İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti’nin (İFMC) geçen hafta sonuna doğru gerçekleştirdiği ”İktisat ve Gelir Dağılımı” konulu 30. İktisatçılar Haftası başarılı geçti. Bu vesileyle, bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Neo-klasik iktisat akımının iki ayrı yöntemle zihinlerimizi çeldiğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, gerçek dışı varsayımlara dayalı ve yaşanan gerçekliği yansıtmayan parlak teorilerdir. Hem içerik hem de retoriklerle oluşturulan modellerle sistemin […]
İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti’nin (İFMC) geçen hafta sonuna doğru gerçekleştirdiği ”İktisat ve Gelir Dağılımı” konulu 30. İktisatçılar Haftası başarılı geçti. Bu vesileyle, bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Neo-klasik iktisat akımının iki ayrı yöntemle zihinlerimizi çeldiğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, gerçek dışı varsayımlara dayalı ve yaşanan gerçekliği yansıtmayan parlak teorilerdir. Hem içerik hem de retoriklerle oluşturulan modellerle sistemin gerçek işleyişi perdelenmekte ve yaşamla ilgili net algılama yapmamız engellenmektedir. Neo-klasik teorilerde, bir yandan özel kesimin işleyişi özgür ve rasyonel birey davranışına dayalı serbest piyasa sürecine bağlanarak, sistemin ekonomik güç ilişkilerinden bağımsız işlediği görüntüsü yaratılarak, diğer yandan da gelir dağılımı bozukluğu gibi bazı aksaklıkların kamu kesimince giderildiği kabulü yapılarak gönüller rahatlatılmaktadır. Böylece, yaşanan aksaklıklar, kısmen teorinin tam ve iyi işletilememesine, kısmen siyasilerin hatasına, kısmen de dışsal nedenlerden kaynaklandığı iddia edilen krizlere bağlanarak sistem aklanmaktadır.
Oysa gerçek yaşamda, ne piyasa iddia edildiği gibi serbest ve rekabetçidir ne de hükümetlerin birincil işlevi toplumda gelir dağılımı adaletini sağlamaktır. Neo-klasik iktisat ekolünün bir dizi gerçekdışı varsayım üzerine kurduğu soyut modellerin aksine, piyasa dinamiklerinin kartelleşme ve tekelleşme oluşturmaya eğilimli olduğu sol teoride açıkça anlatıldığı gibi, yaşanan gerçekler de bunu kanıtlamaktadır. Küreselleşmede yaşanan sermaye akımlarının büyük bölümünün gelişmiş ekonomiler arasında gerçekleşiyor olması, dünya çapında rekabetin geliştiğini değil, tam tersine, şirket alımları ya da evlilikleri yoluyla tekelleşmenin yaygınlaştığını göstermektedir. Bu gelişme, neo-klasik iktisat akımının savlarını değil, sol ekonominin savlarını doğrulamaktadır.
Neo-klasik iktisat akımının bilincimizi çeldiği ikinci alan ise istatistiksel verilerin arka planının irdelenmeden bilinçsizce kullanılmasıdır. Ekonomik faaliyetlerde emek ve patron arasında yaşanan sömürü sonucunun neo-klasik iktisat öğretisinde gelirin ücret ve kâr arasında dağılımı olarak tanımlanması, sömürüyü meşrulaştırmanın ötesinde, emekçinin hak alanını belirleyerek mücadelesini sınırlamakta, buna karşın müteşebbisin emek üzerindeki sömürüsünü meşrulaştırarak birikim hırsını olumlamaktadır. Piyasanın oluşturduğu birincil gelir dağılımının sosyal vicdana uymadığı(!) durumlarda ise kamusal yeniden gelir dağılımı politikaları ile dağılım adaletinin sağlanabileceği ileri sürülmektedir. Keynes döneminin kapanıp arz yanlı ekonomi politikalarının başat olduğu günümüz koşullarında açıkça görüldüğü üzere, kapitalist sistemde devletin asıl rolü özel sermaye birikimine katkı yapmaktır. Bununla birlikte, toplumsal bilinci körelterek sistemi ayakta tutabilmek için aşırı yoksullaşma karşısında bazı önlemlerin alınması kaçınılmaz olduğunda, hem piyasaların genişletilmesi hem de sistemin meşrulaştırılması amacıyla kısmi yeniden dağıtım politikaları kamusal işlev olarak devreye sokulur. Sermaye tarafından ”popülist politika” olarak nitelenen bu tür uygulamalar dahi aslında bizzat sermayenin izni ve denetimi altında gerçekleştirilir.
Bilimsel olarak sistemin genetik yapısı çözümlenerek ”üretimden gelen güç” ve ”üretimi gerçekleştiren emek” ilişkileri ışığında ve soyut ortamda ulusal gelirin dağılım meşruiyeti sorgulandığında, neo-klasik iktisat öğretisinin ”gelir dağılımı” olarak yansıttığı görüntünün, aslında ”sömürü dağılımı” olarak algılanmasının gerekliliği anlaşılır. Ancak sermaye baskısı ve denetimi altında sistemi meşrulaştırma işlevi ile yükümlü burjuva iktisatçıları böyle bir çözümleme yapamaz. Neo-klasik teori alanında gelir dağılımı konusunda sayısız yayına, Dünya Bankası’nın yarım yüzyılı aşkın çalışmalarına karşın yeryüzünde gelir dağılımı giderek bozuluyor ve yoksulluk derinleşiyorsa bir yerde bir yanlışlığın olduğunu kabul etmek gerçek akademisyenin ahlak borcudur!
Burjuva iktisadı varsayımlara dayalı hayali modeller oluştururken teori ile gerçeklik arasındaki uçurumu kapatmak için yaşanan gerçekliği bir bütünsellik içinde değil, parçalı dünyalar olarak topluma yansıtır. Böylece, sistemin işleyişini algılayamayan toplum gözünde, yaşanan sorunlar sistemik sonuçlar olarak değil, arızi hatalar olarak görülür. Her bir görüntü bir ”bulgu” , hatta ”bilgi” dir. Bilimsel çaba, ”bilgifüruş” luk olmayıp bilgiler arasındaki ilişki ve nedensellik kuralının araştırılması faaliyetidir.
* Konunun önemine binaen, bu yazı İngiltere’de ”Açık Gazete” de de yayımlanmıştır.
Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi’nin 20.12.2005 tarihli sayısından alınmıştır>/b>