Filistin’de Cenin katliamının ardından, Londra Soykırım Müzesi’nin müdürü, “Bu olanlara karşı kayıtsız kalacaksak, soykırım müzesini gezerken, ‘Aman Tanrım, insanlar bunlar olurken nasıl olmuş da sessiz kalmış’ demenin ne kadar anlamsız kaldığını” yazmıştı. Dünyada bugün olan biten, Filistin ve benzeri yerlerdeki trajediyi aştı, dünya çapına yayıldı. Üç yıla yakın zamandır, Irak’ta olanları, hep birlikte izliyoruz. Bence, […]
Filistin’de Cenin katliamının ardından, Londra Soykırım Müzesi’nin müdürü, “Bu olanlara karşı kayıtsız kalacaksak, soykırım müzesini gezerken, ‘Aman Tanrım, insanlar bunlar olurken nasıl olmuş da sessiz kalmış’ demenin ne kadar anlamsız kaldığını” yazmıştı. Dünyada bugün olan biten, Filistin ve benzeri yerlerdeki trajediyi aştı, dünya çapına yayıldı. Üç yıla yakın zamandır, Irak’ta olanları, hep birlikte izliyoruz. Bence, olan bitene karşı sessizlik, insanlık adına, en az olanlar kadar hayal kırıcı.
Unutmayalım, burası, Irak trajedisinin hemen öncesinde, işgale ortak olmak karşılığında alacağımız kredi miktarının hesabının yapıldığı bir ülke. Kafası insanlık adına değil, borsa hesabına göre çalışan vicdan özürlüleri bir yana bıraktık, bunca rezaletten sonra, vicdanın sesi olma iddiasındaki siyasi-entelektüel çevrelerin sesi hâlâ alabildiğine kısık. Türkiye’de muhalefeti temsil eden iki cenahtan, İslamcılar iktidar oldu, gönüllerine mühür vurdular. ABD’yi eleştirirlerse iktidardan olurlar diye ödleri kopuyor. Kimisi, işgalcilerle ‘diyalog’ peşinde koşmaktan başka bir şey göremez olmuşlar. Geçen yazımda, asıl izahı zor olanın, kendini tarihi boyunca emperyalizme karşı durmakla tanımlayan solcuların büyük bölümünün sessizliği olduğuna işaret etmiştim.
Modern dünyanın vicdanı soldu, o da yenik düşünce bakın ne hale geldik. Bu yenilgi, 80’lerde, neoliberalizmin yükselmesiyle, hükmen mağlup edilmeleriyle başladı. Solun sorunlarıyla yüzleşmek, yeniden dirilecek bir süreç değil, solun sonu halini aldı. Sol, hükmen mağlubiyeti içselleştirdi; büyük eksikliği olan demokrasi konusundaki hassasiyeti, sığ bir demokrasi ve sivil toplum fetişleştirmesi ile ikame etmeye çalıştı. Kültür, kimlik gibi konulardaki körlüğünü, aynı şekilde, kimlik siyasetlerine yüklenmekle çözmeye çalıştı. Gelinen noktada, sosyal adaletten, eşitlikten, onun ötesinde kapitalizm ve emperyalizmden söz etmek, neredeyse ayıp sayılır hale geldi. Kürt meselesine soldan değil, kimlik siyasetleri çerçevesinden bakmak, sığ bir Kürtseverliğe, demokrasi hassasiyeti gözü kara bir AB sevdasına dönüştü.
Emperyalizmi telaffuz etmekten çekinen, Kürt siyasetlerine eleştirel bakamama zaafına batmış, AB konusunda serinkanlılığını kaybetmiş bir solun, Irak işgaline yüksek sesle itiraz etmesi tabii ki zor. Türkiye’deki otoriter statüko, her an hortlamaya hazır koyu milliyetçilik tabii ki, solun sorunları olmalı. Ama bunlar dışında olan biteni, neredeyse görmezden gelen, zoraki, gönülsüz birkaç lafın dışında sesini çıkarmayan solculuk ve demokratlıkla hesaplaşmak zorundayız. Oscar Lafonten, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde Shröder’e itiraz edip ayrılırken, ‘İnsanın bir kalbi var ve o hâlâ solda atıyor’ demişti. Hâlâ bir kalbi olanlar, bu hesaplaşmayı yapmak zorunda.
Genel ahval bir yana, geçen hafta sonu, Ahmet İnsel’in CIA’in işkence uçakları yazısının yer aldığı, bizim gazetenin pazar eki olan Radikal İki’nin ilk sayfasının bir Madonna yazısına ayrılmış olması ve ‘Dans pistleri kışlamız, disko ışıkları kubbemiz, Madonna kraliçemiz’ başlığı, beni bir kez daha bunları yazmaya itti. Umarım, bu kadarını yadırgamak, püritenlik sayılmaz. Ve sanırım, hâlâ kalbi solda atanların, her şeyden önce, dünya yansa, kubbesindeki disko ışıkları sönmeyen sol magazincilere, yüz çevirmelerinin zamanı çoktan geldi.
Radikal Gazetesi