İngiltere ordusunda patlak veren rezaletin gürültüsü bizlere kadar ulaştı. Gelenekselleşmiş olduğu anlaşılan bir ‘kabul töreni’ne maruz kalan bahriyelilerin görüntüleri büyük ihtimalle dünyanın her yerinde yankı bulmuştur. Kraliyetin şanlı bahriyelilerinin çırılçıplak hizaya girmiş, ortalarına aldıkları iki çıplak askerin dövüşünü izleyişlerini: dövüşenlerden biri sertleşmeye karşı çıkınca üstünden yediği korkunç bir yumrukla baygın yere serilişini izleyen Britanyalılar da […]
İngiltere ordusunda patlak veren rezaletin gürültüsü bizlere kadar ulaştı. Gelenekselleşmiş olduğu anlaşılan bir ‘kabul töreni’ne maruz kalan bahriyelilerin görüntüleri büyük ihtimalle dünyanın her yerinde yankı bulmuştur. Kraliyetin şanlı bahriyelilerinin çırılçıplak hizaya girmiş, ortalarına aldıkları iki çıplak askerin dövüşünü izleyişlerini: dövüşenlerden biri sertleşmeye karşı çıkınca üstünden yediği korkunç bir yumrukla baygın yere serilişini izleyen Britanyalılar da bizler gibi dehşete kapıldı. Adanın kültüründe sağlam bir yeri olduğunu bildiğimiz bu tür ‘erkek ritüelleri’nden bizzat geçmiş insanların şaşkınlığı kanımca bizim bu topraklarda, sızıntısıyla çoktan zehirlenmiş olduğumuz kimi çöplüklerin patlaması sonrası yaşadığımız şaşkınlıktan farklı değil. Toplumsal dil, insanların yaygın olarak paylaştığı ancak neredeyse birer sır gibi dile getirmedikleriyle edinir noktalama işaretlerini. Nasıl her iki insan arasındaki gerilimi söylenemeyenler kuruyorsa, tesadüfen ya da bölücü-parçalayıcı-ille de değişime inanan birilerinin gayretiyle kamusal vicdan alanını topa tutan sırlar da demokrasilerin gerilim hattını oluşturur. Söz konusu etmeye çalıştığım, fikir özgürlüğünün kısıtlanması ile ya da insan hakları ihlalleri ile ilgili değil. Sessizce onaylanmış, tartışmaya açılması uygun görülmemiş, zamanla içselleşmiş bir kabul olarak güçlünün yordamına karşı ‘makul’ bir tavır takınmaktan söz edelim istiyorum. Bu, kimi toplumlarda zorla, dayatılarak, ağır bir bedel gibi gırtlaklara tepilerek gerçekleşir. Üniformalısına yönelik en ufak itirazı olanların bölücü, fesat, fitne fücur ilan edildiği bu toplumlarda tarihini sorgulamaya çalışan da en büyük günahı işlemektedir.
Linç edilmesinde hayır vardır.
Ama Britanya gibi bir ülkede de bir astsubay emeklisinin (astsubayların ülkemizdeki örnek arada kalmışlığını, şamar oğlanlığını mükemmel bir tefrika halinde yazmış olan Umur Talu’ya minnetle. Ona birçok konuda minetimiz arttıkça basına daha da küsüyoruz) dedikleri haberlere yansıyor: “Karakter inşasıyla aşağılama arasında çok ince bir çizgi vardır. Öyle şeylere maruz kaldık ki siviller duysa tüyleri diken diken olur.” Burada elbette yukarıda hatırlattığım mekanizmanın işleyişine tanık oluyoruz. Emekli astsubay, yanılıyor. Siviller, bilmedikleri için değil, hatırlamadıkları için şaşırabilirler olsa olsa. Şimdi Britanya’da yaygın olarak konuşulan bu ‘törenler’in ordu dışında dile getirildiğinde ediniverdiği müstehcenlik sarsıyor insanları. Yoksa, bu törenlere katıldığını itiraf eden 29. Komando Tugay’ından bir asker, “Eğlenceli buluyorduk ve askeri hayatın bir parçası olarak görüyorduk” demiş. Bu arada ortalığa saçılan ‘eğlenceli’ ayrıntılardan süpürge sapıyla tecavüz, cinsel organın yakılması, toplu dayak ve benzerlerinden de söz edelim de bütün gürültünün ‘Spartan’ bir çıplak güreşle sınırlı olmadığı anlaşılsın. Nitekim Britanya Silahlı Kuvvetleri’nin kendi verileri, görevlilerinin dörtte üçünün kötü muamele ve tacizin yaygın olduğuna inandığını, her 10 kişiden birinin de bu muameleye maruz kaldığını gösteriyor. Son beş yıldır kanıtlanmış vakalar için kurbanlara toplam 1 milyon pound tazminat ödendiği de bir gerçek. Belki kimi militarizmi sorgulatmayan ülkelerden tek farkı da bu Britanya’nın. Yoksa, dil farklı değil. Orada da yüksek rütbeliler, bu tür davranışlara ‘sıfır tolerans’ gösterileceğini, kötü muamelenin ‘münferit’ olduğunu, soruşturmanın sürdüğünü, suçluların şiddetle cezalandırılacağını söylüyor. Ama bu sıkça tekrarlanan vaatlere rağmen orduda kötü muamele ve ırkçılığın bir türlü engellenemediğinden dem vuruyor basın.
Bize gelince
Kırklareli Mekanize Tugay Komutanlığı’nda sahte telefon kartı yüzünden üstlerinden şiddetli ve sürekli dayak yedikten sonra beyin kanaması geçirerek öldüğü iddia edilen erin etrafında anlatılanlar şaşkınlık ve dehşetle tüylerimizi ürpertiyor mu?
Ahmet Fenikli’nin 2001 yılındaki ölümünün ardından orgeneral Hilmi Özkök’ün izniyle olayın sorumluları hakkında önce soruşturma, sonra da Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde dava açıldığı ortaya çıktı. Bir yarbay, iki yüzbaşı ve iki uzman çavuşun da yargılandığı davada, dönemin Tugay Komutanı Tümgeneral Emin Ünal için de iki yıl hapis istendi. Emin Ünal’ı ve olanları Fenikli’nin ağabeyi anlatıyor: “Kardeşimin üstünde ankesörle yapılan konuşmaları uzatmayı sağlayan kart olduğu tespit edilince Emin Ünal, ‘Bu şerefsizliği yapanın ölmesi gerekir gördüğünüz yerde dövün’ demiş. Ondan sonra kardeşim 15 gün boyunca sürekli dayak yemiş.”
Aynı dönemde askerlik yapan Celalettin Koç da anlatıyor: “Nahit yüzbaşı bir-iki tokat attı. Öldükten sonra Tugay Komutanı içtima yaptı ve ‘P…. ölmeseydi ben öldürürdüm. Herkes yaptığının cezasını çekecektir’ dedi.”
Emin Ünal, haberim yok, diyor. Zaten davanın son duruşmasında açıklanan bilirkişi raporunda, kanamanın travmadan kaynaklanıp kaynaklanmadığının, travma varsa bunun tek ya da çok darbeyle olup olmadığının zamanında yapılmış otopsi olmadan belirlenebilmesinin tıbben mümkün olmadığı belirtiliyor. Zamanında otopsi yapılamadığına göre…
Şimdi farklı kültürlerden ve en önemlisi farklı demokrasi geleneklerinden devşirilmiş orduların aynı tür kanserden mustdarip olmasını nasıl açıklamalı? Üst düzey ordu mensupları bu dertle mücadele ederken samimi davranıyor büyük ihtimalle. Ama bu tür sert erkek oyunlarının, kadın gözünden ırak en cilasız yaşanan hiyerarşi tanımlı şiddetin engellenebilmesi mümkün mü? Askerlik eğitimi ve örgütlenmesi, bizim demokrasi diye bilegeldiğimiz mefhumun tamamıyla dışında yaşanan bir gerçeklik değil mi? Varlığının sebebi, emir-komuta zincirini asla sorgulamayan, kafasını ve ruhunu sadece savaşa odaklamış güçlü, uyanık ve itaatkâr askerler yaratmak değil mi? Emretme dilinin, savaş için eğitilmiş ama 24 saat savaşmayan bir toplulukta ne tür gerilimlere yol açabileceğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Mehmet barışı seviyor
Mehmet Tarhan, tutukluluğunun sekizinci ayını yaşıyor. 8 Nisan’da asker kaçağı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Mehmet, 27 Ekim 2001’de vicdani reddini açıklamıştı. Askeri Yargıtay, asker olduğunu kabul etmeyen Mehmet’e emre uymadığı suçlamasıyla açılan iki davadan verilen toplam dört yıl hapis cezası kararını 2 Kasım’da bozdu. Dosya, 15 Aralık’ta yeniden açılacak. Askeri Yargıtay, kararı bozma gerekçesinde, eşcinsel olup olmadığına dair bedensel muayene yaptırılmamış olmasını ve gerekirse mahkeme kararıyla zorla yaptırılması gerektiğini belirtiyor. Daha önce de eşcinselliği ile ilgili bir muayeneden geçmeyeceğini defalarca yineleyen Mehmet’in 15 Aralık’ta Sivas’ta görülecek dava kararına göre zorla fiziksel muayeneye tabi tutulması gündemde. TC uyruklu bir eşcinselin askerlikten muaf tutulması için psikolojik ve anal muayenelerden geçmesi ya da cinsel ilişki halindeyken çekilmiş film ya da fotoğrafını getirmesi gerekiyor. Kurul, o amatör porno malzemesini görmeden olmuyor. Demokrasiye, insan haklarına, Avrupa’nın yollarına gönül vermişlerimiz bu konuda ne düşünüyor acaba?
Aktif bir antimilitarist olan Mehmet Tarhan, eşcinsel olmasından dolayı kendisine bir ‘hak’ gibi sunulan ‘çürük’raporunu, militarizmin kendi çürüklüğü olarak gördüğünü ve asla kabul etmeyeceğini söylemekten yılmıyor. “Sıradan herkes gibi farklıyım ve farklılıklarımı koruyabilmek için yürüyorum.
Ben seçimimi yılla
r önce yaptım. Bu, inandıklarımı ifade etmek ve inandığım gibi yaşamaktı. Hâlâ öyle” diyor. Bütün arkadaşları gibi, “Savaşları durdurmanın yolu onun insan kaynağını kurutmaktır” diyor.