Askeri müdahaleler için bahane, piyasanın zorbalığının kutsallaştırılması, siyaseten doğru fundamentalizmin ideolojik temeli: evrensel hakların ‘simgesel kurgusu’ fiili sosyo-ekonomik ilişkilerin ilerici bir tarzda siyasallaştırılmasına güç verebilir mi? Slavoj Zizek* Yaşadığımız liberal-kapitalist toplumlarda insan haklarına yapılan başvurular genellikle üç varsayıma dayanır. Bu varsayımların ilki, bu tür başvuruların, rastlantısal, tarihsel olarak kısıtlı özgünlükleri doğallaştıran ya da özselleştiren fundamentalizm […]
Askeri müdahaleler için bahane, piyasanın zorbalığının kutsallaştırılması, siyaseten doğru fundamentalizmin ideolojik temeli: evrensel hakların ‘simgesel kurgusu’ fiili sosyo-ekonomik ilişkilerin ilerici bir tarzda siyasallaştırılmasına güç verebilir mi?
Slavoj Zizek*
Yaşadığımız liberal-kapitalist toplumlarda insan haklarına yapılan başvurular genellikle üç varsayıma dayanır. Bu varsayımların ilki, bu tür başvuruların, rastlantısal, tarihsel olarak kısıtlı özgünlükleri doğallaştıran ya da özselleştiren fundamentalizm tarzlarına muhalefet olarak işlev gördükleridir. İkincisi, seçme özgürlüğü hakkı ile kişinin (daha yüce bir ideolojik dava için fedakarlıkta bulunmaktansa) hayatını haz (zevk) aramaya adayabilme hakkının, en temel iki hak olduğudur. Üçüncüsü de insan haklarına atıfta bulunmanın “iktidarın aşırılıklarına” karşı bir savunma dayanağı olabileceği varsayımıdır.
Fundamentalizmden başlayalım. Burada, asıl kötülük (Hegel’in dediği gibi) kötülüğü algılayanın kendi içindedir. Son derece yaygın insan hakları ihlallerine sahne olan 1990’lardaki Balkanları ele alalım. Güneydoğu Avrupa’da coğrafi bir bölge olan Balkanlar, bugünün Avrupalı ideolojik tasavvurunda taşıdığı bütün anlam ve çağrışımlarla ne zaman ‘Balkan’ oldu? El cevap: Balkanların Avrupa modernleşmesinin bütün etkilerine maruz kaldığı 19. yüzyıl ortalarında. Batı Avrupa’nın bölgeyi daha önceki algılayış biçimiyle bölgenin ‘modern’ imajı arasındaki uçurum çarpıcıdır. Daha 16. yüzyılda Fransız doğa bilgini Pierre Belon “Türklerin hiç kimseyi Türk gibi yaşamaya zorlamadığına” dikkat çekebiliyordu. Bu yüzden, Kral Ferdinand ile Kraliçe İsabella’nın 1492 yılında İspanya’dan kovduğu Yahudilerin Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde sığınak ve dinsel özgürlük bulabilmeleri hiç şaşırtıcı değildir. Öyle büyük bir ironik dönüştür ki bu, zamanın Batılı gezginleri büyük Türk kentlerinde Yahudilerin varlığından rahatsızlık duymuşlardır. Verilebilecek pek çok örnekten biri, İstanbul’u 1788’de ziyaret etmiş bir İtalyan olan N. Bisani’nin bildirdikleri: “Londra ve Paris’teki hoşgörüsüzlüğe tanık olmuş bir yabancı burada bir cami ile bir havranın arasında bir kilisenin yer aldığını, bir Kapuçin keşişinin yanında bir dervişin yürüdüğünü görünce çok şaşıracaktır. Bu devletin bağrında kendisininkine bu kadar zıt dinlerin yaşamasına nasıl izin verebildiğini anlayamıyorum. Bu, Muhammediliğin böyle güzel bir tezatı yaratacak şekilde yozlaşmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Daha da hayranlık verici olan, bu hoşgörü ruhunun genel olarak halkın gönlünde kökleşmiş olmasıdır; çünkü burada Türklerin, Musevilerin, Katoliklerin, Ermenilerin, Rumların ve Protestonların sanki aynı vatanı ve aynı dini paylaşıyormuşçasına, büyük bir uyum ve iyi niyet içinde işte ve eğlencede bir araya geldiklerini görüyorsunuz” (1). Bugün Batının kendi kültürel üstünlüğünün işareti olarak övündüğü aynı özellik -çok-kültürcü hoşgörü ruhu ve uygulaması- o zamanlar “İslami yozlaşmanın” bir sonucu olarak yadırganıyordu. Suskunluk yemini etmiş Etoile Marie keşişlerinin hikayesi de aynı derecede öğreticidir. Napolyon idaresindeki Fransa’dan sürülen bu keşişler Almanya’ya yerleşmiş, ancak 1868 yılında oradan da kovulmuşlardı. Kendilerini kabul eden hiçbir Hıristiyan devlet bulamayınca, bugün Bosna’nın Sırp kesiminde yer alan Banya Luka’da arazi satın almak için Osmanlı’dan izin istediler. İstekleri kabul edildi ve orada, Hıristiyanlar arasında patlak veren Balkan çatışmalarında kim vurduya gidene dek, rahat ve mutlu bir hayat yaşadılar.
Öyleyse, şimdi Batı’nın Balkanlarla özdeşleştirdiği fundamentalist özellikler -dinsel bağnazlık, etnik şiddet, tarihsel travmalara takılıp kalma- nereden kaynaklanıyor? Açıktır ki Batı’nın kendisinden. Hegel’in ”yansıtıcı belirleme” deyimine uygun bir tarzda, Batı Avrupalıların Balkanlarda gözlemledikleri ve kınadıkları şey, oraya kendilerinin getirmiş olduğu şeydir; orada savaştıkları şey, denetimden çıkan kendi tarihsel miraslarıdır. 20. yüzyılda Türklere isnat edilen iki büyük etnik suç, -Ermeni soykırımı ile Kürtlere uygulanan baskı- geleneksel Müslüman siyasi güçlerce değil, Türkiye’yi eski dünyaya ait safralarından kurtarıp Avrupai bir ulus devlete dönüştürmeyi hedefleyen askeri modernleştiricilerce işlenmiştir. Bu yüzden, Mladen Dolar’ın, Freud’un bölgeyle ilgili göndermelerinin ayrıntılı bir okumasına dayanan eski nüktesi harfi harfine doğrudur: Balkan’ın Başkalığı (Ötekiliği) kılığında, Avrupa ‘kendi içindeki yabancıyı’ idrak etmektedir. Ama ayrıca, rastlantısal özelliklerin ‘fundamentalist’ özselleştirilme tarzlarının liberal-kapitalist demokrasinin kendi özelliği haline gelmesinin yollarını da araştırabiliriz.
Medyanın en gizli kişisel ayrıntıları sergileyebilme yeteneği yüzünden özel hayatın tehdit altında kaldığından, hatta ortadan kaybolmaya yüz tuttuğundan yakınmak moda olmuştur. Tersyüz etmek şartıyla, doğru: fiilen ortadan kaybolmakta olan şey kamusal hayatın kendisidir, kişinin özel bireye, bir kişisel hususiyetler, arzular, travmalar, huylar bohçasına indirgenemeyen bir simgesel eyleyici olarak hareket ettiği buna uygun kamusal alandır. Bu yüzdendir ki, -kendisine göre çağdaş bireyin kendi kendini, seçilmiş, tarihsel bakımdan benzersiz, öğrenmiş bir varlık olarak, etnik kimliğinden cinsel tercihine dek en doğal özellikleriyle bile doğadan uzaklaştırılmış durumda deneyimlediği ‘risk toplumu’ ortak alanı, bütünüyle aldatıcıdır. Bugün tanık olduğumuz şey, bunun zıddı bir süreçtir: benzeri görülmemiş bir yeniden doğallaşma süreci. Artık, bütün büyük ‘kamusal konular’, ‘doğal’ ya da ‘kişisel’ huyların düzenlemesine tabi tutumlara dönüşmektedir. Daha genel bir düzeyde bu durum, küresel kapitalizme en uygun mücadele biçiminin niçin bu yalancıktan doğal etno-dinsel çatışmalar olduğunu da açıklar. Bilinen şekliyle politikanın yerini giderek artan biçimde uzman toplumsal idarenin aldığı ‘post-politika’ çağında, geriye kalan biricik meşru çatışma kaynakları kültürel (dinsel) ya da doğal (etnik) gerginliklerdir. Ve evrim, tamamıyla bu yeniden doğallaştırmaya uygun gelen toplumsal tutundurmanın düzenlenmesinden ibarettir. Belki de, evrimin gerçeği olarak, Marx’ın Kapital’in 1. Cildinin sonunda meta fetişizmini tanımlarken Dogberry’nin Seacoal’a öğüdünü aktararak ironik bir biçimde değindiği çarpık mantığı yeniden öne sürmek gereklidir:
‘Yakışıklı bir adam olmak talihin lütfudur, oysa okuma yazma doğadan gelir’. Bugün ise uzman bir bilgisayarcı ya da başarılı bir işletmeci olmak doğadan gelir, oysa güzel dudaklara ya da gözlere sahip olmak kültürel bir olgudur.
Seçme özgürlüksüzlüğü
Seçme özgürlüğüne gelince: Sıkı bir terbiyeyle yetiştirdikleri çocuklarına delikanlılık çağına gelince sahte bir seçme özgürlüğü sunan Amish* cemaatlerinden başka bir yazımda söz etmiştim. Bu gençlere 17 yaşına geldiklerinde çağdaş kapitalist kültürün bütün aşırılıklarını -hızlı arabalar, kuralsız seks, uyuşturucu, içki vesaire- tatma izni verilir (2). Böyle birkaç yıl yaşadıktan sonra, kendilerine Amish yaşam biçimine geri dönüp dönmek istemedikleri sorulur. Çağdaş Amerikan toplumundan bütünüyle habersiz kalarak büyütülmüş olduklarından, gençler böyle bir serbestlikle başa çıkabilmeye hiç hazır değildirler ve pek çoğu için bu serbestlik katlanılmaz bir endişe yaratır. Bu yüzden, tercih anı geldiğinde büyük çoğunluğu
cemaatlerinin yalıtılmışlığına geri dönmeyi seçerler. Bu, ‘seçme özgürlüğüne’ daima eşlik eden güçlüklere mükemmel bir örnektir. Amish delikanlılarına biçimsel bir seçme özgürlüğü tanınır, ama koşullar öyledir ki seçimlerini özgür olmadan yapmak zorundadırlar. Sahte-seçim problemi tesettürlü Müslüman kadınlara karşı takınılan standart liberal tavrın sınırlılığında da kendisini gösterir: kocası ya da ailesinin zoruyla değil kendi özgür iradesiyle kapanıyorsa kabul edilebilir. Ne var ki, bir kadın kişisel tercihiyle kapandığı anda, kapanmanın anlamı tümüyle değişir: kapanmak artık Müslüman cemaatine aidiyetin işareti olmaktan çıkıp sadece bir kişisel zevk ifadesi haline gelir. Başka bir deyişle bir seçim daima bir meta-seçimdir, seçimin kendisini seçmenin şeklini seçmektir: kadın ancak kapanmamayı seçtiği anda gerçekten bir seçim yapmış olur. Laik liberal demokrasilerimizde ciddi bir dinsel bağlanmaya girmiş insanların daha altta bir konumda kalmasının nedeni budur: kişisel tercihleri olarak inançlarına ‘hoşgörü gösterilir’ ama bu inancı kendileri için taşıdığı anlamıyla -özsel bir aidiyet sorunu- kamuya sundukları anda ‘fundemantalizm’ ile suçlanırlar.
Açıkçası, ‘hoşgörülü’ çok-kültürcü anlamında ‘özgür seçim öznesi’ ancak kişinin tikel yaşam-dünyasından son derece şiddetli bir biçimde sökülmesinin sonucunda ortaya çıkabilir.
İdeolojik ‘özgür seçme’ mefhumunun kapitalist demokraside sahip olduğu maddi güç, Clinton yönetiminin şu son derece ılımlı sağlık reformu programının başına gelenlerde çok iyi gözlenebilir. Tıp lobisi -ki bu lobi askeri lobiden iki kat güçlüdür-, her nasıl oluyorsa, genel sağlık bakımının sağlık alanında seçme özgürlüğünü tehdit ettiği fikrini kamuoyuna yerleştirmeyi başardı. İnsanlar bir kez bu fikre inandıktan sonra, aksini kanıtlayan ‘katı gerçeklere’ her türlü başvuru etkisiz kaldı. İşte burada, liberal ideolojinin sinir merkezini görüyoruz: ‘psikolojik’ özne mefhumuna dayanan seçme özgürlüğü, bu öznenin gerçekleştirmeye çalıştığı arzularla birlikte bahşedilir. Ve bu, bugün, egemen ideolojinin bize refah devletinin ortadan kaldırılmasının sonucu olan bu aynı güvensizlikleri yeni özgürlükler fırsatı olarak yutturmaya çalıştığı bu ‘risk toplumu’ çağında özellikle geçerlidir. Eğer esnek çalışma sistemi sizi her yıl işinizi değiştirmek zorunda bırakıyorsa, neden bunu sürekli bir mesleğin sınırlayıcılığından kurtuluş olarak, kendinizi yenilemek ve kişiliğinizin gizli kalmış potansiyellerini keşfetmek için fırsat olarak değerlendirmeyesiniz? Standart sağlık ve emeklilik sigortası yetersizse ve güvence için ekstra yatırımlar yapmak zorundaysanız, niçin bunu bugünü iyi yaşamak ile geleceği güvenceye almak arasında fazladan bir seçme fırsatı olarak görmeyesiniz? Bu açmazlar sizi endişelendiriyorsa, ‘ikinci modernite’ ideologları, ‘özgürlükten kaçış’ arzusu duyduğunuz ve yeterince olgunlaşmadığınız için eski güvenli biçimlere sarılıp kaldığınız teşhisini yapıştırıverecektir. Hatta daha da iyisi, bir kez bu ‘psikolojik’ birey olarak özne ideolojisi içinde tarif edilince, otomatik bir biçimde, bütün bu değişikliklerin piyasa güçleri tarafından itilip kakılmanızın değil kişiliğinizin ürünü olduğu şeklinde yorumlamaya meyledeceksiniz.
Haz (jouissance) Politikası
Haz/zevk arama temel hakkına gelince: Bugünün politikası giderek daha fazla, hazzı (jouissance) kışkırtmanın ve kontrol altına almanın yollarıyla ilgilenmektedir. Liberal-hoşgörülü Batı ile fundamentalist İslam arasındaki karşıtlık, çoğu kez, bir tarafta kadının, kendisini gösterme ve teşhir ederek erkekleri tahrik ve rahatsız etmesi de dahil, özgür seks hakkıyla diğer tarafta bu tehdidi bastırmak ya da kontrol altına almak yönünde umutsuz bir erkek girişimi arasındaki karşıtlığa sıkıştırılır. (Afganistan’da Taliban kadınların metal ökçeli topuklu ayakkabı giymesini yasaklamıştı, burka altında görünmez kılınmış kadından gelen topuk seslerinin başa çıkılmaz bir erotik kışkırtma olabileceğini düşünüyorlardı.) Elbette, her iki taraf da kendi konumlarını ideolojik ve ahlaki bakımdan mistifike etmektedir. Batı açısından, kadınların kendilerini kışkırtıcı bir biçimde erkeklerin arzularına teşhir etmeleri, bedenlerini kendi istedikleri gibi kullanabilme haklarıyla meşrulaştırılmaktadır. İslam açısından ise kadın cinselliğinin denetlenmesi erkeklerin sömürü nesnesine indirgenmesine karşı kadının saygınlığını savunmak adına meşrulaştırılır. O zaman, Fransa devleti okullarda Müslüman kız öğrencilere türban yasağı getirdiğinde, biri çıkıp, böylelikle Müslüman kızların bedenlerini kendi istedikleri gibi kullanabilme olanağına kavuştuklarını söyleyebilir. Ama aynı şekilde, bir başkası da çıkıp, Müslüman ‘fundamentalizmine’ yönelik eleştirilerin gerçek zayıf noktasının bedenlerini cinsel ayartma oyununa ve bu oyuna eşlik eden toplumsal ilişki ve değişimlere alet etmek istemeyen kadınların da bulunduğunu göz ardı etmeleri olduğunu iddia edebilir. Şu ya da bu şekilde diğer bütün sorunlar -eşcinsel evliliği, evlat edinme, kürtaj, boşanma- bununla ilgilidir. Bu iki karşıt kutbun paylaştığı ortak nokta, ters yönlere doğrultulmuş sıkı bir disiplinci tavırdır: ‘fundamentalistler’ kadınsı öz temsili cinsel kışkırtmayı önlemek yönünde düzenlerler; buna karşılık, liberal feministler taciz biçimlerini önlemek amacıyla bundan hiç de daha az katı olmayan davranış düzenlemeleri getirirler.
Ötekine karşı liberal tutum, hem başkalığa saygı ve ona açık olma ile hem de saplantılı bir taciz korkusuyla karakterize olur. Kısacası, öteki varlığı istila edici olmadığı sürece, yani aslında öteki olmadığı sürece hoş karşılanır. Bu yüzden, hoşgörü karşıtıyla birlikte gider. Ötekine karşı saygılı olmakla yükümlü oluşum, fiilen ona çok fazla yaklaşmamam, onun mekanını ihlal etmemem, kısacası, onun benim aşırı yakınlaşmama karşı hoşgörüsüzlüğüne saygı göstermem gerektiği anlamına gelir. İleri kapitalist toplumda gitgide en temel insan hakkı haline gelmeye başlayan şeydir bu: ‘taciz edilmeme’, yani, ötekilerden güvenli bir mesafede durabilme hakkı. Yeni ortaya çıkan insani ya da barışçı militarizm mantığı için de aynı şey geçerlidir. Barış, demokrasi ya da insani yardımların güvenli bir şekilde dağıtılabilme koşullarını getirmek için yapıldığı ölçüde, savaş kabul edilebilir bir şeydir.Aynı şey demokrasi ve insan hakları söz konusuyken daha bile geçerli değil midir? İşkenceye ve kalıcı hale gelmiş bir ‘olağanüstü hale’ cevaz verecek şekilde ‘yeniden düşünüldüğü’ takdirde insan hakları iyidir. Halkçı aşırılıklarından arındırılıp sadece kendisini uygulayabilecek kadar olgun olanlara tanındığı taktirde demokrasi de iyidir. Hazzın zorlamasının kısır döngüsüne yakalanıldığında, ‘doğal karşıtını’, hazzın şiddetle reddini seçme ayartmasına kapılınır. Bu, belki de bütün şu sözde fundamentalizmlerin altında yatan temel dürtüdür -fedakarlık ruhunu yeniden bulmaya yönelik bir çağrıyla (kendi kavradıkları şekliyle) çağdaş laik kültürün aşırı ‘Narsist hazcılığını’ dizginleme çabası.
Psikoanalitik bir perspektif, böyle bir çabada neyin yanlış olduğunu göstermeye yeter. Eğlenceyi bir yana bırakma jestinin -‘yozlaşmış kendine hayranlığa son! Reddet ve arın!’- ta kendisi, kendine ait bir eğlence fazlası üretir. Uyruklarından davaya şiddetli bir (öz-) fedakarlık göstermelerini isteyen bütün ‘totaliter’ evrenler zehirli-müstehcen bir haz hayranlı