Önce Şemdinli’de ardından Ankara’da, devletin bombaları Kasım ayında iki kez patladı. Şemdinli’de ifşa olan bombacı devlet, bu işi soğumaya bırakıp yoluna devam etti. Eğitim-Sen’in hükümet tarafından günler öncesinde illegal ilan edilen “Büyük Eğitimci Yürüyüşü” eyleminde polisin gaz bombası tüfekleriyle bacaklar, yüzler parçalandı, panzerler öğretmenlerin üstüne sürüldü. Türkiye toplumsal muhalefetinin iki önemli dinamiğini, iki büyük örgütlü […]
Önce Şemdinli’de ardından Ankara’da, devletin bombaları Kasım ayında iki kez patladı. Şemdinli’de ifşa olan bombacı devlet, bu işi soğumaya bırakıp yoluna devam etti. Eğitim-Sen’in hükümet tarafından günler öncesinde illegal ilan edilen “Büyük Eğitimci Yürüyüşü” eyleminde polisin gaz bombası tüfekleriyle bacaklar, yüzler parçalandı, panzerler öğretmenlerin üstüne sürüldü.
Türkiye toplumsal muhalefetinin iki önemli dinamiğini, iki büyük örgütlü gücünü hedef alan bu saldırılarla ülkenin içinden geçtiği siyasi-ekonomik dönüşüm süreci arasındaki ilişki nedir? Bu soruya doğru yanıt verilmedikçe, toplumsal muhalefete doğru bir rota önermek de mümkün olmuyor, olmayacak. Şemdinli’den ve Eğitim-Sen eyleminden çıkan sonuçlar, önemli bir bölümü AB ve hatta AKP’den medet uman, bir bölümü de ulusalcılarla vatanseverlik/yurtseverlik yarıştıran Türkiye solu ve emek örgütleri açısından uyarıcıdır.
Şemdinli bombacıları: Ordu, AKP, ABD
Şemdinli’de yaşananlara dair komplo teorileri muhtelif. Yalnız bir gerçek var ki, ülkenin ekonomik-askeri-siyasi potansiyelini geri dönüşsüz adımlarla ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine dahil eden ve doğal olarak da Kuzey Irak’taki Kürt devletini tanımaya hazırlanan egemenlerin “Kürt sorunu” pürüzünü ortadan kaldırması gerekiyor. Egemenlerin çözümü PKK’nin Kürt halkından ayrıştırılması, Kürt halkının Güney’deki devletin de cazibesiyle büyük bir risk haline gelebilecek örgütlü-siyasi gücünün tasfiyesidir.
Bölgedeki bombalı saldırılar büyük olasılıkla bu siyasetin bir uzantısıydı ama 17. saldırıda kontrgerillaya halkın suçüstü yapmasıyla başlayan süreç tam tersi sonuçlar doğurdu. On binlerin katıldığı, asker ve polisin yanaşmadığı serhildanlar ve “Abdullah Öcalan’ı Siyasi İradem Olarak Tanıyorum” sloganıyla 1 milyon 300 bin imza hedefiyle başlatılan kampanya süreci Kürt halkının Türkiye’deki siyasi temsilcisi olarak PKK önderliğini öne çıkardı. Ayrıca kontrgerilla saldırıları karşısında gelişen eylem süreci, uzunca bir süredir ayrı rotalarda hareket eden sol hareket ve Kürt hareketinin yeniden yakınlaşmasıyla sonuçlandı.
Ne var ki Özkök’ün Kuzey Irak için “durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor” açıklaması, Başbakanın MİT Müsteşarını Barzani’yle görüşmek üzere Kuzey Irak’a göndermesi, daha önce PKK’ye karşı Barzani’yle işbirliğine girerek Kuzey Irak’ta operasyonlar yönetmiş olan Büyükanıt’ın Aralık ortasında ABD gezisine hazırlanıyor olması Türkiye egemenlerinin “Kürt Sorunu”nun yukarıda bahsedilen “çözümü”nden vazgeçemeyeceklerini ve bu konuda kendi aralarında uzlaşmaya başladıklarını gösteriyor. PKK’nin önümüzdeki dönemde Avrupa’da ABD kanalından gelen baskılarla, Kuzey Irak’ta Barzani’yle işbirliğine gidilerek ve Türkiye’de de yeni kontrgerilla yöntemleriyle sıkıştırılması muhtemeldir. Uzunca bir süredir emperyalist stratejilerin kendisine hareket alanı açacağı hesabıyla hareket eden PKK, şimdi emperyalist stratejiler öyle gerektirdiği için sıkıştırılmaktadır.
Bu süreç aynı zamanda egemenler cephesindeki milliyetçi-liberal saflaşmanın kendilerine hareket alanı açtığı iddiasındaki liberal solun tezlerini de çürüttü. AKP’nin Şemdinli olayları üzerine başta ordu olmak üzere ulusalcılara karşı harekete geçeceği beklentisi, hükümetin olabildiğince ağırdan alarak olayları soğutmaya çalışmasıyla hüsrana uğradı. Hatta alt kimlik-üst kimlik tartışması da sol içinde destekçi bulan Erdoğan etnik kimliği alt kimlik dini de üst kimlik ilan ettikten sonra “Şemdinlililerden tanık olarak istifade edemezsiniz” diyerek gerici-liberal demokrasi anlayışının sınırlarını göstermiş oldu.
Şemdinli’de ifşa olan bir başka gerçek de “ulusal çıkar” siyasetinin baş temsilcisi ordunun halk düşmanlığı oldu. Bombacıları “iyi çocuklar” diye savunan ve eylemin malum faili olan ordunun Şemdinli’de içine düştüğü durum, TSK’nin yıpratılmasına oldukça müsaitti. Liberalleri hayal kırıklığına uğratarak olayları fazla kurcalamamayı tercih eden AKP bu “fırsatı” egemenler arası çekişmede bir koz olarak kullanmak için de herhangi bir adım atmadı. Şemdinli olayları aslolarak solun orduyu teşhir edebilme fırsatı olarak görülmelidir. Kendi halkını bombalayan “çete”nin, özellikle sosyal demokrasinin tabanında etkili olan ve kimi “radikal sol” çevrelerin rekabete soyunduğu “ulusal çıkar” siyaseti inandırıcılığını yitirmiş, “ulusalcılık” maskesinin altındaki halk düşmanlığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.
Kimilerinin aralarındaki çelişkiden medet umduğu AKP ve orduyu halk düşmanlığında buluşturan gerçek temel, her ikisinin siyasetine de tartışılmaz biçimde emperyalizmle girilen bağımlılık ilişkilerinin yön veriyor oluşudur. Kürt sorununda Büyükanıt’ın da Erdoğan’ın da rotası ABD tarafından çizilmektedir.
Eğitim hakkı talebine bomba
Eğitim-Sen eylemindeki bombalar da toplumsal muhalefet açısından en az Şemdinli bombaları kadar öğretici oldu. “Herkese demokratik, eşit, parasız, nitelikli eğitim” talebiyle yola çıkan eğitim emekçileri hükümetin eylemi zayıflatmak ve terörize etmek için bir hafta boyunca yürüttüğü karşı propagandanın ardından çok sert bir saldırıya maruz kaldılar.
Bu saldırının açık bir sebebi var. Eğitimde özelleştirmeyi öncelikli bir gündem olarak belirleyen hükümet, on binlerce üyesi ve mücadeleci geleneğiyle bu alanda etkili bir muhalefet örgütleme potansiyeline sahip olan Eğitim-Sen’i özellikle hedef seçmiştir. Alaaddin Dinçer saldırı sonrasında, özel okulları teşvik için çıkarılan Özel Eğitim Yasası Bakanlar Kurulu’ndan çıkarılarak TBMM’ye gönderildiğinde, “Şimdi daha iyi anlıyoruz, parasız eğitim istediğimiz için uğradığımız saldırıyı” derken doğru söylüyordu. Eğitimde özelleştirme önümüzdeki dönemde egemenlerle halk arasında önemli bir çatışma konusu olacak ve Eğitim-Sen de bu çatışmada eğitim emekçilerinin insanca yaşayacak ücret ve iş güvencesi mücadelesini örgütlerken aynı zamanda halkın parasız eğitim mücadelesinin kurucu bir unsuru olarak yer alabilir.
Ama saldırının arkasında yatan bir başka gerçeği de unutmamak gerek. Öğretmenlere “herkese parasız eğitim” talebiyle yürüdükleri için saldıran bir iktidar aklını kaçırmadıysa bu saldırıyla başarıya ulaşacağını umuyor olmalıdır. Maalesef Eğitim-Sen’in yakın geçmişinde de iktidarın bu beklentisine kaynaklık eden pratikler yok değil. Eğitim-Sen yönetimi “Anadilde eğitim”in tüzükten çıkarılması sürecinde iktidarın resti karşısında geri adım atmıştı. Eğitim-Sen yönetimine yön veren siyasi çizgi göz önünde bulundurulduğunda sendikal bürokrasinin fiili meşru militan mücadele geleneğini bir yana bırakarak, “AB sürecinin yaratacağı demokratik olanaklardan” medet uman bir çizgiye meyletmesi de muhtemel.
Eğitim-Sen bu eylemin ardından yüzünü eğitim hakkı mücadelesini birlikte örgütlemek üzere yoksul emekçi kesimlere mi dönecektir, yoksa eğitimde özelleştirmeyi tarama sürecinin öncelikli gündemlerinden biri olarak dayatmasına rağmen AB’den “demokratikleşme” mi dilenecektir? AB Komisyonu genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in öğretmenlerin dövülmesine dönük eleştirilerini manşete çıkaranların karşısında, her yıl kayıt parası rezilliği yüzünden aşağılanan, bunalıma girip intihar eden, çocuğu okula alınmayan yüzlerce, binlerce velinin uğradığı şiddetin bizzat AB tarafından teşvik edildiği gerçeği durmaktadır. Kaldı ki Olli Rehn’in temsilcis
i olduğu siyasi iradenin demokrasi anlayışında Eğitim-Sen’in eylemde savunduğu talepler en fazla gerçekleşmemek üzere dillendirilebilir. Eğitim emekçisinin mücadelesi AB rüyalarında değil yoksul mahallelerin gerçekliğinde anlam bulacaktır.
Emperyalist stratejilerin zorladığı dönüşümün ve bu dönüşüm sürecinde egemenler arasındaki milliyetçi-liberal saflaşmanın toplumsal muhalefet için bir hareket alanı açacağı tezlerinin zayıfladığı ve sermaye programlarının derin toplumsal çöküntüler yaratarak toplumsal muhalefetin üzerinde yükseleceği asıl hareket alanını belirginleştirdiği bir süreçten geçiyoruz. Toplumsal muhalefetin doğru bir rotaya çekilmesi için bir taraftan emperyalist stratejilerin ve milliyetçi-liberal işbirlikçilerin teşhiri, diğer taraftan da halkın yeni liberal yıkım karşısında insanca yaşam talebi üzerinden yükselen somut mücadelelerinin ve bağımsız siyasetinin örgütlenmesi gereklidir -ve bugün her zamankinden daha olanaklıdır. Soldaki milliyetçi liberal savrulma da lafla değil böylesi bir pratik süreçle doğrultulur.
1 Aralık 2005
Sendika.Org