12 EYLÜL’ÜN 25. YILDÖNÜMÜNDE DİSK ve KÜRT SORUNU TÜRKİYE İSÇİ SINIFI MİLLİYETÇİLİĞİN HER TÜRÜNE Mİ KARŞI OLMALI? Bu yıl 12 Eylül’ün yıldönümündeki protestolar herkesin bildiği gibi DİSK Genel Merkezi olmaksızın gerçekleştirildi. Protesto mitinglerinin hemen öncesinde DİSK genel merkez yönetimi genel başkan Süleyman Celebi’nin ağzından yayımladığı ve çekilme kararını açıkladığı bildiride PKK’nin silahlı eylemleri terör olarak […]
12 EYLÜL’ÜN 25. YILDÖNÜMÜNDE DİSK ve KÜRT SORUNU
TÜRKİYE İSÇİ SINIFI MİLLİYETÇİLİĞİN HER TÜRÜNE Mİ KARŞI OLMALI?
Bu yıl 12 Eylül’ün yıldönümündeki protestolar herkesin bildiği gibi DİSK Genel Merkezi olmaksızın gerçekleştirildi. Protesto mitinglerinin hemen öncesinde DİSK genel merkez yönetimi genel başkan Süleyman Celebi’nin ağzından yayımladığı ve çekilme kararını açıkladığı bildiride PKK’nin silahlı eylemleri terör olarak niteleniyor, ima yoluyla da olsa DEHAP’ın şahsında da Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi (KUKM) milliyetçi olarak niteleniyordu.
Bildirinin ardından DİSK Genel Merkezi’nin bu tutumu 12 Eylül 2005 günü Taksim Hill Otel’de yapılan Temsilciler Kurulu toplantısında Basın-İş Genel Başkanı Kamil Kartal tarafından yapılan bir konuşma ile eleştiriliyor. Sendika.Org’da “DİSK Kaş Yapayım Derken Göz Çıkardı” başlığıyla Dev-Maden Sen Genel Başkanı Çetin Uygur, Dev-Sağlık-İş Genel Başkanı Doğan Halis’in de imzasıyla yayınlanan bu konuşmada DİSK Genel Merkezinin “kaş yapayım derken göz çıkarttığı” ifade edilerek “Kürt milliyetçiliğinin demokrasi mücadelesine zarar vermesini önlemek için alınması gereken tutumun ciddi bir konu olduğunu, örgüt içerisinde tartışılması gerektiği” belirtiliyor ve “DİSK’in tutumunun bu amaca hizmet etmediği gibi genel olarak solun dışına düştüğü, Kürt muhalefetini tümden milliyetçi olarak gösterdiğinden” yakınılıyor. Genel başkanlar kabaca “DİSK genel merkezinin almak istediği tavrı “kaş yapmak” olarak görüyor ama sonuçta bu isteğin esinlediği bildiri ve pratik tutumu “göz çıkarmak” olarak niteliyordu. Fakat genel başkanlar da gerek toplam olarak Kürt muhalefetine gerekse de Kürt milliyetçiliğine karşı nasıl tutum aldıklarını bu bildiride açıklamıyorlardı. DİSK’in tutumunu nitelerken seçtikleri deyim ise en azından DİSK’in niyetini “İsi düzeltmek” olarak değerlendirdiklerini gösteriyor.
Bu deklerasyonu DİSK Genel Merkez uzmanlarından Tonguç Çoban yine www.sendika.org’da “DİSK’İN Tavrı DOĞRUDUR” başlıklı yazısıyla cevapladı. Çoban’ın yazısı temel olarak DİSK’in tavrını onaylıyor ve bu tavrın Kürt muhalefetini doğru yola sevk etmek amacı taşıdığını söylüyor. Çoban, milliyetçiliğin her TÜRÜNE karşı, ezen ulus milliyetçiliği ya da ezilen ulus milliyetçiliği. Çoban her ikisini de zararlı buluyor.
Çoban’ın yazısına cevap yine sendika.org’ta yayınlanan Ferda KOÇ imzalı yazıyla geldi. Yazı mitinglerin hazırlık süreciyle ilgili bilgi de veriyordu. “DESTURSUZ BAĞA GİREN HESAPSIZ DAYAK YER” başlıklı bu yazıdan da anlaşıldığına göre DİSK genel merkez yönetimini kaş yapmaya sevk eden şey DEHAP temsilcisinin mitingde yapacağı konuşmada Kürt sorununun çözümünde Öcalan’ın muhatap alınmasını talep edecek olmasıymış. Miting hazırlık komitesinde DEHAP’ın böyle bir talebi miting kürsüsünden dile getirmemesi üzerinde bir mutabakat oluşmuş, DEHAP da bu isteğinden vazgeçmiş. (ister istemez insanın aklına Voltairé geliyor!)
Son olarak da Yüksel AKKAYA yine aynı sitede konuyla ilgili tartışmalara çerçeve öneren yazısında söyle sormaktaydı:
“…Bu soruların ötesinde daha anlamlı bir soru, milliyetçilik üzerinden gerilimi ön plana çıkarmak mı gerekir, yoksa emekçileri ağır sömürüye tabi tutan yasalar çıkarken en gerici iktidarla mutabık olup, tek etkili bir eylemi hayata geçirmemek gibi bir “pasifliği” tartışmak mı gerekir? 12 Eylül ile ilgili olarak “D”İSK’in tutumuna taraf olan, olmayan herkesin önce sorması gereken soru da budur, verilmesi gereken yanıt da bu soruya yönelik olmalıdır…”
Konuyu esas olarak Türkiye isçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları bağlamında değerlendirmek istiyorum. Sonda söylenmek gerekeni başta söylersem gerek DİSK’in deklarasyonundan, gerekse de bu deklarasyon ertesi yazılanlardan anlaşılmaktadır ki 1-)Türkiye isçi sınıfı genel olarak enternasyonalizmin uzağındadır 2-) Türkiye isçi sınıfı Kürt sorununda TC’nin resmi politikalarından bağımsız bir tutum izlemenin uzağındadır. 3-) Kürt Sorunu’na TC’nin resmi politikaları ve isçi sınıfı içerisindeki hakim gerici eğilimlerden bağımsız olarak yaklaşmaya çalışanlar da sorunun özüne temas etmemekte, Kürt sorunuyla ilgili açıklamalarında berrak bir tutum izlememektedirler.
Şurası çok açık, bu tavır ve deklarasyon DİSK’in ikinci kuruluşu sayılabilecek 12 Eylül sonrası dönemde aldığı en gerici siyasal konumdur. Bunu tetikleyen güncel gelişmeleri biliyoruz. Fakat Kürt savaşının çok daha sıcak, devlet baskısının çok daha ağır olduğu dönemlerde dahi DİSK genel merkezi bu denli gerici bir tavır almamıştı. Bu tavrıyla DİSK genel merkezi toplumsal sorunlarla ilgili olarak TC’nin yaşamsal çıkarlarına aykırı bir tutum ve tavır içinde olmayacağını göstermek istemiş, bunu da kendi adına başarmıştır. Daha önce çeşitli genel merkez yönetimleri DİSK adına böylesi “devlete bağlılık tavırları” sergilemek istemiş 28 Şubat sürecinde de sergilemiş olabilirler. Fakat bu tavırların hiçbiri bir eylem özelinde de olsa Türkiye soluyla köprüleri bu denli atan, KUKM’ne karşı bu denli saldırgan, bu denli sol ve sosyalizm dışı olmamıştır. Kuşkusuz DİSK genel merkezinin de bildikleri vardır. DİSK Genel Merkezi’ni, bu denli pervasız, bu denli küstah kılan şey salt bir güncellik değil. DİSK genel merkezi Türkiye isçi sınıfının şovenizmle ne denli zehirlendiğini yakinen bilmektedir. Dolayısıyla Kürt sorunu bağlamında bugüne kadar sürdürdüğü sol liberal tavrını bir kenara bırakıp dümeni daha fazla devlet sularına kırmıştır. DİSK Genel Merkezi’nin cesaret aldığı yer tam da isçi sınıfının güncel durumudur.
Türkiye isçi sınıfının Kürt sorunu bağlamındaki ideolojik yönelim değişikliğiyle ilgili somut veriler yok. Fakat salt DİSK’in tutumu değil, burjuva partilerin sergilediği tutumlar da bizim için fikir verici olabilir. AKP’ye yönelik burjuva muhalefetin iki temel ayağından önde gideni Kürt sorunu bağlamında hükümetin dile getirdiği kimi AB destekli liberal söylemlere yönelik olanıdır. Burjuva partiler kendi muhalefet potansiyellerini temel olarak şovenizmleriyle göstermeye çalışmakta, muhalefetin önde gideni olmak için şovenizmin önde gideni olmaya çabalamaktadırlar.
Bütün bu tablo bizler, yani isçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları temelinde düşünen, bu düşünceler ışığında eylemeye çabalayanlar açısından bir kez daha uyarıcı olmalıdır. Evet, Kürt ve Türk halklarının boğazlaşması tehlikesi bugün düne göre daha büyük bir tehlikedir. Türk devleti Kürt sorunu bağlamında hiçbir esneme kapasitesi olmadığını, temel olarak Kürt halkının inkarına dayalı statükoyu korumakta kararlı olduğunu, bu tavrının konjonktürel değil tarihsel dolayısıyla da TC’nin varlık yokluk sorunuyla ilgili olduğunu döne döne göstermiştir, göstermektedir. 20 yıldır sürdürdüğü Kürt halkını inkar ve imha, Türk halkını ise şovenizmle zehirleme politikasının başarılarına da güvenerek, Türkiye toplumunu açık bir saflaşmaya çağırmakta, bütün planlarını böylesi bir saflaşma ihtimali üzerine kurmaktadır. DİSK genel merkezi bu çağrıyı görmüş ve 12 Eylül protestoları vesilesiyle de nerede saf tutacağını ilan etmiştir.
Yeri gelmişken söyleyelim DİSK’in açıklamasında yukarıda bahsedilen muhalif genel başkanların ifade ettiği gibi “kaş yapma” diye bir niyet kesinlikle yoktur. Amaç göz çıkarmaktır, fakat “kaş yapıyoruz” süsü verilmeye çalışılmaktadır.
Eğer tablo buysa alınması gereken tutum nedir. Zehrin ne olduğun
u biliyoruz. Peki ama panzehir nedir? Çoban haklı mı? “…milliyetçiliğin her türüne karşı çıkmak demokratlığın bir gereği değil mi? “Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı şey değildir, aynı kefeye konulamaz” türünden bir yaklaşımın bugünün dünyasında geçerli olmadığını düşünüyorum, ve her tür milliyetçi çıkışın halkları birbirine düşürmeye ve iç çatışmalara neden olacağına inanıyorum” diyor. Ya da Yüksel Akkaya’nın önerdiği gibi milliyetçi gerilimler geri plana mı itilmelidir? Ya da bir başka tavır mı gerekmektedir. Ortalamacı olmayan, bilimsel ve ideolojik doğrularımızı sakınmaksızın ifade eden politik tavrını da bunların üzerine inşa eden bir başka tavır?
Her şeyden önce bu konu ya da işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren bir başka hayati konu üzerinde kafa yoran herkesin kendi düşüncelerini sakınmadan, doğruca, ifade etmesi gerekiyor. Gerek DİSK genel merkezinin bildirisini gerekse de Çoban’ın makalesini ezen ulus şovenizmini sakınmaksızın, eğmeden bükmeden ifade etmeleri yanıyla beğendiğimi söylemeliyim. Açıklığa şiddetle ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Düşmanlarımızın çaldıkları davullarla konuştuğu bir konjonktürde bizim kuş diliyle konuşmamızın tek anlamlı sonucu söylediğimiz hiçbir şeyin anlaşılmaması olacaktır. Öyleyse Kürt sorununa Türkiye isçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları temelinde, berrak ve anlaşılır bir dille nasıl yaklaşmalı, kendisine isçi sınıfının tarihsel misyonu bakımından görevler biçen “öncü isçiler” olarak nasıl tavır almalıyız?
Aşağıdaki yazıda tartışılacak olan temel soru su:
“MİLLİYETÇİLİĞİN HER TÜRÜNE Mİ KARŞIYIZ?”
“Her türlü şiddet eylemine karşıyız” “her türlü baskının karşısındayız” “her türlü ayrımcılığın karşısındayız” “sözde Kürt devleti” “sözde ermeni soykırımı” vb. bunlar moda klişeler. Bu moda klişeler de aslında daha büyük bir başka modanın parçası: klişelerle konuşmak modası. Niçin konuşmalarda klişelere(basmakalıp sözler) ihtiyaç duyulur? Klişe kaba bir açıklama biçimidir. Açıklanmaya çalışılan olguyu daha büyük bir olgular kümesinin içine sokar: “şiddet kötüdür (öyleyse) her türden şiddet kötüdür. Milliyetçilik kötüdür (öyleyse) her türlü milliyetçilik kötüdür. Baskı kötüdür (öyleyse) her türlü baskının karşısındayız. Yasa dışılık kötüdür öyleyse her türden yasadışı eylem ve örgüte karşıyız vb.”
Bir olguyu açıklarken klişelere başvuruyorsanız ya “sizin ve açıklamanızın muhatapları açısından çok bildik/hemen her gün karşılaşılan cinsten bir olguyla karşı karşıyasınızdır” ya da “aslında çok da bildik olmayan, hemen her gün karşılaşılır cinsten olmayan bir olguyu böyle göstermeye çalışıyorsunuzdur.” Türk dilinin zenginliği üzerine bir tartışmaya girmeyeceğim, ama aynı/benzer nesneler ya da aynı/benzer olgular için dahi aynılıkların/benzerliklerin ötesinde farklı sözcükler/deyimler içermesi kuşkusuz bir dilin zenginliğidir. Yüz, çehre, sima, surat, cemal, sözcüklerinin tamamı aynı nesneye dilimizin verdiği farklı farklı isimlerdir. Yürümek, yürüyüş yapmak, yol boyu yapmak, gezinmek, gezinti yapmak da yine benzer eylemleri tanımladığımız farklı fiiller. Çünkü bütün nesneler ve bütün fiiller hiçbir zaman tek bir halde varolmazlar. Her zaman farklı koşullar içinde farklı ilişkiler içinde varolurlar. Dilin zenginliği nesneleri ve fiilleri olabildiğince farklı koşul ve ilişki içerisinde betimleyebilmesinden isimlendirebilmesinden geçer. Çünkü dil özünde kavramsallaştırmanın yani soyut düşüncenin aracıdır. Dil aracılığıyla soyutlar, soyutlamalarımızı kavramsallaştırır, kavramlarımızla da düşünür (yani yeniden daha üst düzeyde soyutlama yapar), anlar, anlatır ve anlaşırız ya da ayrışırız. Dili klişelere hapsetmek her şeyden önce soyutlamanın ve kavramsallaştırmanın karşısında yer almaktır. Türkiye’yi klişelere mahkum eden devlet ve burjuva basınının ilk büyük suçu Türk diline ve Türk diliyle düşünenlere karşıdır. Türk devleti ve burjuva basını bu tavrıyla Türkçe konuşan insanlara soyutlamayı yasaklamakta, klişelere hapsetmektedir.
“Sözde” (gerçekte öyle olmayıp, öyle geçinen, bilinen. sanki) klişesiyle konuşmak sadece bu klişenin yakıştırıldığı olguya düşmanlığı ya da bu olgunun yok sayıldığı anlamını taşımaz. “Sözde” demek en başta bu olguyu düşünmeyi engellemeye çalışmaktır.
Klişelerle konuşma modası Türk devletinin ve burjuva basınının modasıdır. Düşünen ya da düşünmek isteyen insanlara kesinlikle yaklaşmamalıdır. Uygun klişeler bulunmakta, ağızbirliğiyle yayılmakta hiçbir şey bulunamıyorsa olgunun başına “sözde” sıfatı eklenerek iletişim ve açıklama klişeleştirilmektedir. “Sözde ermeni soykırımı” “sözde Kürt devleti” “sözde başkanlık konseyi” “sözde örgüt bayrağı” “sözde talepler” “sözde eylemler” vs.
“Milliyetçiliğin her türüne karşıyız” da böyle bir klişedir. Toplumsal/tarihsel olguları açıklamaya değil gizlemeye üzerini örtmeye hizmet etmektedir. Hiçbir toplumsal akım (kuşkusuz milliyetçiliğin her türü de) boy verdiği coğrafya, o coğrafyanın tarihi, o coğrafyadaki toplumun ve dünyanın o tarihsel kesitteki sosyal ekonomik koşulları düşünülmeksizin değerlendirilemez, hakkında hüküm verilemez. Miloşeviç de milliyetçidir, Devlet Bahçeli de. Molla Mustafa Barzani de milliyetçiydi Abdulkerim Kasım da. Atatürk de milliyetçiydi Enver Paşa da. Alparslan Türkeş de milliyetçiydi Bülent Ecevit de milliyetçidir. Putin de milliyetçidir Çeçen savaşçılar da. George Bush da milliyetçi Irak’taki BAAS direnişçileri de. Yaser Arafat da milliyetçiydi İzak Rabin de. Peki ama “milliyetçiliğin her türüne karşıyız” demekle ne demiş oluyoruz biz şimdi? Kocaman bir hiç!
Efendim milliyetçiliğin olduğu her yerde halklar boğazlaşırmış da katliam olurmuş da. Bunlar boş laflardır. Fransız devrimi de milliyetçiydi, halkların boğazlaşmasına da sahne oldu. Avrupa’daki bütün gerici monarşiler ordularını (kendi halklarından ve karşı devrimci Fransızlardan oluşturdukları ordulardı bunlar) Fransız devrimini boğazlasınlar diye seferber ettiler. Sonuçta o günün ilericiliğini temsil eden “milliyetçi Fransız halkı” devrimi korumak için bu orduları (dolayısıyla bu orduları seferber eden ülkelerin halklarının bir kısmını ve bu arada gericilikle işbirliği yapan Fransızların da bir kısmını) boğazlamış oldu. Filistin milliyetçi değil mi? Amerikan bağımsızlık savaşını veren Yankeeler neydiler? İşbirlikçi Protestan İngilizleri İrlanda’ya yerleştiren koruyan kollayan İngiltere de milliyetçi, IRA da milliyetçi. “aman burada milliyetçilik var” deyip sıyrılacak mıyız işin içinden. Çeçen komutan Dudayev de milliyetçi Putin de milliyetçi. 1. Dünya Savaşı ertesinde çarlığa karşı ayağa kalkan ve Bolşeviklerle işbirliği yapıp SSCB’yi oluşturan Sovyet halkları da milliyetçiydi Bolşeviklere karşı Türkmenleri kışkırtan Enver Paşa da milliyetçiydi. Gandi de milliyetçi Mesut Barzani de milliyetçi. Peki şimdi ne yapıyoruz?
Dahası var. Demokratlığı milliyetçiliğin alternatifi gibi göstermek tarihsel olguları çarpıtmak değilse de en hafifinden milliyetçiliği de demokratlığı da anlamamış olmak demektir. Milliyetçilik de burjuva demokrasisi de birer tarihsel olgudur. Bundan 3 asır önce ne milliyetçilik vardı ne de demokrasi. Bugünkü anlamıyla millet sözcüğünün sözlüklere girmesi dahi 150 yıllık bir olaydır. Yine bugünkü anlamıyla demokrasi ise çok daha genç. Fakat her iki tarihsel olgu da ayn