Konu ile ilgili bir önceki yazımda “Sendikalarda Nereden Başlamalı?” sorusunu sordum. İlgililerin aralarında tartışıp bir gündem oluşturabilmeleri için basılı- görsel yayınlarda ve (veya) internet ortamında yayın yapan sitelerde sendika uzmanlarının katılımıyla bir iletişim ve tartışma platformunun gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde durdum. (Örneğin sendika.org, İşçi Konseyi gibi sitelerde böyle bir iletişim ve çalışma grubu oluşturulabilir mi?) Bu […]
Konu ile ilgili bir önceki yazımda “Sendikalarda Nereden Başlamalı?” sorusunu sordum. İlgililerin aralarında tartışıp bir gündem oluşturabilmeleri için basılı- görsel yayınlarda ve (veya) internet ortamında yayın yapan sitelerde sendika uzmanlarının katılımıyla bir iletişim ve tartışma platformunun gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde durdum. (Örneğin sendika.org, İşçi Konseyi gibi sitelerde böyle bir iletişim ve çalışma grubu oluşturulabilir mi?) Bu gerçekleşinceye kadar ilgili arkadaşların yazılarını her türlü ortamı kullanarak birbirlerine iletmeye, önerilerini açıklayıp tartışmaya, daha fazla zaman yitirmeden başlamaları gerektiğine inanıyorum. Vakit ayrılıp okunması, eleştirilmesi ve sorunların çözümüne katkıda bulunması dilek ve umuduyla önce “iğneyi kendimize batırmak” istiyorum.
Örgütlenmenin Zorunluluğu
“Biz işçiler, doğamız gereği, ekonomik ve sosyal durumumuz nedeniyle çıkarlarımızı tek tek savunamayız. İşverenin karşısına bir başımıza çıkarsak, bir çöp kadar güçsüz kalırız. Kendimizin çıkarlarını koruyup geliştirebilmemiz, diğer işçi kardeşlerimizin çıkarlarını koruyup geliştirebilmemize bağlıdır. Bir dilim daha fazla ekmek ve onurumuzla çalışabileceğimiz ve yaşayabileceğimiz bir ortam istiyorsak, işçi kardeşlerimizle birlik ve dayanışma içinde olmak, örgütlenmek zorundayız. Örneğin sendikal örgütlülüğümüzü ve birliğimizi yaşama geçirmeden kendimiz, çocuklarımız ve yakınlarımız için daha iyi bir gelecek yaratamayız. Bu, işçi sınıfının en temel ve ayırdedici özelliğidir. Bu durum bizlerin tek tek düşüncelerinden, subjektif istek ve dileklerinden bağımsız, objektif bir durum. Bizler istesek de istemesek de bu böyle. İşçi sınıfının bu özelliği, şu veya bu ideolojinin ya da fikrin dayatması sonucu ortaya çıkmış bir yakıştırma, bir zorlama değildir. Burada, şu ya da bu iyi niyetli eğilimin bir tercihi ya da uydurması da söz konusu olamaz. Başka hiçbir sınıf, kendini kurtarmak için toplumu kurtarmaya çağrılı ve zorunlu değildir. Başka hiçbir sınıfın insanları, kendilerini kurtarabilmek için önce ait olduğu sınıfını, sonra halkını kurtarmaya, yani bireysel değil toplumsal kurtuluşa ‘mahkum’, zorunlu ve gönüllü değildir.
Başımızı kuma gömerek yok sayamayacağımız ikinci bir gerçeklik de sınıflararası mücadeledir. Biz işçiler ister istemez içinde bulunduğumuz sınıflararası mücadeleyi duruca bilince çıkarmak ve doğru anlayıp yorumlamak zorundayız. En basit, doğal, yasal ve anayasal meşru ve demokratik haklarımızı kullanmaya ve savunmaya kalktığımızda bile işveren tarafından nasıl yasadışı kovuşturmalara ve baskılara uğratıldığımızı hergün yaşayarak görüyoruz. Örneğin sendikaya üye olarak yurttaşlık haklarını kullanmak isteyenlerimizi, işveren, başka sudan sebeplerle nasıl anında işten atabiliyor, hep yaşıyoruz. İşte bu ve benzeri uygulamalarla işverenler, etkisi altına aldıkları devlet kurumlarını da kullanarak, işçi sınıfımıza ve emekçi halkımıza karşı amansız bir sınıf savaşı yürütmektedir. Bu sınıf savaşını bizler başlatmadık. Durduk yerde sermayeye karşı sınıf savaşı başlatıp maceraya atılmak gibi bir lüksümüz olamaz. Ancak, bizleri asgari ücrete ve kölelik şartlarına mahkum etmek için işverenler ve sistem tarafından başımıza örülen bu sınıf savaşına karşı kendi saflarımızda, sınıf kardeşlerimizle örgütlenmekten başka çaremiz yok. Bu bizler için bir varlık – yokluk sorunu. Kendimizin, çocuklarımızın ve yakınlarımızın geleceği; bize karşı işverenlerin başlatıp yürüttüğü bu sınıf savaşında, işçi sınıfımızın birlik ve dayanışmasını yaşama geçirebilmemize bağlıdır. Bu gerçekleri hergün yeniden yaşayarak öğreniyoruz.
İşçi sınıfımızın, halkımızın, ülkemizin, tüm ezilen ve sömürülen insanlığın durumu ve çıkarı; ezen ve ezilenin, sömürünün olmadığı, yaşanabilir bir doğa ve toplum yaratabilmek için mücadele etmeyi gerektiriyor. Kendi çıkarını halkın, ülkenin, tüm insanlığın çıkarlarının önünde gören, hatta kendi sınıfdaşlarını bile yutarak ya da yok ederek büyüyüp devleşen ve asalaklaşan mali sermayeye ve onların sistemlerine karşı nefsi müdafa için örgütlenmek ve birleşmek, biz işçilerin yaşamsal derecede zorunlu bir ihtiyacıdır.” (Neden 1 Mayıs Yazısından)
Genel Durum Değerlendirmesi
Sendikal etkinliklere katılımın azlığından bahsedilir. “Katılımcı”ların da nasıl katıldıkları üzerinde ciddi kaygılar dile getirilir. Eylemlerde, basın açıklamalarında, 1 Mayıslarda pankartların gölgelerini bile dolduracak kitleyi bulamamaktan şikayet edilir. Diğer taraftan üye sayılarının yüksekliği ile övünülür. “Şu kadar işyerinde ÖRGÜTLÜYÜZ” denilir. “Bilmem kaç kişilik yeni bir işyeri ÖRGÜTLEDİK!” denilir. Burada anlatılmak istenen; noter aracılığıyla yapılan yasal üyeliktir. Bu; “örgütlendik” demek midir? “Eskiden şöyleydik!”, “geçmişte böyleydik!”, “nerede bizim zamanımızdaki eylemler!” gibi serzenişleri ya da şimdiki işçilerin bilinçsizliğini dile getiren şikayetleri hep duyarız. Ancak, samimiyetle ve açıklıkla, durum yargılamasına kendimizden başlayabilme yiğitliğini artık göstermeliyiz.
Önce çok sık yapılan bir yanlışı düzeltmek gerek. Genel olarak yöneticileri ve iktidardakileri, özellikle de sendikacıları değerlendirirken kamuoyunda yaygın olan bir anlayış var: “Kötü”, “bilgisiz”, “bilinçsiz”, “dürüst olmayan”, “basiretsiz”, “dirayetsiz” yöneticilerin yerine “iyi”, “bilgili”, “bilinçli”, “basiretli”, “dürüst” ve “dirayetli” yöneticileri getirirsek sorunlarımız çözülür… Burada üç hastalıklı eğilim birbiri ile yarışıyor: 1- Asıl sorunun yöneticilerin olumsuzluklarından kaynaklanmadığını göremeyiş, sonuçları, nedenlermiş gibi değerlendirmeye kalkış, 2- Çözülemeyen sorunları yeni “kurtarıcılar”a havale ediş, 3- Sorunu, genel toplumsal sorunlardan ve tarihi süreçten ayrıymış gibi ele alış. Oysa, genel olarak sendikacıların her gün şöyle ya da böyle eleştiri konusu olan tutum, düşünce ve davranışları; onların subjektif olarak ille de “kötü adam!”, “satılmış!”, “sarı sendikacı!”, “işçi düşmanı!” oluşlarından ya da bilinçsizliklerinden kaynaklanmaz. Yönetimdeki sendikacılar, sistemin genel bozukluğu içinde, önünde sonunda işverenle, grev sonucu da olsa masa başında anlaşmak durumundadır. Sendikalar üyelerinin ekonomik, demokratik ve sosyal haklarını mevcut düzen içinde savunmaya ve geliştirmeye çalışır. Sendikaları siyasi partilerle karıştırmamalıyız. Onları bir politik kurum, bir düzeni değiştirme organı, bir devrim ya da siyasi iktidar aracı gibi görüp göstermemeliyiz.
Sendikaları ve sendikacıları bu çerçevede değerlendirmek zorundayız. Hele bizimki gibi geçmiş toplum kalıntılarının tarihe karışmadığı, çarpık sanayileşme yaşayan geri ülkelerdeki sendikacılığın, gelişmiş kapitalist ülkelerdekine göre kendine has birçok olumlu-olumsuz yanları vardır. Örneğin genel kurulda delegelerden oy isterken ya da yönetici olduktan sonra, Türkiye’deki sendikacıların bir program ve projeye göre davrandıkları pek nadir görülür. Genellikle, kişisel niyet, “dürüstlük, dostluk”, hemşehrilik, mezhepçilik, etnik köken, ahbapçavuş ilişkileri, kulis faaliyetleri, “iyi!”, “zararsız!”, “tehlikeli!”, “uyumlu!”, “uyumsuz!”, hatta soyut bir “solcu!”, “sağcı!”, “ilerici!”, “gerici!” sıfat ve nitelemeleri genel kurullarda yarışan listelere girip girmemeyi belirleyen ana etme
nlerdir. Bunun yanında karşıtlıklar daha yalın, sömürü ve sınıflar savaşı daha örtüsüz olduğu için Türkiye gibi ülkelerdeki sendikacıların, gelişmiş ülkelerdekine göre çok daha gerçekçi, daha az uzlaşmacı, temsil ettiği kitlelerin haklarını koruyup geliştirirken çok daha uyanık ve dinamik olmaları zorunlu ve gereklidir. Göreceli olarak da öylelerdir.
Ancak genel olarak kişisel niyet ve eğilimleri, ideolojik yönelimleri ne olursa olsun; sosyal durumları, günlük çıkarları ve konumları, sendikacıları, işçi sınıfının genel ve nihai çıkarlarına paralel, onunla örtüşen düşünce ve davranışlar içinde olmamaya teşvik eder niteliktedir. Yani kişisel olarak “iyi” ya da “kötü”, “solcu” ya da “sağcı” vb olmaları değil, içinde bulundukları sendikal ortam ve çevre koşulları sendikacıları, işçi sınıfının genel ve nihai çıkarlarına uygun düşünce, davranış ve yaşam biçimi içinde olmamaları doğrultusunda determine eder. Bu tesbitlerin sadece Türkiye’deki sendikacılar için değil dünyadaki tüm sendikacılar için az-çok geçerli olduğu inkar edilemez. Tabi ülke koşullarına göre ufak tefek farklılıklar olabilir.
Genel toplumsal hareketliliğin ve işçi sınıfının dinamizminin yükseldiği dönemlerde sendikacıların da daha tutarlı düşünce ve davranışlar sergilediği, sergilemek zorunda kaldığı görülür. Ya da böyle yükseliş dönemlerinde, sendikacıların yanlışları işçi sınıfının dinamizmi ile daha kolay aşılabilir veya doğabilecek sakıncalar giderilebilir. Ancak genel durağanlığın ve nicel birikimin egemen olduğu dönemlerde yanlışlıklar ve eksiklikler çok daha fazla göze batar ve onlardan doğabilecek zararlar, telafisi daha zor olan sakıncalı durumlar yaratabilir. Sendikacıların; işçi sınıfı içinde, uluslararası adı “işçi aristokrasisi” olan sosyal tabakaya mensup işçi liderleri olarak ele alınmasının doğru olacağına inanıyorum. Böylece onların yerini ve değerini abartıp küçültmeden, onlardan, ne olması gerekenden az, ne de olması gerekenden fazla görevler beklemeden, kısaca onları nasılsalar öyle değerlendirip işçi sınıfına ve insanlığa daha yararlı olmalarını sağlayacak ortamların gerçekleşmesine yardımcı olmalı, genel olumsuz durum ve ortam sonucu doğabilecek zarar ve kayıpların asgariye indirilmesine katkıda bulunmalıyız.
Yıllardır dile getirdiğimiz istek ve sloganlarımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. “Devrimci, ilerici işçiler sendika yönetimine! Devrimci sınıf sendikacılığı isteriz!” gibi iyi niyetli, idealist dilek ve isteklerin yerine gerçekçi ve köklü çözüm yolları aramalı ve bulmalıyız. Bu önemli işi yönetimdeki ya da muhalefetteki sendikacılardan beklememeliyiz. Haklı-haksız, doğru-yanlış, bunun üzerinde durmuyorum; onlar daha çok, yönetimde kalmak ya da yönetime gelmek için mücadele ederler. Muhalefetteyken, iktidara geldikten sonra her türlü bozukluğu düzelteceklerine en kara kaplı kitaplar üzerine yemin ederler. Geldikten sonra ise, güncel “sorunlarla boğuşmak“tan, “hiç hesapta olmayan problemlerle uğraşmak“tan, bir türlü yapısal sorunlara ve iç örgütlenmeye vakit bulamazlar… Tüm bunları söylerken amacım; şu veya bu sendikadaki yöneticileri eleştirmek, yanlışlarını düzeltmek ve bir daha yapmamalarını sağlamak değil. Buna bugün kimsenin gücü yetmez. Burada bir durumu tesbit ediyorum.
Yönetimdeki ya da muhalefetteki sendikacıların tümünün bu tesbitlerin (en azından bir kısmının) dışında kalabileceğini sanmıyorum. Bu nedenle amacım şu ya da bu sendikadaki mevcut yönetimleri yıpratıp, onların yerine yenilerinin gelmesine katkıda bulunmak da olamaz. Sorunların böyle çözülebileceğine inanmıyorum. Bugün kaynak makinasının, torna tezgahının ya da vincin başında çalışan, az-çok “devrimciyim” diyebilen, işçi sınıfından yana olduğuna emin olduğumuz, hatta “sosyalist”, komünist” diye bilinen işçi kardeşlerimiz gelip bugünkü maddi, manevi durum, olanaklar ve mevcut yasal koşullarla sendikalara şube başkanı, genel merkez yöneticisi, genel başkan olsalar, sendikalar “kurtulabilir” mi? Kurtulabildi mi? Demek ki yöneticileri değiştirmeye kilitlenmemeli, yöneticilerden önce sendikal yapılar sorgulanmalı.
Unutmayalım, son duruşmada, insanın düşünce ve davranışlarını belirleyen, onun “bilinci” değil, somut durumu ve çıkarıdır. Dolayısıyla “iyi” diye seçilip gönderilenler, demokratik denetimin ve örgütlü kollektif aksiyonun olmadığı ortamlarda, zamanla bozulabilirler ya da pasifize edilemedikleri zaman yok edilebilirler. Sendika yönetimleri, yukarıda belirttiğim “listelere girebilme nitelikleri!”ne göre seçilmiş yöneticilerin insaflarına bırakılmamalı; yönetimlerin başarıları, kişisel başarılar veya keyfiliklerle değil, kurumsal işlerlikle ölçülmelidir. Yönetime hangi iyi ya da kötü niyetli kişi gelirse gelsin, kurumsal işleyiş ve denetim sağlanmadan kişisel ve keyfi yanlışlıklardan kurtulamayız. Bir başka deyişle, sendikalar, yönetimdekilerin kişisel eğilimlerine göre “idare” edilmekten kurtarılıp, yöneticilerin sendikal işlerliğe uygun davranmak zorunda kalacağı sistemlere kavuşturulmalıdır. Süpermenlere, kahramanlara değil kollektif düşünüp davranabilen alçakgönüllü, yiğit ve fedakar insanlara her zamankinden daha çok bugün ihtiyacımız var.
“Nereden Başlamalı”nın İpuçları
Sendikalarda, genel merkez yöneticilerinden personele, şube yönetimlerinden temsilcilere ve en “uzak” bölgelerdeki işyerlerinde çalışan üyelere kadar uzanan, kollektif aksiyona dayalı organize işleyiş ve kurumsal yapı yaşama geçirilmelidir. Bunun için sendikalarda üyelerin işleyişe, yönetim ve denetim mekanizmalarına aktif olarak katılması sağlanmalı; yeni çalışma birimleri geliştirilip özerkleştirilmelidir diye düşünüyorum.
Sendikal işlerlikle ilgili her türlü konu yetkili ve ilgili organlarda görüşülüp tartışılarak karar altına alınmalı; ahbap-çavuş ilişkilerine, “dost” kulislerine ve organ dışı özel “görüşme” ve dedikodulara sapılmamalıdır. Genel merkezlerden başlayarak şubelere, işyeri sendika temsilcilerine ve normal üyelere kadar herkesin sendikal işlerlik içinde bir organda gönüllü olarak görev aldığı, “organsız üye kof üyedir” ilkesi ile sendikalar iç örgütlenmelerini ve yapısal değişimlerini gerçekleştirmeli; mevcut bürokratik yapılardan ve kof merkeziyetçilikten kurtulunup “demokratik-merkeziyetçilik”e geçilmelidir. Sendikalar, üyelerinin; iletişim, dayanışma ve yardımlaşmayı hayatın her alanında gerçekleştirebilmeleri için gerekli altyapıyı ve ortamı hazırlamalıdır. Her yerde karşımıza çıkabilecek en basit güncel sorunlarımızın ve en karmaşık problemlerimizin birlik ve dayanışma içinde daha kolay çözülebileceğini pratikte görüp birbirimize ve sınıf kardeşliğine güveni artırmalıyız. Eğitim, örgütlenme, TİS, işçi sağlığı ve işgüvencesi, işçi sınıfı açısından insan ve yurttaşlık hakları, işsizlik, yetişkinlerin eğitim ve öğrenimleri, kültür-sanat, basın-yayın, çocuk bakımı-eğitimi ve kreş, sağlıklı yaşam-beslenme-barınma-çevre gibi alanlarda tüm sendika üyelerinin katılımını sağlayacak çalışma grupları oluşturulmalı, kendi sorunlarımızı birlik ve dayanışma içinde gene kendimiz çözmeye girişmeliyiz. Tüm bunlar sendikaların, halkın gönlünde de güven tazelemesine yardımcı olacaktır. Bunları konuşup tartışmalıyız. Ancak bu alanda daha çok yürüyecek yolumuzun olduğu belli.
Hiç kuşku yok eğitim, örgütlenme kadar önemlidir. Ancak sağlıklı bir iç örgütlenmenin ve işçi inisi
yatifini sağlayıp geliştirici bir kurumsal yapılanmanın filizlenmesini sağlamadan, “katılımcı” bulabilsek bile, eğittiğimiz insanın sendikal işlerlik açısından kalıcılığını, etkinliğini, yaygınlığını ve gelişimini sağlamakta büyük güçlüklerle karşılaşabiliriz. “Her şeyin başı eğitim” diyen çarpık idealist anlayıştan kurtulmalıyız. Ne 1871 Paris Komünü, ne 1917 Büyük Sovyet Devrimi, ne de Çin, Küba ve Vietnam devrimleri, tek tek ya da gruplar halinde “eğitimden geçirilmiş” işçilerin eseridir. Unutmayalım, Hitler iktidara yürütülürken Almanya’da 25-30 bin profesör vardı. Büyük çoğunluğu “Uyarca”laştırıldı. Onun için asıl olan gerçekten örgütlenmiş kitlelerin teorik ve pratik eğitimidir.
Sonra, en iyi öğrenme, o konuyu başkalarına öğretmek için çalışmakla, başkalarına öğretmeye başlamakla oluyor. Bir hocanın anlatıp “öğrenciler”in dinledikleri sistem artık eskimiştir. Asıl eğitim çalışmaları; eğitim uzmanları tarafından, içinde çalıştıkları organın görev alanı da dikkate alınarak seçilen işçi arkadaşların, yapılan bir program dahilinde belirlenmiş konularda, periyodik, dar katılımlı ve değişken gruplar halinde kadro ön eğitimine tabi tutulmaları, daha sonra bu arkadaşların hazırlandıkları konuları kitlesel eğitim çalışmalarında diğer arkadaşları ile paylaşmaları şeklinde yürütülmelidir. Yani herkesin öğretmenlik, herkesin öğrencilik yapabileceği bir ortam sağlanmalı, gruplar halinde gerçekleşen toplu eğitimlerle üyeler, hem iyi birer öğretmen hem de iyi birer öğrenci olarak yetiştirilmelidir. Bilgiyi ezberletme ve belleklerde depolatma amaçlanmamalı, üyelerin, bilgiye ulaşma, bilgiyi kullanma, bilgiyi paylaşma ve kollektif düşünce-davranış, algılama-yorum sentezlerine varabilme yetkinliğine kavuşması hedeflenmelidir. Bilebildiğim kadarı ile, buna benzer bir çalışmaya 1990’lı yıllarda Harp İş sendikasında girişilmişti.
Hem iç örgütlenmede hem de iç eğitimde tüm üyelerin örgütlü çalışmasını hedefleyen; üye inisiyatifini, gönüllü katılımı, söz ve karar hakkını sonsuz geliştirici yeni yapılanmaları yaşama geçirmemiz sendikalar için bir varlık ve yokluk meselesi haline gelmiştir.
İşte tüm bunların uzmanlar tarafından enine boyuna ve derinlemesine tartışıldığı, yeni yapılanma plan, proje ve programlarının üretildiği platformların oluşturulmasının yaşamsal bir zorunluluk olduğunu görüyorum.
İlgili arkadaşların yanıt ve önerileri geldikten sonra birlikte yapacağımız bir gündem ve çalışma programına göre sendikal iç örgütlenme – iç yapılanma ile ilgili somut proje ve program önerilerimi sunacağım.
Saygılarımla.
[email protected]