2005 yılına girerken ”yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlardı”. 2005’te bu eğilim güçlenirken artık yönetilenlerin de, zaman zaman eskisi gibi yönetilmek istemediklerini gösteren tepkiler sergilediklerini gördük. Cumartesi günü de, 30 ülkede milyondan fazla insan küresel ısınmaya karşı sokaklara dökülmüştü. Önce yaşam İnsanlığın, tüm gereksinimlerinden önce, biyolojik yaşamını sürdüreceği bir doğal çevreye sahip olması gerekiyor. Dolayısıyla yönetenlerin […]
2005 yılına girerken ”yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlardı”. 2005’te bu eğilim güçlenirken artık yönetilenlerin de, zaman zaman eskisi gibi yönetilmek istemediklerini gösteren tepkiler sergilediklerini gördük. Cumartesi günü de, 30 ülkede milyondan fazla insan küresel ısınmaya karşı sokaklara dökülmüştü.
Önce yaşam
İnsanlığın, tüm gereksinimlerinden önce, biyolojik yaşamını sürdüreceği bir doğal çevreye sahip olması gerekiyor. Dolayısıyla yönetenlerin de birinci görevi (ve de işlevi), bunu güvence altına almaktır. Ne ki veriler, yönetenlerin bu görevlerinde sefil bir biçimde başarısız kalmaya devam ettiklerini gösteriyor.
2005, doğal çevrenin hızla yok olmaya başladığını kanıtlayan felaketlerle doluydu. Enerji ve otomotiv lobilerinin cebindeki kimi ”bilim insanları” Katrina kasırgası ve New Orleans felaketiyle küresel ısınma ve hâkim ekonomik model (neo-liberalizm) arasında bir ilişki olmadığını savunadursunlar, geçen iki hafta boyunca, Grönland buz tabakasındaki erimenin artık geri çevrilemez bir noktaya geldiğini, Kalahari Çölü’nün çapının ikiye katlanmak üzere olduğunu, ABD Pasifik kıyısındaki deniz hayvanlarını ve kuşları destekleyen ekosistemin çökmüş olduğunu, İngiltere’nin yaşanabilir olmasını sağlayan, küresel hava sisteminde önemli bir dengeleyici olan Golf Stream sıcak su akıntısının, bu yıl aniden yüzde 30 zayıfladığını öğrendik.
Belli ki, geri dönülmezlik noktasına her yıl biraz daha yaklaşıyoruz. Peki dünyayı yönetenler ne yapıyorlar? Önce Birleşmiş Milletler ‘de bir Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli oluşturdular, sera gazları üretimini azaltarak küresel ısınmayı durdurmayı amaçlayan Kyoto Protokolü’nü 1997 Aralığı’nda imzaya açtılar. Ancak, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 5’ini oluşturmasına karşın sera gazlarının yüzde 25’ini üreten ABD, protokolü imzalamadı. İmzalayan ülkelerin hemen hepsi, yüzde 30’lara varan ölçümlerde konan hedeflerin gerisinde kaldılar. Geçen hafta Montreal’de 189 ülkenin katılımıyla Kyoto Protokolü 11 Konferansı toplandı. İngiltere Çevre Bakanı Margaret Beckett ‘in, ”Kyoto hedeflerinin gerçekleşmesini bekleyenler hayal âleminde yaşıyorlar” (The Independent, 04/12) sözleri dünyayı yönetenlerin adeta, traktör ışığında donup kalmış bir tavşana benzediklerini gösteriyordu.
Yaklaşık 200 yıldır traktörün direksiyonunda, feodal dönemdeki birkaç aristokrat ya da sultan yok. İnsanlık bunların kaprisinden kurtuldu ama, bu kez de tek tek insanlardan bağımsız bir ilişkiler sisteminin, piyasanın eline düştü. Bu sistem, insan gereksinimlerine değil kâr oranlarına ve sermaye birikimine öncelik veriyor; ahlaki, dini kaygılara da duyarsız. İster şirket sahibi, ister şirket ya da devlet yöneticisi olunuz, hep aynı sınırla karşı karşıyasınız, ya piyasa kurallarına, sermaye birikiminin gereksinimlerine göre davranacaksınız ya da şirketinizi, yönetici koltuğunuzu, işinizi kaybedeceksiniz. Yönetenler Kyoto Protokolü’nün hedeflerini yerine getirebilmek için gereken tedbirleri almaya yanaşmıyorlar, çünkü bu tedbirler, sermayeye ek maliyet getiriyor. Tüm insanlığın yaşamı, herkes dikkatini ulusal, dini, etnik çatışmalarda yoğunlaştırarak enerjilerini ziyan ededursun, tek bir ”öteki” sermaye tarafından tehdit ediliyor.
Sonra toplumsal güvenlik
Yönetenlerin ikinci görevi de insanların can, mal ve gelecek güvenliğini sağlamak. Bunda da son derecede başarısızlar. Ancak burada üç farklı düzey söz konusu. Birincisi halkı yönetenlerle halk arasında ülke düzeyi. İkincisi, dünya ekonomisinin denetimini elinde tutan gelişmiş, zengin ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkilerin düzeyi. Nihayet üçüncüsü, gelişmiş, zengin ülkeler arasındaki, dünyanın geri kalanına karşı kurulan mutabakata ilişkin liderlik ve işbirliği düzeyi.
2005 yılında her üç düzeyde de yönetenlerin beceriksizliği gözler önüne serilirken yönetilenlerin sesleri daha güçlü çıkmaya başladı. Örneğin, son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde, neo- liberalizme (piyasa kurallarına) karşı güçlü, hükümetlerin yapılarını belirleyen bir direniş vardı. Bu direnişin gücünden bir şey kaybetmeden devam ettiğini, Bush ‘un son Latin Amerika gezisindeki sokak eylemlerinde de gördük. 2005 yılında zengin ülkelerde özellikle Avrupa’da da sesleri yükselmeye başladı; yılın ikinci yarısında, Fransa, İtalya, Belçika’da genel grev düzeyine ulaşan işçi hareketleri yaşandı. Fransa’da Avrupa Anayasası ‘nın reddedilmesi ve yoksul/göçmen gençlerin ayaklanması, hareketliliğin hızla toplumun diğer kesimlerini de içine almaya başladığını gösteriyordu. Anayasa konusunda Avrupa halkı Fransa halkıyla aynı ruhu paylaşırken göçmenler konusunda hemen tüm AB ülkeleri, Prof. Wallerstein ‘in The Guardian ‘da vurguladığı gibi, aynı sorunlarla karşı karşıyaydılar.
”Dünyanın en zengin ülkesi” ABD’de de ilginç bir durum söz konusu. Brandeis Üniversitesi’nde Açlık ve Yoksulluk Merkezi’ni yöneten Dr. J. Larry Brown ‘ın Harward Üniversitesi Neiman Gazetecilik Vakfı sitesindeki yorumuna göre, ”Amerika’da 1970’lerde artık ortadan kalktığı düşünülen açlık sorunu yeniden geri geldi… Son beş yılda açlık sınırı altındakilerin sayısı yüzde 43 arttı” . Prof Krugman da önceki hafta, New York Times ‘daki ”Endişe Çağı” başlıklı yorumunda, ABD ekonomisinde büyük şirketlerin artık çalışanlara yeterince iş, toplumsal güvenlik sağlayamadığını vurguluyordu. Bunun en son örneği, ABD’nin en önemli şirketi General Motors. GM iflas noktasına geldi, ayakta kalabilmek için 30 bin işçi çıkarıyor. Katrina kasırgası ABD halkına, sınıfsal çelişkilerin ve ırkçılığın hâlâ ne kadar güçlü olduğunu anımsattı, Bush yönetiminin hâkimiyetini kırdı, Irak savaşına karşı muhalefete ivme kazandırdı.
Geçen hafta Irak’ta ölen ABD askerlerinin sayısı 2 bin 125’e ulaşırken beyaz fosfor gibi kimyasal silahlar kullanılması, Avrupa Birliği dahil, dünyanın çeşitli ülkelerinde kurulan işkence merkezleri, geçen hafta Felluce ‘de saldırılarda 14 ABD askerinin öldürülmesi, direnişçilerin, Ramadi ‘nin denetiminin ele geçirmesi, ABD’nin direniş karşısında tümüyle etkisiz, ABD Harp Akademileri’nden Andrew Terrill ve Conrad Crane adlı iki uzmanın yayımladıkları bir rapordaki ”Kalamayız, çıkamayız, başarısız olamayız” saptamaları, Bush yönetiminin politikasız kaldığını kanıtlıyor, CIA bağlantılı stratejik analiz şirketi Stratfor ‘un ”Amerika fişten çıktı” başlıklı raporunda, uluslararası istikrarsızlığın arttığı, diğer büyük güçlerin özelikle Rusya’nın manevra alanının yeniden genişlediği vurgulanıyordu.
Uluslararası siyasi ilişkilere bir düzen getirmekte yetersiz kalan ABD, dünya ekonomisine de liderlik edemiyor. Dünya ekonomisi, ABD’deki dengesizliklerin de etkisiyle bir uçurumun kenarına geldi. Dünya Ticaret Örgütü Doha Raundu’nun çıkmaza girmesinin ardından, AB Anayasası oylamasında reddedilen, ABD’de bile artık sorgulanmaya başlanan, bir ekonomik model söz konusu. Bu modeli, (küreselleşmeciliği) savunanların sayısı gittikçe azalıyor, bir geçiş dönemine girdiğimizi savunanların safları giderek kalabalıklaşıyor. Geçiş ama nereye doğru? Bu sorunun cevabını 2006 yılında da bulamayacağız gibi geliyor bana, ama üç düzeyde de yönetme yetersizliği ve yönetilmek istememe arzusu arasındaki çelişkiden kaynaklanan sorunların daha da ağırlaşacağı kesin!