Birinci Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi, 18 Aralık Pazar akşamı, kapanış bildirgesinin açıklanmasıyla son buldu. Kongrenin sonuç bildirgesi, iki gün boyunca yürütülen tartışmalar ışığında gözden geçirilerek önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklanacak. Kapanış bildirgesi ise şu şekilde: “İki gün süren Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi, büyük bir ilgiyle karşılandı ve son derece verimli tartışmalara sahne oldu. Kongremizin gerçek bir […]
Birinci Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi, 18 Aralık Pazar akşamı, kapanış bildirgesinin açıklanmasıyla son buldu. Kongrenin sonuç bildirgesi, iki gün boyunca yürütülen tartışmalar ışığında gözden geçirilerek önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklanacak. Kapanış bildirgesi ise şu şekilde:
“İki gün süren Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi, büyük bir ilgiyle karşılandı ve son derece verimli tartışmalara sahne oldu.
Kongremizin gerçek bir ihtiyaca karşılık düştüğünü hep birlikte gördük. Ama bu ihtiyacın karşılanması konusunda, sadece bir başlangıç yapmış olduk.
Sözünü ettiğimiz ihtiyaç, dünyamızın ve ülkemizin bildiğimiz, tanık olduğumuz ve yaşadığımız sorunlarına farklı bir bakış açısıyla, sosyalist bir perspektifle yaklaşma ve çözüm yollarını tarif etme ihtiyacıdır.
Kapitalizm, çözümsüzlük üretiyor. Neoliberal iktisat, çözümsüzlüğün teorisini yapmaya çalışıyor. Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi, kapitalizmi ve neoliberal iktisadın yalanlarını teşhir etmenin ötesinde, tek gerçek ve gerçekçi seçenek olan sosyalizmi (yeniden) tartışmaya açıyor.
Henüz yolun başındayız. Ama ilk kongremiz, yolumuzun açık olduğunu gösterdi.
Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi, önümüzdeki dönemde, bir yandan yeni çalışma grupları aracılığıyla kolektif üretimini zenginleştirirken diğer yandan uluslararası boyutunu güçlendirecek.
Dünyamızın ve ülkemizin kaderini kendi ellerimize alabilmemiz için!”
Kongrenin ikinci günü, İrfan Ertel’in metal işçileriyle ilgili dia gösterisinin ardından, Erinç Yeldan, Özgür Müftüoğlu, Ayfer Eğilmez ve İlker Belek’in bildirilerini sundukları “Türkiye Kapitalizmi Nereye Gidiyor?” başlıklı oturumla açıldı. Bu oturumda, Erinç Yeldan’ın kısa süre önce DİSK tarafından düzenlenen bir toplantıda sunduğu ve Yeldan’ın aktarımına göre o toplantıda kabul görmeyen öneriler alkışlarla karşılandı. Yeldan’ın önerileri arasında, finansal sermaye hareketlerinin “gerekirse piyasa dışı mekanizmalara da başvurularak” sınırlandırılması ve özelleştirmelerin durdurularak kamulaştırma yoluna gidilmesi de vardı.
İkinci günün en fazla ilgi uyandıran konuşmacılarından biri Küba Cumhuriyeti’nin Türkiye Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal’dı. Abascal, sık sık alkışlarla bölünen konuşmalarında, Küba ekonomisinin en sıkıntılı dönemini geride bıraktığını vurgularken, Küba ile birlikte Venezuela’nın öncülük ettiği Latin Amerika’daki yeni bütünleşme süreci hakkında bilgi verdi.
Kongre, kapanış bildirgesinin de açıklandığı forum bölümüyle sona erdi.
Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi’ne sunulan metinler arasında, kongrenin danışma kurulu üyelerinin büyük bölümünün imzalarını taşıyan “Bir Başka İktisat İçin…” başlıklı metin de bulunuyordu:
BİR BAŞKA İKTİSAT İÇİN…
İktisatla ilgili tartışmalar, neredeyse otuz yıldır, benzer başlıklar üzerinde yoğunlaşıyor. Bir yanda, gerçek ücretlerin düşürülmesini, çalışma koşullarının “esnek”leştirilmesini, sosyal güvenlik harcamalarının kısılmasını, uluslararası mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesini, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerden yararlanmanın birer hak olmaktan çıkarılarak paralı hale getirilmesini içeren neoliberal saldırıların taraftarları, diğer yanda ise bu saldırıların iç yüzünü teşhir etmeye çalışanlar var…
Neoliberal saldırıların iç yüzünün ortaya konması, hiç kuşku yok ki, ihmal edilemeyecek bir görevdir.
Ancak bugün saptamak zorunda olduğumuz bir başka gerçek, söz konusu tartışmaların, iktisat disiplininin dar sınırları içinde kaldıkları sürece, mevcut sorunların çözümüne çok fazla katkı sunamayacak olmalarıdır.
Gerek uluslararası düzeyde gerekse ulusal ölçekte, fikirlerin değil maddi çıkarların çatışmakta olduğu, çok daha büyük bir belirginlik kazanmıştır. Örneğin, özelleştirmelerin iktisadi açıdan verimli olup olmadığı tartışması, bugüne kadar yaşanan binlerce olumsuz örneğin ardından, en azından özelleştirme savunucuları tarafından, ikinci plana itilmiştir. Akılcı görünen açıklamalar geliştirme çabasının yerini, “Babalar gibi satarım” şeklindeki gayri ciddi bir yaklaşım almıştır. Bu yaklaşım, enerji kaynaklarına sahip olan ülkelerin meşru gerekçe gösterme ihtiyacı bile duyulmadan işgal edilmesi politikasıyla son derece uyumludur.
IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların temsil ettiği iktisat politikaları, artık çok daha geniş bir kesim tarafından sorgulanmakta ve tartışılmaktadır. Ama bu politikaların savunucu ve uygulayıcıları da, söz konusu politikaların iktisadi gelişmeye ve kalkınmaya hizmet edeceğini kanıtlama çabasını çoktan bir yana bırakmıştır. Bunun yerine, bugünün dünyasında neoliberal politikaları uygulamaktan başka bir alternatifin bulunmadığı savunulmaktadır.
Bu tezin belirli bir gerçeklik payının bulunduğunu saptamak durumundayız. Sınıfsal mülkiyet ve güç ilişkileri, bir başka deyişle kapitalist üretim ilişkileri, dünya kapitalizminin bugünkü bunalım koşulları altında, kısmi önlem ve düzenlemelerin hedeflenen amaçlara hizmet etmesini bir hayli zorlaştırmıştır. Örneğin, kısa vadeli sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi, borç sorununa köklü bir çözüm bulunmadıkça, borçlu ülkelere yeni maliyetler yüklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Bir başka deyişle, bugün, gerçek ve bütünsel bir alternatif iktisat politikası oluşturmanın ön koşulu, sınıfsal mülkiyet ve güç ilişkilerinin değiştirilmesini öngören bir perspektifin gündeme getirilmesidir.
Dünyamız yeni bir mücadele dönemine giriyor
1990’lı yıllarda tam bir “zafer sarhoşluğu” içinde iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel alanlarda mutlak bir egemenlik kurmaya çalışan emperyalist ülkeler ve özelde ABD, 2000’li yılların başlarından itibaren, ciddi sorunlarla karşılaşmaya başlamıştır.
Emperyalist ülkelerin 1990’lı yıllardaki saldırganlığı, yalnızca reel sosyalizmin 1989 yılındaki yenilgisinin getirdiği bir cesaretin ürünü değildi. Emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya, gerçek ücretleri düşürmeye ve az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden kaynak aktarımını yoğunlaştırmaya yönelik saldırılar, daha 1970’li yıllarda başlamış ve 1980’lerde yoğunluk kazanmıştı. Bu saldırıların ardında, dünya kapitalizminin yine 1970’li yılların başında girdiği iktisadi bunalımı vardı.
1989 dönemeci, dünya coğrafyasının önemli bir bölümünü emperyalist-kapitalist sömürüye yeniden açarak, dünya kapitalist sistemi için geçici bir iktisadi rahatlama yaratmıştır. 2000’li yılların başına gelindiğinde ise, dünya ekonomisinin büyümesinde (ve küçülmesinde) büyük pay sahibi olan ABD ekonomisi, bir kez daha, uluslararası kapitalizmin çelişkilerini derinleştiren katkılar yapmaya başlamıştır.
Emperyalist dünyanın lideri ve dünyanın en büyük askeri gücü olan ABD, ekonomik çelişkilerini “yönetilebilir” kılmak için, siyasi ve askeri saldırganlığını artırmıştır. 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen saldırılar, ABD tarafından, önce Afganistan’ı, ardından Irak’ı işgal etmenin bahanesi olarak kullanılmıştır. Ancak, her tür meşruiyet arayışını bir yana bırakarak dünyanın enerji kaynaklarını zor yoluyla ele geçirmeye yönelik bu saldırılar, en azından bugün için, beklenen sonucu vermemiştir. Özellikle Irak’taki di
reniş, iktisadi açıdan ciddi bir maliyet unsuru yaratmanın ötesinde, emperyalist egemenliğin siyasi ve ideolojik temellerini yıpratmaya başlamıştır. Irak halkının direnişi, ABD’nin her istediğini yapabilecek ve yaptırabilecek kadar kudretli bir ülke olmadığını göstererek, emperyalist güç (ya da “güce tapma”) ideolojisini zayıflatmıştır.
ABD, yalnızca Ortadoğu’da değil, yakın bir geçmişe kadar “arka bahçe” olarak görülen Latin Amerika’da da mevzi kaybetmektedir. Küba, sosyalist ülkelerdeki çözülmeden kaynaklanan iktisadi sıkıntılarına ve ABD ambargosuna rağmen, ayakta kalmayı başarmanın ötesinde, Latin Amerika halklarına yeniden örnek oluşturmaya başlamıştır. Venezüella’daki “Bolivarcı Devrim”, ABD’nin açık desteğini alan darbe girişimlerine karşın, sosyalizm doğrultusunda derinleşmeye başlamıştır. Küba ile Venezüella’nın işbirliğiyle Latin Amerika ülkeleri arasında başlatılan yeni birlik hareketi, ABD’nin bölgedeki ağırlığını azaltabilecek bir açılımdır. Latin Amerika genelinde, çok farklı yönelimler barındırmakla birlikte, yaygın bir sol yükselişin yaşandığı söylenebilir.
ABD’nin dünyayı düzenlemeye yönelik girişimleri giderek daha tartışmalı sonuçlar üretirken, Avrupa Birliği, ABD’ye rakip olarak sahneye çıkmak bir yana, kendi iç sorunlarına gömülmektedir. Fransa ve Almanya’nın “pazarlıkçı” bir tutum izlemeye çalışmalarına karşın AB üyesi ülkelerin yarıdan fazlasının Irak’ın işgaline asker göndererek katılmaları, AB’nin gerçek bir siyasi birliğe evriltilmesinin ne kadar zor olduğunu göstermişti. Avrupa Anayasası Taslağı’nın Fransa ve Hollanda halkları tarafından reddedilmesi ve anayasa projesinin tehlikeye düşmesi, emperyalist bütünleşme sürecinde bir duraklamaya yol açtı. Eski üye ülkelerin halkları, temsil ettiği neoliberal politikalar nedeniyle AB’ye tepki geliştirmeye başlarken, yeni üye ülkelerin halklarında AB’ye yönelik olumlu beklentiler zayıflamaya başladı. AB’nin Türkiye konusunda net bir politika geliştirmekte zorlanması da, birliğin nereye doğru evrileceği konusundaki belirsizliklerin ve iç çelişkilerin bir ürünü.
Bu veriler, dünyamızın yeni bir devrimci döneme girdiği saptamasını yapmak için yeterli değil. Bazı coğrafyalarda devrimci ya da sol çıkışlar yaşanırken, başka coğrafyalarda da ABD (ve AB) destekli darbeler gerçekleştirilebiliyor. Ukrayna’daki “Turuncu Devrim” (ve bu “devrim”e liderlik etmiş kişilerin hızlı bir yıpranma sürecine girmiş olmaları), Belarus’ta darbe düzenleme girişimleri, Gürcistan ve Özbekistan gibi ülkelerde yaşananlar, bir yandan mevcut tablonun karmaşıklığına, diğer yandan da yeni bir devrimci dönemin açılıp açılamayacağının bir mücadele konusu olduğuna işaret etmektedir.
Mücadelenin temel konularından biri, tarafların netleştirilmesidir. Dünyamızın farklı coğrafyalarındaki kitle hareketleri, sol hareketler ve devrimci hareketler, henüz bir taraf oluşturmanın uzağındadır. Neoliberal program ve ideoloji dünyanın her yanında itibar yitirmiş, ama alternatifin ne olduğu ve bu alternatife ne tür mücadele stratejileriyle, ne tür bir toplumsal tabana dayanarak, uluslararası ölçekte ne tür ilişkiler kurularak ulaşılabileceği konularında bir netlik ortaya çıkmamıştır. Bu netliğin sağlanması, ancak mücadele içinde ve mücadelenin kazanımlarının birikmesi oranında mümkün olacaktır.
Ancak daha bugünden söylenebilecek olanlar vardır.
Birincisi, kapitalist üretim ilişkilerini köklü bir şekilde sorgulamayan sistem içi marjinal çözüm arayışlarının kalıcı kazanımlar elde etmesi olanaksızdır.
İkincisi, emperyalist-kapitalist sistem, ideolojik hegemonyasındaki zayıflamayı, milliyetçi ve dinsel gerici akımları destekleyerek telafi etmeye çalışmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde, emperyalist-kapitalist sistemin egemenliğine karşı mücadele, her türden milliyetçiliğe ve dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi de içermek zorundadır. (Halk kitlelerinin kurulu üzene karşı duydukları tepki ve nefretin gerici akımlar tarafından da kullanıldığı dikkate alınırsa, gericiliğe karşı mücadelenin karmaşık ve güç sorunlar içereceği ortadadır.)
Üçüncüsü, anti-emperyalist mücadele, dünyanın farklı coğrafyalarındaki hareketleri birbirlerine yaklaştırabilecek ve dünya ölçeğinde devrimci bir taraflaşmanın yaratılmasını sağlayabilecek olan en önemli ortaklık noktasıdır.
Dördüncüsü, ulusal ölçekli mücadeleler ve bu mücadelelerin ürünü olan kazanımlar, bugün için, uluslararası ölçekteki mücadelenin en önemli dayanak noktasını ve güvencesini oluşturmayı sürdürmektedir.
Daha dar kapsamıyla iktisat disiplini sınırları içinde kalabilecek ne tür tartışma ve çalışmaların dünya ölçeğindeki mücadeleye katkıda bulunabileceğine gelince…
Birincisi, insanlığın elindeki bilimsel ve teknolojik birikim, dünya üzerindeki tüm insanların temel gereksinimlerinin karşılanmasının ötesinde, yine tüm insanların fiziksel ve asıl önemlisi zihinsel üretim potansiyelinin insanlığın çıkarları doğrultusunda harekete geçirilmesinin olanaklarını barındırıyor. Bugün bu olanaklardan yararlanılamaması ve insanlığın büyük çoğunluğunun tarihsel gelişmenin dışına itilmesi, kapitalizme özgü ve kapitalizm koşulları altında çözümü olmayan bir sorundur. İnsanlığın önündeki olanakları tartışmaya ve somutlamaya yönelik iktisadi tartışma ve çalışmalar, bugün yürütülen mücadelelere uzun vadeli bir perspektif sunacaktır.
İkincisi, emperyalist-kapitalist bütünleşme süreçlerinin karşısına ne tür bölgesel ve uluslararası iktisadi birlikteliklerle çıkılabileceği, daha bugünden güncellik kazanmış bir tartışma başlığıdır.
Üçüncüsü, başta bilişim teknolojileri olmak üzere farklı alanlarda elde edilmiş bulunan kazanımların sosyalist perspektifli bir planlama sürecinde ne şekilde değerlendirilebileceğinin, özellikle de bu kazanımların planlama sürecindeki kitle katılımı açısından ne tür olanaklar barındırdığının somutlanması, evrensel boyutları bulunan bir tartışma başlığıdır.
Türkiye’nin sosyalist alternatife ihtiyacı var
Türkiye kapitalizminin 1980’li yıllardan bu yana devam eden “dışa açılma” süreci, bağımlılık ilişkilerini derinleştirmiş, emperyalist ülkelere kaynak aktarımını hızlandırmış ve iktisadi krizler arasındaki süreleri kısaltmıştır.
Özellikle 1989’dan bu yana, işbaşına gelen tüm hükümetler, neredeyse aynı iktisat politikalarını uygulamaya çalışmışlardır. Farklı hükümetlerin iktisadi uygulamaları arasında neredeyse tek bir farklılık unsuru kalmıştır: ABD ve AB gibi emperyalist güçlerin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ve yerli sermaye sahiplerinin taleplerini karşılama hızı… Ancak bu konuda elde edilen “başarı”lar da, emekçileri yoksullaştırmanın ötesinde, Türkiye kapitalizmini yeni ve daha derin çelişkilere ve iktisadi krizlere doğru sürüklemiştir ve sürüklemektedir.
Egemen sınıf ve onun siyasi temsilcileri, Türkiye kapitalizmin geleceğine ilişkin orta ve uzun vadeli stratejik yaklaşımlar geliştiremez duruma düşmüştür. Daha doğrusu, bugünün dünyasında, kapitalist Türkiye için, iktisadi sıkıntılarını aşmasını ya da en azından hafifletmesini sağlayacak ve bu arada kitlelerde geleceğe dönük umutları canlandırabilecek bir yol tarif edilememektedir. Bir başka deyişle, burada, öznel bir yetersizlik değil, nesnel kısıtlar söz konusudur.
Bir dönem tüm umutların bağlandığı AB’ye üyelik sürecinin beklendiğinden çok daha uzun süreceği ve belirli dönem
lerde başlı başına siyasi ve toplumsal krizlere yol açacağı anlaşılmaktadır. ABD’yle daha fazla yakınlaşmanın, daha doğrusu bu emperyalist güce daha fazla boyun eğmenin maliyeti çok yüksek ve ek getiri potansiyeli sınırlıdır. Rusya, Çin ya da Hindistan gibi Asya ülkeleriyle ya da eski Sovyet cumhuriyetleriyle kurulacak ilişkilerin, öngörülebilir vadede, AB ve ABD ile kurulmuş olan iktisadi ve siyasi ilişkilere alternatif oluşturma ihtimali bugün Türkiye’yi yöneten egemen sınıflar açısından yoktur.
Üzerinde az çok ortaklaşılan bir stratejik yaklaşımın geliştirilememesi, bir bütün olarak sermaye iktidarını oluşturan kurumlar (cumhurbaşkanlığı, hükümet, meclis, yargı kurumları, bürokrasinin farklı kesimleri, ordu, üniversiteler, sermaye partileri, sermaye medyası vb.) arasındaki ve bizzat bu kurumların içindeki gerilimlerin kontrol altında tutulmasını zorlaştırmaktadır.
Tüm bunlar, toplumsal açıdan bakıldığında, büyük bir belirsizliği de beraberinde getirmektedir. Türkiye iktisadi açıdan mutlak bir tükeniş noktasına doğru ilerlerken toplumsal eşitsizliklerin artması, geleceğe dönük umutsuzlukla birleşerek, yıkıcı sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir.
Yoksullaşan, işsiz kalan, genç kuşakları eğitim alamayan, sağlık hizmetlerinden yararlanamayan, geleceğe umutsuzlukla bakan halkın aynı zamanda tepki biriktirdiği doğrudur. Önemli olan, bu tepkilerin nereye yöneleceğidir. Halkı düzene bağlayacak pozitif ve inandırıcı hedefler gösterme olanağını yitirmiş bulunan sermaye iktidarının bugün tek yapabildiği, bu tepkileri kültürel yozlaşma, gericilik ve ırkçı milliyetçilik kanallarına akıtmaktır. Bunun sonuçları arasında, toplumsal ortaklık duygusunun zayıflaması da vardır. Her döneminde emekçiler arasındaki çıkar farklılaşmalarından yararlanan kapitalizm, “bölücü” niteliğini bugün her zamankinden daha açık şekilde göstermektedir.
Bu koşullar altında, acil ve yakıcı görev, sosyalizmi somut bir seçenek haline getirmektir.
Sosyalizm, bugünün Türkiye’sinde, nesnel süreçlerin zorunlu kıldığı bir seçenek olmaktan çok, iktisadi tükeniş ve toplumsal çürüme sürecinin önünü kesebilecek ve ülkenin önüne ilerleme hedefini yeniden koyabilecek olan tek seçenektir.
Kuşkusuz, sosyalizmi somut bir seçenek haline getirmenin yolu, ideal bir sosyalist toplum tasarlayarak bunun propagandasını yapmak değil, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin ortak hedefler doğrultusunda mücadele etmesini sağlamaktır.
Emperyalizme karşı mücadele, bugünün Türkiye’sinde, toplumun ezilen kesimlerini birleştirebilecek en önemli mücadele başlığı durumundadır. İşçi sınıfının başta özelleştirmeler olmak üzere neoliberal saldırılara karşı yürüttüğü dağınık mücadeleleri birleştirmenin ve ülke ölçeğine taşımanın yolu da, bu mücadeleleri emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası haline getirmekten geçmektedir.
Emperyalizme ve emperyalizmin işbirlikçiliğini yapan sermaye sınıfına karşı mücadelenin enternasyonalist bir karakter taşıması ise, hem her türden milliyetçilik ve gericilik ile ayrım çizgisi çekebilmek için zorunlu, hem de sosyalizm yoluna giren bir Türkiye’nin dünyada yalnız kalmayacağını, sosyalizmin bir içe kapanma modeli olmadığını göstermek açısından vazgeçilmezdir.
Daha dar kapsamıyla iktisat disiplininin sınırları içinde kalabilecek ne tür tartışma ve çalışmaların Türkiye ölçeğindeki mücadeleye katkıda bulunabileceğine gelince…
Birincisi, Türkiye’nin kaynaklarının hangi şekillerde emperyalist ülkelere aktarıldığını, atıl bırakıldığını, israf edildiğini ve sosyalizm koşullarında bu kaynakların ne şekilde değerlendirilebileceğini göstermek, sosyalizmin somut bir seçenek haline getirilmesine yardımcı olacaktır. Bu konudaki tartışmalar, bilim ve teknoloji politikalarından enerji ve ulaştırma politikalarına, işsizliğin toplumsal sonuçlarından kırsal kesimin sorunlarına pek çok başlık altında derinleştirilebilir.
İkincisi, Avrupa Birliği’nin ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin iktisadi ve toplumsal açılardan değerlendirilmesi, AB’ye yönelik temelsiz beklentilerle mücadele açısından vazgeçilmezdir.
Üçüncüsü, Türkiye için merkezi planlamaya dayalı bir sanayileşme ve kalkınma stratejisinin alt başlıklarını bugünden tartışmaya başlamak, ütopik bir toplum tasarımı çalışmasına dönüşmemek koşuluyla, mümkün ve anlamlıdır.
Ahmet Öncü, Alper Birdal, Ayfer Eğilmez, Aziz Hatman, Burçak Özoğlu, Erhan Karaçay, Erinç Yeldan, Erkin Özalp, İlker Belek, İzzettin Önder, Mesut Odman, Nihat Falay, Özgür Müftüoğlu, Öztin Akgüç, Tahir Öngür, Tevfik Çavdar (Birinci Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi’ne katkı amacıyla hazırlanmıştır.)