Fransa 2005 Kasımı’nda, yaklaşık 2 hafta devam eden bir altsınıf isyanı yaşadı. Çoğunlukla Kuzey Afrika veya Kara Afrika kökenli gençlerden oluşan gruplar arabaları yaktılar, polise taşlar fırlattılar. Bu, bir bakıma son yıllarda dünyanın hemen her yerinde gerçekleşen türden bir ayaklanmaydı. Fakat olay, Fransa’ya özel koşullarla da ilgilidir. Bir Zümrüdüanka gibi patladı. Devlet gücüyle bastırılmaya çalışılmakta, […]
Fransa 2005 Kasımı’nda, yaklaşık 2 hafta devam eden bir altsınıf isyanı yaşadı. Çoğunlukla Kuzey Afrika veya Kara Afrika kökenli gençlerden oluşan gruplar arabaları yaktılar, polise taşlar fırlattılar. Bu, bir bakıma son yıllarda dünyanın hemen her yerinde gerçekleşen türden bir ayaklanmaydı. Fakat olay, Fransa’ya özel koşullarla da ilgilidir. Bir Zümrüdüanka gibi patladı. Devlet gücüyle bastırılmaya çalışılmakta, fakat üstesinden gelindiği söylenemez.
Gerçekleşen olay çok basit. Üç genç adam polisi diğer gençleri durdururken ve kimlik kontrolü yaparken gördüler. Bu, Fransa’da fiili (de facto) olarak ayrılmış, yıkık dökük, yüksek binaların yer aldığı banliyölerde (Fransa’nın gettolarının bulunduğu varoşlar) yaşayan “farklı renkten” gençlere rutin olarak uygulanır. Bu siteler çoğunlukla iş için, daha fazla hareketlilik için ve hatta iş dışındaki aktivitelere (spor, kültür merkezleri) sahip olmak için neredeyse ümidi kalmamış işsiz, eğitimsiz gençleri barındırır. Bu gençler aslında kimlik kontrolünden kaçarlar çünkü sık sık gereksiz yere tutuklanırlar ve taciz edilirler. Ana-babalarının onları evlerine geri götürmek için almaya gelmesine dek polis merkezinde tutulurlar.
Bu olayda gençler, polisten kaçarken bir duvardan atladılar ve ikisinin elektrik akımına kapılarak öldüğü elektrik trafosuna düştüler. Bu, isyanı başlatan kıvılcım oldu. İsyan, yoksulluğa, işsizliğe, Fransız polisinin ırkçı tutumuna ve her şeyden önce Fransız vatandaşı olmalarına rağmen kabul edilmemeye karşıydı ve kültürel azınlık olarak yaşamlarını sürdürme haklarının da olduğunu hissediyorlardı. Fransız hükümeti temelde isyanı bastırmakla ilgilendi. Ve nihayet başarılı oldu. Başbakan ve İçişleri Bakanının yönetimdeki partinin başkanlığı için ileride iki şiddetli rakip olacağı göz önüne alındığında, ikisinin de isyan konusunda ılımlı görünerek diğerine avantaj kazandırmayacağı kesindir.
Altsınıflar isyan ettiğinde insanların buna şaşırmaları beni her zaman hayrete düşürür. Şaşırtıcı olan bir şey varsa bunun daha sık gerçekleşmemesidir. Yoksulluğun acımasızlığı ve ırkçılığın, kısa ve hatta orta vade için duyulan umutsuzlukla birleşimi şüphesiz isyanı formüle etmektedir. İsyanı denetim altında tutan, hemen uygulanmaya başlanan baskılardan duyulan korkudur. Fakat baskı kızgınlığın yok olmasını sağlamaz. Başbakan Dominique de Villepin ayaklanmanın 1992’de Los Angeles’te 54 kişinin öldüğü ve 2000 kişinin yaralandığı olaylar kadar kötü olmadığını söylüyor. Evet belki değil ama bu bir övünç kaynağı olabilir mi?
Bugün dünyanın her yerinde, büyük şehirler, Fransa’daki asilerin özellikleriyle örtüşen özelliklere sahip insanlarla dolu: Fakir, işsiz, sosyal olarak marjinalize olmuş ve “farklı” olarak tanımlanan -ki bu yüzden kızgın-. Bu gençler isyan edecek enerjiyi barındırırlar ve onları kısıtlayacak minimum aile sorumluluğuna bile sahip değildirler. Dahası kızgınlıkları da karşılıklıdır. Daha rahat yaşayan çoğunluk, bu genç insanlardan farklı özellikleri dolayısıyla korku duymaktadır. Daha iyi durumdakiler yoksul gençlerin kanuna aykırı davranmaya eğilimli ve doğrusu “farklı” olduklarını hissetmektedir. Dolayısıyla daha iyi durumdaki bu kesimin çoğu (belki bir kısmı hariç) bu isyanı kontrol altına alacak, toplumdan ve hatta ülkeden tümüyle dışlama dahil, güçlü önlemleri onaylama eğilimindedir.
Fransa, bazı bakımlardan başka yerlerdeki benzerlerinin uç bir versiyonudur. Sadece Kuzey Amerika ve Avrupa’nın geri kalanında değil, güneyin genelinde, Brezilya, Meksika, Hindistan gibi ülkelerde ve Güney Afrika’da. Doğrusu, bu konunun var olmadığı bir ülke bulmak zordur. Fransa’daki problem ise vatandaşlarının çoğunun sorunun Fransa dahilinde dahi varolduğunu uzun zamandır yadsımasından gelir.
Fransa kendisini ayrımcılığın olamayacağı, bütünleşmeye hazır herkesin bir Fransız olarak görüleceği, evrensel değerler ülkesi olarak tanımlar. Gerçek olan, Fransa’nın her zaman (evet, her zaman) bir göç ülkesi olduğudur. “Eski rejim” zamanında ve hatta 19. yüzyılın ilk yarısında, Fransızca dışı dillerden konuşanlar (%50’si Fransız Devrimine kadar) Paris’e ve diğer kuzey şehirlerine göç ettiler. Daha sonra, İtalyanlar, Belçikalılar, Korsikalılar, ardından Polonyalılar, Portekizliler ve İspanyollar geldi. Ve son 40 yıl içinde ağırlıklı olarak Kuzey Afrikalılar, Kara Afrikalılar ve eski Fransız Hindiçininden gelen Çinliler.
Çok Kültürlülüğün “üstün düzeyde” yaşandığı Fransa halen Jakoben dönemindeki aynılık hayaliyle yaşamaktadır. Katolikliği uygulayanların sayısı düşerken Müslümanlığı uygulayanların sayısı her gün artmaktadır. Bunun en büyük sonucu, okula giderken başını örtmek isteyen Müslüman kızlarla ilgili “hayali” tartışmadır. Irkçı sağ, başörtüsünü Fransız Kimliğine ve daha doğrusu Hıristiyanlığa bir hakaret olarak görmektedir. Klasik Sol kesim ise (en azından büyük bir kısmı) bunu kutsal laiklik ilkelerine meydan okuma olarak görmektedir. Bu iki taraf başörtüsünü (ve dengelemesi bakımından Hristiyanlık ve Yahudiliğin “büyük” sembollerini de) yasaklamak için birleştiler. Böylece bir miktar Müslüman kız okuldan çıkarıldı ve sorun her nasılsa çözülmüş sayıldı.
Fransa’daki bu isyanda dikkate değer olan dinsel konulara odaklanılmamış olunmasıdır. Örneğin, anti-semitizmle ilgili tiratlara yol açmadı. Fransa’da aynı sitelerde çok sayıda fakir Yahudi de yaşadığından Müslüman-Yahudi veya bundan da fazla Filistinli-İsrailli gerginliği son yirmi yıldan fazladır yaşanmaktadır. Fakat bu konu rafa kaldırıldı. Fransa’daki isyan spontane bir sınıf ayaklanmasıydı. Ve çoğu spontane ayaklanma gibi çok uzun sürmedi. Fakat yine çoğu isyan gibi tekrarlanma olasılığı eşitsizliklerin tümünün üstesinden gelininceye kadar yok olmayacaktır. Fakat bu eşitsizliklerin üstesinden gelmek için Fransız otoritelerinin (ya da dünyanın başka yerlerindeki otoritelerin) pek çaba göstermediği görülüyor. Eşitsizliklerin hafiflemediği ve vurgulandığı bir çağdayız. Ve bu yüzden isyanların da azaldığı değil, çoğaldığı bir çağdayız.
1 Aralık 2005
[fbc.binghamton.edu adresinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]