Avrupa Birliği’ne (AB) girince her şeyin “güllük gülistanlık” olacağının düşünenler, AB’ye üyelik sürecinde katlanılması gereken zahmetler olduğunu düşünenler, bir turnusol kağıdı işlevi gören sosyal güvenlik konusunda renklerini ve saflarını ortaya koymaktadırlar. AB’ye üyeliği savunan sol cenah (dar ve geniş anlamda) üyelik sürecinde, küreselleşmenin gerekli ve zorunlu kıldığı rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak için feragat […]
Avrupa Birliği’ne (AB) girince her şeyin “güllük gülistanlık” olacağının düşünenler, AB’ye üyelik sürecinde katlanılması gereken zahmetler olduğunu düşünenler, bir turnusol kağıdı işlevi gören sosyal güvenlik konusunda renklerini ve saflarını ortaya koymaktadırlar. AB’ye üyeliği savunan sol cenah (dar ve geniş anlamda) üyelik sürecinde, küreselleşmenin gerekli ve zorunlu kıldığı rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak için feragat edilecek “noktalar” olduğunu da kabul etmektedirler. Özellikle sosyal politika ve sosyal güvenlik alanında bilgi üreten sosyal demokratlar (akademisyeninden akademi dışı düşünürüne kadar) AB’ye üyelik süreci ve rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak kaygısı ile tarihsel görevlerini ve sorumluluklarını “unutarak”, sosyal politikaya ve sosyal güvenliğe, koşullar itibari ile, en çok sahip çıkılması gereken bir dönemde sırt çevirerek kapitalist sistemin sürekliliğini garantiye alacak önerilerde bulunabilmektedirler. Bu tür yaklaşımın son örneği Devrimci DİSK’in devrimci sendikası Birleşik Metal-İş’in “bilimsel” yayını olan ve sınıf mücadelesinin parçalarından biri olan Çalışma ve Toplum dergisinin son sayısında yayınlandı. İki yazıyı karşılaştıranlar devrimci ve sosyalist bakış ile sosyal demokrat, kapitalist sistemin istikrarını isteyen bakış arasındaki farkı çok net olarak görebilecektir. Bu nedenle bu yazı ile birlikte Çalışma ve Toplum dergisinin son sayısındaki yazıyı birlikte okumanın yararlı olacağını düşünüyorum (“Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Öngörülen Reform Sorunlara Çözüm mü?” başlıklı ve Prof. Ali Güzel imzalı bu yazıya Birleşik Metal İş’in web sitesinden ulaşılabilir). Yazının linki: http://www.calismatoplum.org/sayi7/makale7.htm
Bazı riskler nedeniyle bireyin gelirinin azalmasına veya gelirinin kesilmesine karşı bir önlem olarak tanımlanan ve devlet tarafından kapitalist sistemi sürdürme olanağı yaratan sosyal politikanın önemli bir aracı olarak başvurulan sosyal güvenlik olgusunun ortaya çıkışını hazırlayan süreç sanayileşmeden çok, onun bir ürünü olan işçi sınıfının taşıdığı potansiyel başkaldırı tehlikesidir. Öyle olduğu için de modern anlamda sosyal güvenliğin klasik dönemi kabul edilen evre, XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarıdır. Bu dönemin temel özelliği, işçilerin iş kazaları, meslek hastalıkları nedeniyle büyük gelir kayıplarına uğrayarak, sistem için sorunlu bir grubu oluşturmasıdır. Çalışma sürelerinin oldukça uzun, ücretlerin düşük olduğu bu dönem, işçi sınıfının huzursuzluğunu açıkça ortaya koyduğu, sosyalist hareketlere yöneldiği dönemdir de. 1848 devrimleri, ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme geçiş, sosyalistlerin işçi sınıfı içinde artan gücü mevcut düzeni, sistemi tehdit etmeye başlamıştı. Gelecek güvencesi kalmayan, huzursuz, sosyalistlerle bağını her geçen gün daha da arttıran işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için bir sosyal politika olarak sosyal güvenliğe ihtiyaç vardı. Böyle olduğu için de sosyal güvenliğin gelişim tarihi biraz da işçi sınıfının mücadelesi, bu mücadelenin yarattığı tehlike, kaygı ve korku ile de ilgilidir. Tehlikenin büyüklüğü, sosyal güvenlik açısından sermayeyi daha büyük tavizler vermeye itmiş, düzeni, bir uzlaşma önerisi olarak sosyal güvenlik aracını kullanmaya zorlamıştır. Böyle olduğu için de zamanla, kendisini “hukuk devleti”, “sosyal hukuk devleti”, “refah devleti”, “sosyal refah devleti” olarak sıfatlandıran ülkeler, ki bunların çoğu bugün AB’yi oluşturan ülkelerdir, bunun bir gereği olarak sosyal güvenliği bu sıfatlandırmanın içinde yer alan ve temel ilkeleri oluşturan haklardan biri olarak kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Sosyal güvenlik olgusu, özde bireyin karşılaşacağı ve yaşamı için tehlike oluşturan olaylara karşı bir güvence olup, tehlikeyle karşılaşan ve yoksulluğa düşen bireye asgari bir güvence sağlamayı amaçlamaktadır. Bu nedenle de sosyal güvenlik politikalarının temelini ekonomik ve sosyal risklerin bireyler üzerindeki etkilerini giderme çabaları oluşturmaktadır. Çalışma gücünü olumsuz yönde etkileyen hastalık, yaşlılık ve sakatlık gibi bedensel riskler; çalışma gücünü etkilememekle birlikte onun kullanımını önleyen işsizlik bu türden riskleri oluşturmaktadır. Bu risklerle karşılaşan birey geçici ya da sürekli olarak gelirden yoksun kalmakta, ekonomik güvensizlik ortamına itilmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ/ILO), 1952 yılında, “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin 102 Sayılı Sözleşme” ile bu riskleri dokuz ana başlık altında toplamıştır. Bunlar, hastalık (sağlık yardımı), hastalık (gelir kaybını karşılayan ödenekler), işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm ve aile yükleridir. Sözleşmeyi onaylayan ülke bu risklerden en az üçüne karşı bir koruma getirmek zorundadır. Ancak kabul edilecek bu üç riskten birinin, işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, sakatlık veya ölüm risklerinden biri olması gerekir. Sözleşmenin bağlayıcılığı çerçevesinde bakıldığında, asgari sınırın ne kadar düşük tutulduğu açıkça görülmektedir. Kuşkusuz bu sözleşmenin hayata geçişi de işçi sınıfının mücadelesinin yaratacağı korku ve kaygıya bağlı olarak değişecektir. Güçlü mücadelenin olduğu yerlerde “demokratik uzlaşma”nın gereği olarak “hak” ya da “rüşvet” olarak teklif edilecek korporatist takas unsurlarının kapsamı da değişecektir. Kısacası sosyal güvenliğin kapsamı ve düzeyini belirleyecek olan işçi sınıfının sahip olduğu güç ve potansiyel tehlikedir, yoksa AB’yi mistifiye edenlerin ileri sürdüğü gibi AB’ye üye ülkelerin sosyal haklara verdiği önem ve benzeri değildir. Zira, gelecekten umudu olmayanların, kaygı içinde yaşayanların içinde bulundukları düzeni, sistemi benimseyerek, hiç tepki göstermeden yaşamaları mümkün değil. Bu durum, kapitalizmin sivriliklerini törpüleme araçlarından biri olan sosyal politika uygulamalarını gerektirmektedir. Sosyal güvenlik de bunu sağlayan en önemli sosyal politika aracı olmaktadır. Sosyal politika uygulamalarının genişliği ile sistemin daha “demokratik” oluşu arasında kaba bir doğrusal ilişki olduğu düşünülebilir. Sorun, daha çok düzenin, sistemin işçi sınıfı ile kurmak istediği ilişkinin türüne bağlı bulunmaktadır. İşçi sınıfı ile “bütünleşmeyi”, daha çok “gönüllülük” ve “uzlaşma” temelinde arayan düzenler, daha “demokratik” bir görünüm veren bu yaklaşımda bazı işçi sınıfının iktidarı istemekten vazgeçmesi, düzeni tehdit etmekten kaçınması gibi bazı “ödünler” karşılığında, sosyal güvenlik gibi bazı ödüller de sunabilmektedir. Tipik bir korporatist takas olarak değerlendirilebilecek olan bu yaklaşım, kuşkusuz, sistemce de “demokratik uzlaşma” olarak algılatılmak istenecek, böylece sosyal haklara, sosyal politikaya ne kadar saygılı olunduğu gösterilecek, bütün bunların sosyal devlet, refah devleti uğruna yapıldığı ileri sürülecektir. Ancak, bu bir illüzyondan başka bir şey değildir. Bugün gelinen nokta, bu illüzyonun üzerindeki tülü çekip atmaktadır.
Sosyal devlet ya da refah devleti uygulamaları adı altında yukarıda belirtilen işlev ve anlamı ile de istenirse sosyal güvenlik işçi sınıfı için bir “hak” olarak ya da bir “rüşvet” olarak algılanıp, değerlendirilebilir. Kuşkusuz bu durumda, düzene, sisteme yönelik bir çatışmaya girmemek koşulu ile sistem içinde yerini alan, onunla bütünleşen işçi sınıfı için bu bir “demokratik”, “sosyal adalet”in, “sosyal hukuk devleti”nin gereği olan “hak” olacakt