bireyin egemen bilgiyle kurduğu ilişki onun nesnel temellere dayalı bir fikir sahibi olmasını sağlamamaktadır. Medya aracılığıyla kitlelere ulaşan bilgiyi; genel-gündelik haberler, belgeseller, tv-gazete yorumları olarak tanımlarsak, burada yalan haberciliğin, öznel yorumları içerisinde barındıran haberlerin, hatta bilimsel olmaktan uzak metafizik açıklamalara dayalı belgeselciliğin son derece yaygın olduğu görülmektedir. Topluma belli bir sınıfsal-ideolojik bakış açısının süzgecinden süzüldükten sonra ulaşan bilgi genel olarak gerçekleri çarpıtmakta, sulandırmakta ve birer tüketim nesnesi haline getirmektedir. Böylesi bir bilgi ise kişinin gerçek anlamıyla bir bilgi sahibi olmasını sağlamamakta aksine yüzeysel ve toplumun genel çıkarlarıyla tezat bir bilgi-fikir dünyasının oluşmasına neden olmaktadır.
İletişim sürecinde bireyin bir doğru veya yanlış bir fikir sahibi olmasını sağlayan bir diğer etkense; magazin programları, diziler, reklamlar ve Big Brother tarzı yapımlarla oluşmaktadır. Burada oluşan “hayat bilgisi” somut bir bilgiye dayanmaksızın daha çok kodlanmış bir burjuva dünya görüşünü yansıtmaktadır. Nicolas Garnham adı geçen makalede toplumun iletişim süreci içerisinde yaşadığı pasif dönüşümü şu şekilde tanımlıyor: “Gündelik toplumsal ilişkilerimiz, birey olarak taşıdığımız toplumsal kimliklerimiz dolayımlanmış karmaşık süreçler içinde biçimlenir. Böylece kendimizi giderek daha çok, pembe diziler, romanlar, filmler, şarkılar vb.’den oluşan bir iletişim süreci içinde ve onun vasıtasıyla oluşmuş kimliklerimizle eş, aşık, baba, anne, arkadaş, komşu ve tüketiciler olarak görürüz. Çoğunlukla da bu rolleri, büyük ölçüde ekonomik üretim ve dağıtım sistemi tarafından belirlenmiş ve temin edilmiş tüketim nesnelerini kullanarak oynarız”(3). Bu dikkate değer saptamadan yola çıkarak günümüz toplumunda bir çok kişinin, bireysel, toplumsal yada sınıfsal bir kimliğe sahip olmaktan çok “medyasal” bir kimliğe sahip olduğu söylenebilir.
Tarihin sonunun geldiği teziyle taçlanan post-modern düşünce yapısı, bireylerin “ne de olsa sonu gelmiş olan tarihle” ve dolayısıyla gelecekle tüm bağlarını kopartmaktadır. Bu kopuş kendi doğal sonucu olarak piyasa toplumu içerisinde kaybolmamak için medyayı ve tüketici kimliğini tek çıkar yol olarak gören bir kişilik yapısını önermektedir. Tarihin akışı karşısında edilginleşmeye zorlanan birey piyasa koşulları içerisinde Zizek’in deyimiyle “psikolojik bireye” dönüştürülmektedir. “Bir kez bu “psikolojik” birey olarak özne ideolojisi içinde tarif edilince, otomatik bir biçimde, bütün bu değişikliklerin piyasa güçleri tarafından itilip kakılmanızın değil kişiliğinizin ürünü olduğu şeklinde yorumlamaya meyledeceksiniz”(4). Bu savunmasız olduğu hissiyatıyla kuşatılmış insan yapısını besleyen tek şey elbette medya değildir. Sosyal devletin tasfiye edilme süreci içerisinde oluşan bu “psikolojik birey”, Sosyal hakları giderek gasp edilen, sosyal güvenceden yoksun, eşit eğitim ve eşit sağlık hizmeti alma olanakları büyük ölçüde yok edilmiş, kelimenin gerçek anlamıyla savunmasız bir vaka’yı tanımlamaktadır. Medyanın burada oynadığı rol ise bu “çaresiz” insan tipolojisini devletle tüm bağları kopmuş özgür bir insan olarak tanımlamak ve bu “mecburi özgürlüğü” özendirmektir. Zizek’in tanımlamasının bir ayağıda bu nokta üzerinde yoğunlaşmaktadır: “Eğer esnek çalışma sistemi sizi her yıl işinizi değiştirmek zorunda bırakıyorsa, neden bunu sürekli bir mesleğin sınırlayıcılığından kurtuluş olarak, kendinizi yenilemek ve kişiliğinizin gizli kalmış potansiyellerini keşfetmek için fırsat olarak değerlendirmeyesiniz? Standart sağlık ve emeklilik sigortası yetersizse ve güvence için ekstra yatırımlar yapmak zorundaysanız, niçin bunu bugünü iyi yaşamak ile geleceği güvenceye almak arasında fazladan bir seçme fırsatı olarak görmeyesiniz? Bu açmazlar sizi endişelendiriyorsa, ‘ikinci modernite’ ideologları, ‘özgürlükten kaçış’ arzusu duyduğunuz ve yeterince olgunlaşmadığınız için eski güvenli biçimlere sarılıp kaldığınız teşhisini yapıştırıverecektir”(5).
Medyanın İdeal “Bireyi”
Böylesi bir tarihsel an insanların topluca düşünüp tartışabilmeye ve kurtarıcı bir “ütopyaya” en çok ihtiyaç duydukları andır. Ancak bu ihtiyacı yaratan tarihsel an kendi ideolojik aygıtlarıyla, birliği paralize etmekte ve oluşmadan yok etmektedir. Eski MİT müsteşarını dahi komünist olmaya “heveslendiren” ancak toplumda genel olarak böylesi bir algı düzeyinin oluşmasını engelleyen ideolojik argümanın cephaneliği medyaya “maruz kalınan” her an hissedilmektedir.
Toplumsuzlaştırılan bireylerin bir ideolojik argüman olarak en net görüldüğü programlar ülkemizde de sayısız örneği bulunan “Big Brother” tarzı yapımlardır. Savunmasız, toplumsuz, özgür ve hayatta kalma mücadelesi veren bireylerden oluşan bu “kamusal alan” izleyiciye yalnızca soyut bir düşünme biçimi değil aynı zamanda etten kemikten bir “psikolojik birey” de sunmaktadır. Ve o bireyle kurulan her pozitif ilişki izleyiciyi biraz daha piyasa tahakkümüne sokmaktadır. Aslında post-modernizmin tanımladığı apolitik, özgür ve ancak kişisel kurtuluşu için mücadele eden bir birey tarihin hiçbir bölümünde olmamıştır, bugün de öyle bir insan yoktur, olamaz. Burada tanımların hangi toplumsal tabakanın bakış açısıyla yorumlandığı son derece önemlidir. Kelimelerin biraz altı eşelendiğinde apolitikliğin; burjuva ideolojisinin burjuva dışı sınıflardaki örgütlenmesini, post-modern özgürlük tanımlamasının; piyasanın kurallarına boyun eğmiş bireyi, bireysel kurtuluş mücadelesinin ise verili toplumsal yapı içerisinde “imkansızı” tanımladığı söylenebilir. Şu durumda televizyonlara yansıyan o hayatlar hiç olmamıştır ve olamayacaktır da. Doğrudur; aksi takdirde alelade bir insan hayatının bu denli reyting alması mümkün değildir. Bu programlarda toplumun dikkatini çeken, önerilen ama aslında olmayan bir hayatın ilginçliğidir. Yaşamaya çalıştığınız hayat eğer hiç olmamışsa o durum da ne yapardınız? İşte yapabileceğiniz tek şey o hayatı imrenerek bir televizyon programından izlemek dışında bir şey olamazdı.
Diğer taraftan medyanın “apolitizm”i ürettiği bir diğer kaynak da, haberleşen magazin ve magazinleşen haber olmaktadır. Her iki durumda da belirleyici olan haber değil, magazindir. Televizyon karşısına geçip de patronunun çocuğunu Laila’da eğlenirken gören çalışan o milyarlarca lira dökülen o eğlencedeki kendi kristalleşmiş emeğini, göremez, görse de öfkelenemez hale getirilmiştir. Çünkü orada yaşananın sanal bir imge olduğu ve gerçek hayatla, ezen-ezilen ilişkisiyle, emek-sermaye çelişkisiyle hiçbir bağı olmadığı imgesi yaratılmaktadır.
Türkiye toplumunda en genel algı düzeyi çok kaba bir sınıflandırmayla ikiye bölünmüştür. Bu bölünme muhafazakar (ırkçı-islamcı-geleneklerine bağlı) ve liberal (batıcı-demokrat) iki kesim biçiminde körüklenmektedir. Bunlardan liberal düşünce tarzı Türkiye burjuvazisinin genel eğilimlerine ve yaşam biçimine (ve olanaklarına) daha uygun düşmektedir (burada burjuvazinin siyasi tercihinden değil yaşam biçimi tercihinden bahsedilmektedir). Televizyonun magazinel, boyutu (gerek dizilere, gerek magazin programlarına içerilmiş olsun) liberal-batıcı değer yargısının somutlaşmış-ideal biçimlerini göstermektedir. Ancak ülke medyası bu yaşamı bir toplumsal ütopya olarak lanse ederken topluma ise muhafazakar düşünüş biçimini önermektedir. Aslında “magazin dünyası” toplumun genelinin değer yargılarını olumsuz bir biçimde paralize eden şirin bir toplumsal sapma olarak lanse edilmektedir. Dolayısıyla magazine eşlik eden temel toplumsal algı; izleyerek onun üzerinde hegemonya kurduğunu düşünen ve onu küçümseyen bir algı olagelmektedir. İktidarın hedeflediği de tam olarak budur. Magazin programlarında zenginler izlettirilmekte ancak diğer taraftan bu yaşam biçiminin pek de matah bir şey olmadığı fikri yayılmaktadır, dolayısıyla kendi üretimleri üzerinde yükselen bu lüks ve refah dolu sınıfa alt sınıfların imrenmeyle ama en çok da küçümsemeyle bakarak kendi yoksul ama muhafazakar yaşam biçimlerini tekrar tekrar olumlamaları sağlanmaktadır. Bu olumlama izleyiciyi pasifize eden bir “yoksul tesellisi” yaratmaktadır.
Peki Ya Kamusal Alan?
Yukarıdaki iki örnekte anlatılmak istenen özetle, medyadaki bireyin toplumun kolektif algısını zayıflatmayı hedeflemekte olduğudur. “(ticari) Medyaya çağdaş toplumda düşen rol var olan toplumsal yaşam ile aynı verili maddi koşullarda o toplumda yaşayanların önemli bir kısmı için mümkün olabilecek değişik ve daha iyi bir yaşam tarzı arasındaki farkı muğlaklaştırmak, anlamsızlaştırmak ve giderek buharlaştırmaktır. Başka bir anlatımla medya “ütopyalar” arayışını anlamsız, gereksiz kılmaktadır”.(6)
Bu tespite bir de bilginin tek taraflı kullanımı eklendiğinde, günümüz medyasının bir burjuva misyoneri işlevi görmekte olduğunu söyleyebiliriz. İlk kez İkinci Dünya Savaşı sonrasında Habermas’ın tartışmaya açtığı kamusal alan yine onun kelimeleriyle ancak “tek tek bireylerin bir kamuoyu oluşturabilecek bir biçimde bir araya gelmesi”şartıyla oluşabilir. Burada önemli olan bireylerin bir arada bulunma eylemi değil bu eylemi gerçekleştirirken oluşturdukları fikirdir. Demokratik bir kamuoyunun oluşabilmesi için Habermas bir takım ön koşulların mevcut olması gerektiğini söyler, “Yurttaşlar ancak, genel yarara ilişkin meseleler hakkında kısıtlanmamış bir tarzda, yani toplanma, örgütlenme, kanaatlerini ifade et
me ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiş biçimde tartışabildiklerinde kamusal bir gövde biçiminde davranmış olurlar. Bu tür bir iletişimin daha genel bir kamusal gövde içinde gerçekleşmesi, bilginin muhataplarına aktarılmasını ve onların etkilenmesini mümkün kılacak araçlar gerektirir”(7). Özgür bir kamuoyunun oluşabilmesi için; tek tek bireylerin kendi bireysel ihtiyaçlarının tatmin edilmesi için gerekli olan toplumsal dönüşüm konusunda kolektif bir öngörüde bulunması ve bu öngörünün bir takım yaptırım araçlarına sahip olması gerekir. Bunun oluşabilme araçlarından biri de basın yayın organlarıdır. Ancak günümüz dünyasında basın-yayın kavramının yerini almış olan medyanın kamuoyu oluşumu üzerindeki etkisi kamuoyunu oluşturacak olan kamusal alanı daha doğmadan öldürmek yönünde olmaktadır. Medya; mevcut biçimiyle her tür kolektif düşüncenin yerine kendisini koymaktadır. Kamuoyunun medyadaki egemen kullanımına dikkat edilirse medyanın kamuoyu derken aslında kendisini dolayısıyla egemenlik ilişkileri içerisindeki bir katmanı tanımladığı görülebilir. Köşe yazarları, haber sunucuları, Tv yorumcuları, kamuoyunun temsilcileri olarak lanse edilmektedir. Oysa genel olarak bu kişiler toplumla hiçbir organik ve düşünsel bağı kalmamış “plaza mahlukları”na dönüşmüş durumdadırlar. Ayrıca, medyanın ideolojik desteğiyle yaratılan “psikolojik birey” kamusal alan içerisinde hiçbir biçimde yer almayan bireydir. Medya kamusal alanın oluşumu üzerindeki bu etkisiyle de ortak fikir üretim alanlarını kuraklaştırmaktadır. Tüm bunlara ek olarak gazete ve televizyonlar aracılığıyla toplumun bir çok konuda yanlış yönlendirilmesi-bilgilendirilmesi de, doğru fikir üretme olanaklarını yok etmektedir. Kimi post-modern ideologlar talk-şovları birer kamusal alan olarak tanımlasalar da buralarda fikir üretmeye yönelik bir faaliyet olmaması nedeniyle bu tanımı pek ciddiye almak mümkün olmamaktadır. Talk-şovlar olsa olsa medyanın körüklediği yalnız bireyin ihtiyaçlarını farklı bir düzeyden tatmin etme pazarı olabilir. Günümüzde medyanın artık bir kamusal alan olmaktan çıktığı hatta gerçek anlamıyla kamusal alanı yok etmeye çalışan bir aygıta dönüştüğü söylenebilir.
Ara başlıkta sorduğumuz soruya cevap verebilmek için öncelikle kısmi bir sosyal analize ihtiyacımız olacak. Günümüzün neo-liberal piyasa anlayışı içerisinde yoksul sınıfların eğitim olanakları giderek yok edilirken bu durum tek taraflı bilgi beslemesiyle birleştirildiğinde bu sınıfların kamusal alandan dışlandığı söylenebilir. Oysa gerçek anlamıyla bir kamusal alandan söz edebilmek toplumun değiştirici dinamiği olan alt sınıfların kendini ifade edebilmesi ve düşünce üretim mekanizmalarına demokratik bir biçimde katılması önkoşuldur. Bunun olanaklarının tümüyle yok edildiği bir toplumda demokratik bir kamusal alanın oluşumu, ancak kamusal alanın oluşabilmesi koşulları için verilen uğraşlar sürecinde ortaya çıkabilir.
Nasıl ki burjuvazinin özgür emeğe duyduğu ihtiyaç, Avrupa aydınlanmasının itici gücü olduysa, bugünün aydınlanma hareketi de; insan bilincini; barınma, yeme-içme, sağlık gibi en temel ihtiyaçlara daraltan neo-liberalizmin karanlığına gömülmüş olan yoksul kesimlerin, özgürlüğün ve aydınlanmanın ön koşulu olan toplumsal ihtiyaçları için vermekte olduğu mücadelelerden beslenecektir. Böylesi bir ortamda özgür bir kamuoyu oluşumu ancak insanın en temel ihtiyaçlarının kolektif çözümü aşamasında yaratılabilir. 21. yy’ın aydınlanma hareketi, ne gökten düşecek ne de televizyon ekranlarından fırlayacaktır, bu yy’ın aydını,düşünürü olmak için ne fezaya ne de televizyona çıkmaya gerek olmayacak. Ne mutlu bize!
1- Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın BİLİŞİM ÇAĞI VE TÜRKÇENİN SORUNLARI
2- “Medya ve Kamusal Alan” Nicholas Garnham, Çeviren: S. Alankuş ve H. Tuncel
3- İnsan Haklarına Karşı -Slavoj Zizek, Kaynak: Sendika.Org
4- İnsan Haklarına Karşı -Slavoj Zizek
5- “Türkiye’de 1980 Sonrası Medyanın Gelişimi ve İdeoloji Gereksinimi”, Prof. Dr. A. Raşit KAYA
6- Prof. Dr. A. Raşit Kaya
7- “Kamusal Alan” Jurgen Habermas