Türkiye’nin doğu ucunda, İran’a ve Irak’a komşu, iki dağın arasından geçen bir çayın açtığı alan üzerine kurulmuş 5 bin kişilik bir ilçedir Şemdinli. Ancak Şemdinli 2005 Kasımından itibaren çoğunlukla bu bilgilerle değil, kontrgerillanın 1980 sonrasındaki ikinci büyük “deşifrasyonu” ile tanınacak. Yine bir Kasım ayında Susurluk’ta yaşanan ilk “deşifrasyon” ile Şemdinli arasında kolaylıkla kurulan paralelliğin en […]
Türkiye’nin doğu ucunda, İran’a ve Irak’a komşu, iki dağın arasından geçen bir çayın açtığı alan üzerine kurulmuş 5 bin kişilik bir ilçedir Şemdinli. Ancak Şemdinli 2005 Kasımından itibaren çoğunlukla bu bilgilerle değil, kontrgerillanın 1980 sonrasındaki ikinci büyük “deşifrasyonu” ile tanınacak. Yine bir Kasım ayında Susurluk’ta yaşanan ilk “deşifrasyon” ile Şemdinli arasında kolaylıkla kurulan paralelliğin en önemlisi sebebi, resmi teröristlerin en kirli yüzüyle ve en çıplak haliyle açığa çıkması olsa gerek. Ancak Şemdinli sonrası siyasetteki gelişmeleri tahmin edebilmek için bu iki olay arasındaki farklara da bakmak gerekiyor.
Eylem planlarını, infaz listelerini, bombalarını, krokilerini, haritalarını, gerçek kimliklerini yanlarına alıp, jandarma istihbaratına kayıtlı olduğu söylenen araçlarına atlayıp, elini kolunu sallayarak katliam yapmaya kalkışan kontrgerillacılar bu kez suçüstü yakalandılar. Bu aşırı kendine güvenin nedenleri üzerine çeşitli senaryolar üretilebilir ve yorumlar yapılabilir ancak şurası kesin ki, bu pisliklerin ortaya çıkmasını sağlayan temel faktör bir trafik kazası değil, Şemdinli halkının kendine güveniydi. Ve bu güven sayesinde Susurluk’taki aracın bagajından alındığı söylenen silahlar, evrak çantaları ve daha birçok delil şimdilik “karartılamadı”. “Oradan geçiyordum” ifadesini ikna edici bularak kontrgerilla arabasının içinde olan iki askeri serbest bırakan ve “çete” davası değil “cinayet” davası açan savcı ne yapar bilinmez ancak Şemdinli’deki tüm deliller “halkın tutanakları”na geçirilmiştir.
Susurluk ile Şemdinli arasındaki bir diğer fark da ülkenin siyasi durumudur. 1996 yılında iktidarda olan Refahyol iktidarı ülkedeki kirli savaş şebekeleri etrafında kurulan çıkar ilişkileri ile “Anadolu Kaplanları” diye ifade edilen sermaye gruplarının ittifakına dayanıyordu. Bu ittifakı ve iktidarını korumak isteyen Refah Partisi, Susurluk’ta açığa çıkan devlet çetesine karşı yapılan sokak eylemlerini “Mum söndü oynuyorlar, Gulu gulu dansı yapıyorlar” diye nitelendirmiş, Tansu Çiller ve Mehmet Ağar ile beraber saf tutmuştu. Susurluk sonrası yıpranan hükümetin Çiller-Ağar kanadı “devletin derinliklerin”deki pozisyonunu yeterince koruyamamış, Refah kanadı da 28 Şubat operasyonuna karşı oldukça zayıflamıştı. Ancak AKP hükümetinin ve bu hükümetin çekirdek sermaye grubu olan “Anadolu kaplanları”nın bugünkü ittifakları farklıdır. Birincisi, sermayenin hemen hemen tüm kesimleri bugün AKP iktidarının yanındadır. Bunun yanı sıra ABD ve AB’nin şu an için destekleyebilecekleri başka bir siyasi alternatif mevcut değildir.
Bunun da ötesinde Kürt sorununun Türkiye’nin emperyalist projelere taşeronluğu için ayak bağı olması giderek kabul edilemez bir noktaya gelmektedir. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 29 Ekim resepsiyonundaki şu sözleri bir politika değişiminin asker içerisinde de kabul edilmeye başladığını göstermektedir: “Barzani bir aşiret lideriydi; biz öyle görüyorduk. Ama durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor. Talabani’yi de öyle görüyorduk, şimdi Irak Cumhurbaşkanı. Irak’ı tanıyorsak, bu değişen koşullara göre hareket edeceğiz.”
Tayyip Erdoğan, siyasi konjonktüre dair bu farklılıklardan kaynaklı olsa gerek, hocasından farklı konuşmakta ve “İşin sonuna kadar gitmek”ten bahsedebilmektedir. Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri hükümeti uyarmakta hatta “kaderin Erbakan Hükümeti’nin önüne altın tepsi ile sunduğu eşsiz bir fırsatın” zamanında değerlendirilemediğini, ancak AKP hükümetinin aynı hatayı yapmaması gerektiğini söylemektedirler.
Şu ana kadarki tüm veriler göstermektedir ki AKP bu olayı sadece bir “fırsat” olarak görme eğilimindedir. Yani kontrgerillanın tasfiyesine, devlet terörünün son bulmasına, JİT-JİTEM’in yenisi kurulmaksızın dağıtılmasına yönelik herhangi bir adım atılması söz konusu değildir ve olamaz da. AKP için Şemdinli’ye dair tutumunu belirleyecek üç temel hedef vardır:
1.Bu konuyu iktidar mücadelesinde bir koz olarak tutmak.
2.Kürt halkına yönelik halkla ilişkiler çalışmasının bir parçası olarak değerlendirmek
3.En nihayetinde Kürt sorununun Amerikancı “çözüm”üne yönelik bir adım daha atmak
İktidarın bu kaygıları pratiğine de yansımaktadır. Üç AKP milletvekili olaydan bir gün sonra Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla Şemdinli’ye gönderilmiş, “Kimse kayırma beklemesin” diye nutuklar atılmış ve mecliste araştırma komisyonu kurulması için çalışmalara başlanmıştır. Tüm bunlar ilk bakışta “umut verici” gelişmeler olarak değerlendirilebilir. Hatta Rektör Yücel Aşkın’ı tutuklatan Van Savcısı olayda görevlendirilerek siyasi iktidar olarak olayın takipçisi olunduğu izlenimi yaratılmıştır. İşte bu yüzden hükümetin “kadrolu” savcısının bu süreçteki tutumu AKP’nin tutumunu da yansıtmaktadır. Sonuç olarak arabada bulunan ‘Mutkili Ali’ lakaplı, sorgularıyla meşhur Ali Kaya ve diğer astsubay Özcan İloğlu hakkında tutuklama emri çıkartılmamış, tutuklu yargılanan sanıklar ise düz cinayetten ve “meşru müdafaayı aşan adam öldürmek”ten yargılanmasına karar verilmiş, bunca bombalama olayının ve delilin arasında bir çete görül(e)memiştir.
Tüm bu gelişmeler AKP’nin “nereye kadar” gideceğini gösteriyor. Ordu ise sınırı AKP’den de yukarıda çizmektedir. Irak politikasının değişmesi gerektiğini söyleyerek ve “Rektörler toplanıp yanıma gelseydi hoş karşılamazdım” diyerek medyadan büyük övgüler alan, hükümetle uyumu “takdir” toplayan Genelkurmay Başkanı “Personelimi ne suçlarım, ne korurum” diyerek “dikkatli” konuşurken, TSK’nın çeşitli kademeleri Şemdinli çetesini sahiplenmekten çekinmiyorlar. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri bıkkınlık veren bir tekerlemeye dönmüş “Güvenlik güçlerinin elini soğutmamak” vurgusunu tekrarlayarak, olayın genelleştirilmemesi gerektiğini söylerken, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt daha cesur davrandı ve suçüstü yakalanan kontrgerilla ekibinin komutanı olduğu sanılan Ali Kaya’ya kefil olarak “Astsubayı tanırım, o yapmaz” dedi. Jandarmanın sanıkları savunmak üzere köy yakmaktan sabıkalı eski asker avukat Mehmet Göçmen’i seçmesi, avukatın askeri bir helikopterle Şemdinli’ye getirilmesi ve kendisine burada karşılama protokolünün uygulanması ordu içinden verilen açık mesajlar olarak algılanabilir.
İşte bu güçler dengesi içerisinde Şemdinli olayının devletin kontr-terör örgütlerinden arınmasına vesile olması bir yana bir yana, egemenler arası iç mücadelede dahi çok ciddi büyüklükte kırılmalar ve tasfiyeler yaratması oldukça zordur.
İstanbul’da Fırsatçılar Toplantısı
Şemdinli kadar gündem olamasa da geçtiğimiz günlerde yaşanan bir diğer önemli gelişme de İstanbul’da düzenlenen “‘Yabancı Yatırımların Yeni Gözdesi:Fırsatlar Ülkesi Türkiye” başlıklı toplantıydı. Yabancı Sermaye Derneği (YASED)’in düzenlediği toplantıda yerli ve yabacı sermaye, IMF, Dünya Bankası ve hükümet temsilcileri iki gün boyunca Türkiye’nin sermaye için nasıl daha iyi fırsatlar sunabileceğini tartıştılar. Toplantılar sonucunda aşağı yukarı yıllardır sermaye sözcülerinin savunduğu benzer talepler dile getirildi. Yabancılara gayrimenkul alımının serbestleştirilmesi, maliyetlerin düşürülmesi, sanki çok veriyorlarmış gibi başta kurumlar vergisi olmak üzere vergilendirmede sermayeye yönelik kolaylıkların sağlanması, iletişim teknolojileri ve benzer altyapı koşullarının geliştirilmesi… Yine Türkiye AB’nin Çin’i olacak lafları edildi, yine öz
elleştirmelere övgüler düzüldü.
Bunlar bildik şeylerdi ancak bu toplantının yıldızı Ortadoğu sermayesiydi. Ürdün sermayesinin önemli isimlerinden olan ve Kral Hüseyin’in danışmanlığını da yapan Muhammed Asfour, Körfez sermayesinin son dönemde Türkiye’ye gösterdiği yakın ilgi göstermeye başladığını ve petrol fiyatlarının artmasından dolayı biriken sıcak paranın, koşulların oluşturulması halinde, Türkiye’ye kayma devam edeceğini söyledi. Aynı zamanda Dünya Bankası’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olan MENA’nın danışmanlığını da yapan Asfour, bu ilginin en önemli nedeni olarak “AKP hükümetinin ülkenin başına geçmesi”ni gösterdi.
Kuveyt Ulusal Bankası Başkanı İbrahim Dabdoub ise Avrupa’da yatırım yapılacak ülke kalmadığını ancak Türkiye’nin birçok alanda yatırım için fırsatlar sunduğunu söyleyerek sermaye gruplarının dünya paylaşımına ve bu paylaşım içinde Türkiye’nin kimlere paylaştırıldığına dair önemli bir ipucu verdi. Telekom’un Hariri ailesine verilmesi, Ofer’e çekilen peşkeşler, Dubai kuleleri vs. derken Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına bir sermaye serbest bölgesi olacağı kesinleşmeye başladı. Kuveyt Ulusal Bankası Başkanı Türkiye’de yatırım yapmak için kendilerinden finansal destek isteyen sermaye gruplarının özellikle “Enerji, telekomünikasyon, perakende ve lojistik” sektörlerine yoğun ilgi gösterdiğini söylerken ağırlıklı olarak hizmet sektörüne yönelik sermaye akışı olacağını ifade ediyor. Yani yabancı sermeye gelince fabrika falan kurulmayacak! Market alacaklar, hizmet satacaklar, elektrik dağıtıp para toplayacaklar. En iyi(?) ihtimalle Türkiye’yi petrol, silah ve askerler için geçiş noktası yapıp lojistik sektöründen parayı vuracaklar.
Sınıf Uzlaşmacılığı Yanıyor!
Aslında geçtiğimiz hafta yaşanan bu iki olay Türkiye’ye AB süreciyle geleceği söylenen “doğru dürüst kapitalizm” ve “doğru dürüst demokrasi”nin ne menem bir şey olduğuna bir kere daha gösterdi. Kendilerine sunulan fırsatlara doymayan kapitalistler İstanbul’da daha az vergi ödeyip daha ucuza işçi çalıştırmak istediklerini söylerken, Şemdinli’de resmi araçlarla ve resmi bombalarla kitapevi bombalanıyordu.
AB için umutlar saçılıp demokrasi, istihdam ve refah müjdeleri verilirken insan sormadan edemiyor: Susurluk’tan Şemdinli’ye Paris’ten öte köy var mı? Kapitalizmin ve burvuja demokrasisinin “en doğru dürüst”(?) hali bile her tarafından dökülüyor. Görünen köy kılavuz istemiyor. AB’ye girerek “Birinci dünya solculuğu” yapmak isteyenlerin hesapları suya düşüyor. Kapitalizmin her türünün bugün emekçiler için yoksulluk ve terörden başka bir anlama gelmediği ve refah devleti gibi bir sınıf uzlaşmasının olanaklarının tükendiği bugünlerde en iyi Fransızca anlatılıyor: “Sans Justıce Socıale, Pas De Paıx!” Yani “Toplumsal Adalet Yoksa Barış da Yok!”