Türkiye egemenlerinin yıllar boyu darbeler, katliamlar ve sınır ötesi gerilimlerle dosta düşmana ilan ettiği “kırmızı çizgiler” son dönemde bağıra çağıra ihlal ediliyor. Kürt sorununda Barzani ve PKK önderliğini referans alan çözüm önerilerinin liberal basın tarafından yüksek sesle ve koro halinde dillendirilmesi bir yandan; AKP hükümetinin son dönemde tırmanışa geçen dinci söylem ve pratikleri diğer yandan… […]
Türkiye egemenlerinin yıllar boyu darbeler, katliamlar ve sınır ötesi gerilimlerle dosta düşmana ilan ettiği “kırmızı çizgiler” son dönemde bağıra çağıra ihlal ediliyor. Kürt sorununda Barzani ve PKK önderliğini referans alan çözüm önerilerinin liberal basın tarafından yüksek sesle ve koro halinde dillendirilmesi bir yandan; AKP hükümetinin son dönemde tırmanışa geçen dinci söylem ve pratikleri diğer yandan… Kürtlük (alt da olsa) bir Türkiyeli kimliği, Türkiyelilik Türklük yerine yeni üst kimlik, din de bu üst kimliğin çimentosu ilan edildi… ama CHP’nin zavallı muhalefetini saymazsak “bu memleket sahipsiz değildir” diye sesini yükselten olmadı.
Memleketin “sahipleri” var olmaya var ama çok meşguller. 15 Aralık’taki (bu yazı yayınlandığı gün yapılacak olan) Irak seçimleri öncesinde yoğun bir koşturmaca içine girdiler. 24 Ekim’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu’nda Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay, Kuzey Irak’ta oluşan Kürt Devleti gerçekliğine uygun yeni bir Kürt siyaseti belirleme zorunluluğunu açıktan ilan etmişti. MGK toplantısından ve Barzani’nin ABD gezisinden hemen önce MİT Müsteşarı Emre Taner Barzani ile görüştürülmüştü. Kasım sonunda Adalet Bakanlığı’ndan bir yetkili Öcalan’la görüştü ve bu görüşmeden birkaç gün sonra 6 aydır avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’a görüş olanağı sağlandı. Geçtiğimiz hafta ise FBI Başkanı Robert Mueller ve CIA Başkanı Porter Goss Ankara’da üst düzey ve gizli görüşmelerde ağırlandı, Orgeneral Yaşar Büyükanıt ABD’ye gitti.
Görüşmelerde neler konuşulduğuna dair çeşitli spekülasyonlar yapılıyorsa da gerçek şu ki, Irak’ta seçimler noktasında gelinen mevcut durum hem ABD’yi hem de Türkiye egemenlerini önemli adımlar atmaya mecbur bırakıyor.
ABD Irak’ta direnişi bastırıp hegemonyasını kuramadı ve güçlü bir merkezi idarenin olanaklarını işgalle bizzat ortadan kaldırarak başlattığı parçalanma sürecini de geri çeviremedi. 15 Ekim’de onaylanan Irak Anayasası güçlü bölgesel özerklik vurgusu ile parçalanmayı tetikliyordu. Sonuç olarak yetkisiz, verimsiz, işlevsiz bir Irak Meclisi ve siyasal kurumsallaşmasını ilerleten üç ayrı bölgesel yönetim açığa çıktı. Bağdat ve çevre vilayetlerden oluşan Orta Irak ya da Sünni bölgesi direnişin ve ABD karşıtlığının en yoğun olduğu bölge. Şii bölgesi olan Güney Irak da siyasi sürece katılmakla birlikte ABD’den çok İran’a meyilli bir siyasal kurumsallaşmaya gidiyor ve işgal güçleriyle düşük yoğunluklu çatışmalar yaşıyor, ki bu durum Şiilerin de bir “müttefik” olarak sayılamayacağını gösteriyor. Geriye kala kala Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi kalıyor. Parçalanmanın derinleşmesinin petrol kaynakları üzerinde hakimiyet kavgasını tetikleyerek Kürdistan’ın hedef tahtasında olduğu bir iç savaşa yol açması işten bile değil ve gidişat da bu yönde. İşte bu koşullarda, yükselen rakipleri karşısında pozisyonunu korumak ve enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurmak gibi yaşamsal bir ihtiyaçla Irak savaşını başlatan bir emperyalist güç olarak ABD açısından temel sorun Irak’tan çekilmek değil, Irak’taki işbirlikçisi Kürdistan Bölgesel Yönetiminin güvenliğini sağlamaktır.
Türkiye egemenleri açısındansa sorun iki boyutludur. Birincisi ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde taşeronluk rolünü kabul eden Türkiye, bu projede Kürdistan Bölgesel Yönetimine komşu olan biricik “müttefik” ülkedir. Türkiye egemenleri ülkeyi BOP batağında içine soktukları bağımlılık ilişkileri gereği, Kürdistan’ı tanımak bir yana onunla iyi geçinmeli, gerektiğinde ona kol kanat germelidir. Hele o ülkeyi karıştıracak bir askeri operasyona kesinlikle kalkışmamalıdır. Türkiye’yle üst düzey/gizli temaslar yapmak için Irak seçimlerinin yapılacağı tarihi seçen ABD yöneticileri, bu tarih seçimiyle, “gizli” görüşmelerinin asıl gündemini zaten belli etmişti. Şayet ABD Türkiye’nin Kuzey Irak’ı gerektiğinde askeri güç de kullanarak kollamasını istiyorsa, bu PKK’nin silahlı varlığının yani Kandil Dağı’nın tasfiyesini gerektirir; ABD, Barzani ve Irak yönetiminin tercihiyse barışçıl bir tasfiyedir. “Üst düzey yetkililerin” seçme köşe yazarı Murat Yetkin’in CIA Başkanı Goss’un Erdoğan ve MİT müsteşarı Emre Taner’le görüşmelerini PKK için “Barışçıl Çözüm” diye özetlemesi de boşa değildir.
Türkiye egemenleri açısından sorunun ikinci boyutu iç siyasete ilişkindir. Bir zamanlar “Kürt yok” diyen Türkiye egemenlerinin artık Kürt bir müttefik devletleri -istemeseler de- var.Yeni devletleşen bu “müttefik” komşu, Türkiye egemenlerinin “bir Kürt Devletine müsaade etmeme” üzerine kurulu geleneksel Kürt siyasetinin sonu anlamına geliyor. Yeni siyasetin belirlenmesi de sadece egemenler arası dengelerle açıklanamaz. Türkiye’nin yeni Kürt siyasetinin belirlenmesinde sorun, güneyde önemli bir refah kaynağı üzerine kurulu gelişmeye müsait bir Kürt devletinin varlığı koşullarında, Türkiye Kürtlerinin PKK önderliğinde “hem uluslararası dengelere oynayabilen hem de bağımsız hareket kabiliyeti olan siyasal bir güç” olarak örgütlenmiş olmasıdır. Bu örgütlü varlık egemenler açısından kabul edilebilir değildir.
Ayrıca, Kürt hareketi son Newroz gösterilerinden Şemdinli olaylarına kadar uzanan süreçte, egemenlerin Kürt halkını PKK önderliğinden ayırmaya dayalı stratejilerini boşa çıkarmıştır. Newroz gösterilerinin ardından yaratılan faşist provokasyonlar, çatışmalar ve kontrgerilla saldırıları karşısında gelişen kitlesel hareketler egemenlerin hiç de beklemediği bir durum yaratarak önceki dönemde erime eğilimine giren Kürt hareketinin hızla toparlanmasıyla sonuçlanmıştır.
Katıksız bir ABD siyaseti savunan Ertuğrul Özkök, İsmet Berkan, Mehmet Ali Birand gibi liberal kalemleri yönlendiren akla göre Türkiye açısından en “makulü” gerillanın barışçıl tasfiyesi ve Kuzey Irak’taki PKK güdümlü iki siyasi partinin faaliyetlerinin sınırlandırılması buna paralel olarak da Türkiye’de kültürel kimi reformlarla birlikte Kürt hareketine yasal-demokratik alanda kısmi bir temsil olanağı sağlayacak düzenlemelerin yapılması olacaktır (Türkiye egemenleri yasal-demokratik alanda dahi bağımsız ve güçlü bir Kürt siyasal temsiline razı gelmeyecek, Kürtleri AKP ya da benzeri oluşumlarla kapsamayı tercih edecektir).
Liberaller ne kadar buraya çekiştirmeye çalışırsa çalışsın, bu önermenin önünde de ciddi engeller var. Birincisi, PKK’yi Kuzey Irak’tan söküp atmak o kadar da kolay değil. Seçimlere katılmasına izin verilen PKK güdümlü iki partinin önemli sayılabilecek bir kitle desteği olduğu biliniyor. Seçim sonuçlarında bölgesel ve/veya ulusal parlamentoda temsil olasılığı önemli bir faktördür. İkincisi, PKK İran ve Suriye’de zayıfta olsa askeri/siyasal varlık göstermektedir. Irak seçimleri sonrası Irak ve çevre ülkelerdeki durumu görmeden bir şey söylemek kolay değil. Ayrıca egemenlerin Şemdinli’de yedikleri golü içlerine sindirip buna göre siyaset belirlemesi de abartılı bir beklenti olur.
Türkiye oligarşisinin Kürt sorunundaki geleneksel siyasetinin iflas ettiği ancak yeni siyasetinin henüz şekillenmediği, kırmızı çizgileri bağıra çağıra ihlal edenlerin de bu boşluğu görerek ve şekillenme sürecine müdahale adına kendi saf Amerikancı uçlarından konuşturuldukları söylenebilir. ABD bu süreçte kendi stratejisinin güvenliği adına hem Türkiye’nin yeni rolüne hazırlanmasını zorlayacak hem de PKK’yi Kuzey Irak’ta güvenlik sorunu yaratmayacak metotlarla sıkıştıracaktır. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın dediği gibi ABD’nin bölgedeki ikinc
i büyük müttefiki Türkiye büyük önem taşımaktadır; ve bu müttefikin ihtiyaçlarını da gözetmek gerekir.
Sonuç olarak Kürt sorununda ABD’nin Ortadoğu siyasetine uygun yeni bir siyaset belirlenmeye çalışıldığı ama egemenlerin milliyetçi takıntılarının ötesinde yapısal sorunların olduğu ve bu yüzden de bu siyaset belirleme sürecinin liberallerin köşelerinde yazılan kadar kolay ve pürüzsüz ilerlemeyeceği açıktır.
ikinci kırmızı çizgi meselesi
AKP hükümeti bu süreçte ulema tartışması, içki yasağı, imam hatiplerin önünü açan Açık Öğretim Yönetmeliği ve İslam’ı Türkiyeliliğin çimentosu ilan ettiği üst kimlik tartışmasıyla şaşırtıcı bir çıkış yaptı. Şaşırtıcı olan AKP’nin dinci-gerici söylemleri değil, bu söylemlerin çok utangaç eleştiriler dışında -CHP’nin zavallı muhalefetini de saymazsak- bir tepkiyle karşılaşmamış olmasıydı. Ordu sustu. Kimi zaman durduk durmadık yere AKP islamo-faşizmini gündeme getiren ABD basını bu kez de eleştirel olmakla birlikte ayarı kaçırmadı.
Bu durumun gerekçesi olarak da birkaç faktörden birlikte bahsetmek gerekiyor. AKP ile ordu arasında ABD eksenli siyaset üzerinden sağlanan uzlaşma hala sürüyor. AKP’nin hala siyasi bir alternatifinin olmadığı gerçeği de bu duruma eklendiğinde AKP tabanın kimi beklentilerini karşılamada elini rahat tutabilmektedir. Ayrıca alt-kimlik üst-kimlik tartışmasında egemenler cephesinden Türkiyelilik kimliğine dinden daha makul bir çimento önerilebilmiş midir ki? Sömürgecilik siyaseti/sermaye programlarının bir sonucu olarak toplumsal eşitsizliklerin bu ölçüde arttığı bir dönemde egemen siyasetin gittikçe gericileşmesinin bir yansıması olarak AKP rahatlıkla dinci bir söylemle ortaya çıkabilmekte ve kuvvetli bir muhalefetle de karşılaşmamaktadır.
IMF’nin de kırmızı çizgileri var
Bu arada bir şaşırtıcı gelişme de “Televole İktisatçılarının” birden ekonomik duruma dair endişelerini dile getirmeye başlamaları oldu. Yıllardır çok başarılı ve doğru bulduklarını söyledikleri programda bir değişiklik, aksilik açığa çıkmadan böyle yaygara koparmalarının ne anlamı var? Program üç yıl önceki gibi ithalat bağımlılığını artıran ve iç üretimi çökerten, yoksullaştırıcı, sıcak paraya karşı kırılgan bir ihracat ekonomisi programı. Görünen vahim tablo üç yıl önce öngörülenin uzağında değil. Ama IMF her zaman için bildiğini gerektiği zamanda söyledi. Türkiye’ye sosyal güvenlik reformundan özelleştirmelere, Ortadoğu’da askeri ittifaklardan diplomatik taşeronluğa… çok görevler yüklenen bir dönemde “cari açığın tehlikeli boyutta ama finanse edilebilir ama dış gelişmelere karşı da kırılgan” olduğunu ilan ediverdi. Bu açık tehdit Türkiye egemenlerinin emperyalizm karşısında fazla bir pazarlık/direnç olanağı bulunmadığının ilanıdır. “Televole” de üç yıl önce ne yapıyorsa onu yapmakta, IMF’nin istediği doğrultuda konuşturulmaktadır.
Egemenler zorlu bir süreçten geçiyor. Emperyalizmle girilen bağımlılık ilişkileri çerçevesinde şekillenen egemen siyasetin belirlediği kırmızı çizgiler, emperyalist stratejilerin seyrine bağlı bir dönüşüm yaşıyor. Bu zorunlu dönüşüm köşe yazısı yazmak kadar kolay değil ve bu süreçte egemen siyasette büyük altüst oluşların yaşanması kaçınılmaz. Fakat bu altüst oluşun ilerici sonuçlar yaratabilmesi Şemdinli serhildanlarının Kürt sorununu ileri bir düzlemden tartışılmaya itmesi örneğinde görüldüğü gibi ancak halkın bağımsız politik kitlesel hareketinin varlığı koşullarında mümkün oluyor. Fakat böylesi bir hareketin yaratılamadığı koşullarda egemenler arası kapışmanın, toplumsal ilişkilere ekonomik-politik ve ideolojik anlamda gerici düzlemlerde yansıması kaçınılmaz. Toplumsal yıkım ve siyasette yeniden yapılanmayla karşımıza çıkan bu altüst oluş sürecine egemenler arası kapışmaları izleyerek ya da onlara eklemlenerek mi yoksa halkın bağımsız siyasal eylemiyle mi dahil olacağımız konusunda yapacağımız tercih toplumsal muhalefetin geleceği açısından çok keskin sonuçlar doğuracak. Yeniden doğmak ya da yok olmak gibi.
15 Aralık
Sendika.Org