IMF Türkiye temsilcisi Hugh Bredenkamp , geçen hafta içinde NTV’de yaptığı söyleşide Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki açığın finanse ediliş biçiminden duyduğu tedirginliklere dikkat çekti. Kendi ifadesiyle, ”Türkiye’nin cari işlemler açığını dış borçlarını arttırıcı bir biçimde finanse etmesini yakından izlediklerini” vurgulayan Bredenkamp, dış finansman koşullarında bir değişiklik yaşanmasının söz konusu finansmanı güçleştirerek mali piyasalarda bir sıkıntı […]
IMF Türkiye temsilcisi Hugh Bredenkamp , geçen hafta içinde NTV’de yaptığı söyleşide Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki açığın finanse ediliş biçiminden duyduğu tedirginliklere dikkat çekti. Kendi ifadesiyle, ”Türkiye’nin cari işlemler açığını dış borçlarını arttırıcı bir biçimde finanse etmesini yakından izlediklerini” vurgulayan Bredenkamp, dış finansman koşullarında bir değişiklik yaşanmasının söz konusu finansmanı güçleştirerek mali piyasalarda bir sıkıntı yaratabileceğinin de altını çizmekteydi.
IMF Türkiye temsilcisi Sayın Bredenkamp’ın bu noktaya kadar söylediklerine katılmamak elde değil. Zaten Cumhuriyet Ekonomi sayfasının okurları defalarca kez, cari açığın esas tehlikesinin miktar olarak yüksek oluşundan ziyade (sıcak paraya dayalı ve borç arttırıcı) finansman biçiminden kaynaklandığını okumuş durumdalar. Bu yazıda benim vurgulamak istediğim nokta ise IMF’nin cari açık sorununa getirmeyi planladığı çözüm önerileri ile ilgili.
IMF temsilcisine göre cari işlemler açığındaki risklerin azaltılması için Türkiye’nin yerine getirmesi gerekli iki tedbir vardır: (1) Mali disiplinin sağlanması ve yapısal reformların sürdürülmesi; (2) Merkez Bankası döviz rezervlerinin yükseltilmesi. Bu ve önümüzdeki haftaki yazılarımda bu iki önerinin gerçekte ne anlama geldiğini tartışmak istiyorum.
****
Öncelikle, cari açığın kaynağında yatan ana unsurun kamu açığından ziyade, özel sektör tasarruf-yatırım açığında yatmakta olduğu bilinmektedir. Burada esas sorun ise özel sektörün ithalatı özendirici ve dış borçlanmayı arttırıcı ucuz döviz kuru politikasına dayanmaktadır. Dolayısıyla ”kamuda mali disiplin” , cari açığa ancak dolaylı yoldan ve sınırlı olarak çare olabilir.
Öte yandan, ”yapısal reformlar” konusu ise Türkiye’de artık her türlü derde deva bir çare olarak sunulmaktadır. Cari açıktan işsizliğe, bütçe açığının kapatılmasından yoksullukla mücadeleye, kayıt dışılıktan insan hakları ve demokrasiye değin tüm sorunların çözümü için IMF ve hükümet yetkilileri bu sihirli sözcüğe başvurmaktadır; mali disiplin ve yapısal reformlar. Ülkemizin her türlü derdinin panzehiri olarak gösterilen bu kavramın ardında ne yatmaktadır? Bu sorunun bir cevabı IMF’ye verilen 24 Kasım 2005 tarihli Niyet Mektubu’ndan rahatlıkla izlenebilir. Okuyalım:
”İleriye dönük olarak, mali disiplin, programın temel taşı olmaya devam edecektir” (sf. 4, md. 10). (Öte yandan) ”2006 bütçe hedeflerine ulaşılması önemli ölçüde sosyal güvenlik sistemi açığının kontrol altına alınmasına bağlıdır. Sağlık harcamalarını daha iyi kontrol edebilmek amacıyla gerçekçi bir yıllık global bütçe hazırlanmıştır. Bu bütçe ile her hastanenin tüm hastalarının harcamalarını finanse etmesi beklenmektedir. Söz konusu global bütçe, sene başında tahsis edilecek ve sosyal güvenlik kuruluşlarının devlet hastanelerine yapacağı toplam ödemelerin üst sınırını teşkil edecektir. (…) Sağlık harcamalarının kontrol altına alınmasının, sağlıklı bir bütçe pozisyonunun korunması açısından anahtar öneme sahip olduğu bilinmektedir” (sf. 4-5, md. 13).
Yani devlet vatandaşlarına daha az sağlık hizmeti sundukça, bütçe sağlığı da o derece artacaktır.
Açıktır ki IMF programı altında, devletin taahhüt ettiği hizmetin bir sağlık hizmeti olmaktan ziyade, vatandaşlarını öncelikle kâr ve maliyetlerin düşürülmesi dürtüleriyle çalışan sağlık işletmelerinin korunmasız birer müşterisi haline dönüştüren bir yönetim anlayışını uygulamak düşüncesi yatmaktadır. IMF temsilcisi Sayın Bredenkamp da NTV’de yayımlanan söyleşisinde bu konunun altını özenle çizmektedir. Bredenkamp’a göre ”Sağlık hizmetlerinde ve ilaca erişimi kolaylaştırdığınızda aynı zamanda bu hizmet ve ürünleri düşük maliyetle tüketiciye kavuşturmak önem kazanmaktadır” . Hükümet ise daha etkin bir sistem hayata geçirmeye çalışmaktadır ve alınan önlem de ”devlet hastanelerinin sabit bir bütçeyle harcamalarının kontrol edilmesi” olacaktır.
IMF’ye (ve ulusal ve uluslararası finans sermayesine) verilen taahhütlerin gerçek anlamı çok açıktır: Türkiye artık vatandaşlarına kamusal sağlık hizmetini, ancak sene başında tahsis edilen ”gerçekçi” bütçe ile sınırlı tutacaktır. Yoksa daha yüksek oranda bir sağlık hizmeti sunulması durumunda bütçe hedeflerinden sapılabilecek ve mali disiplin bozulacaktır. Oysa ”mali disiplin, istikrar programının temel taşıdır” !
Tekrar tekrar sorma hakkımız olduğunu düşünüyorum: ”İstikrar ve güven kim için?”
Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi’nin 21.12.2005 tarihli sayısından alınmıştır.