Suriye, Gelmiş geçmiş bir çok imparatorlukların işgaline uğramış ve son dönemin yayılmacı gücü olan Osmanlı İmparatorluğuna ise, sınırları içerişinde bulunan Şam kenti başkentlik yapmıştır. 19. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı imparatorluğu altında bulunan Suriye, altmış yıl öncesine kadar pek çok egemen devletin denetimi altında tutulan bir ülke oldu. 19. yüzyılın sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa Öncülüğünde […]
Suriye, Gelmiş geçmiş bir çok imparatorlukların işgaline uğramış ve son dönemin yayılmacı gücü olan Osmanlı İmparatorluğuna ise, sınırları içerişinde bulunan Şam kenti başkentlik yapmıştır. 19. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı imparatorluğu altında bulunan Suriye, altmış yıl öncesine kadar pek çok egemen devletin denetimi altında tutulan bir ülke oldu. 19. yüzyılın sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa Öncülüğünde Mısır ordusunun Osmanlı İmparatorluğuna karşı Lübnan ve Suriye’yi işgal etmesiyle birlikte, Beyrut, Şam ve Kudus vs. gibi ticaret kentleri, yani kısacası Osmanlı pazarları Batılı kapitalist devletlere açılmış oldu. 1700’lerin sonlarında Fransız’ların Ortadoğu’ya yönelik özel ilgilerinden dolayı ve Napolyon’un 1830’larda gerçekleştirdiği Akka (Filistin) kuşatmasında bölge üzerinde hak sahibi olmasıyla birlikte, Osmanlı yönetimine karşı “küçük Lübnan” dediği Suriye sınırlarına yerleşti. Fransa, o dönemden sonra bölge üzerinde edindiği nüfuzunu güçlendirerek, 1. Dünya savaşı döneminde hem Lübnan hem de Suriye üzerinde mandat (himaye yönetimi) kurma hakkına sahip oldu.
Fransa’nın Suriye üzerindeki egemenliği 1920’lerden 1946’lara kadar devam etti. Fransız işgaline karşı, Suriye 1946’da bağımsızlığını elde ettiyse de bağımsız Suriye toplumu, çeşitli dini ve etnik grupların iç çatışmalarına sahne oldu; ülkede siyasi istikrar sağlanamadı. Elbette burada Fransız emperyalizminin bölgeyi terk etmeme dürtüleriyle iç etnik kargaşalıkları körüklemesi ve desteklemesinin etkileri büyük olmuştur. Suriye toplumunu oluşturan kozmopolit etnik ve dini toplumların birbirlerine karşı giriştikleri egemenlik çatışmaları Fransa için belirli bir nufuz oluşturabilme olanağı sağlamıştır.
Geçmişten bu yan olduğu gibi, Suriye günümüzde de, nüfusunun çoğunluğu oluşturan (% 60) Sünni Araplar dışında, Hıristiyanlar, Aleviler, Ermeniler, Kürtler ve Dürziler gibi bir çok etnik ve dini toplulukları barındırıyor. Suriye, o dönem Arap dünyasında filizlenen Cemal Abdulnasır’ın Arap milliyetçiliği ekseninde “Arap Birliği” görüşleri etrafında, Mısır ile birleşerek 1958-1961 yılları arasında Birleşik Arap Cumhuriyet’ini oluşturdu. Ülkede faaliyet içerisinde olan ve bu oluşuma karşı çıkan Mısır merkezli Suriye Ihvan (bugünün Müslüman kardeşler) hareketi, Suriye’nin toplumsal ve politik hayatında önemli rol oynayarak, bu birliği karşı başarısız 1960-1961 darbelerini General Nehlavi ve o dönemin Suriye başbakanı olan Dr. Devalibi gibi kişilerle gerçekleştirmeye çalıştı.
1963’lere gelindiğinde Baas Partisi, “Baas Askeri Komitesi” içerisinde yer alan subayların desteğiyle gerçekleştirdiği darbeyle ülke yönetimini ele geçirdi. Bu darbeden sonra birleşik Mısır-Suriye anlaşması bozuldu. Ve bu durum ülkede yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Yani, Arapların Birliği, Arap milliyetçiliği, Arap Sosyalizmi savunusu yapan Baas partisi iktidara geldi.
Kasım 1970’lere kadar olan süreç içerisinde bir çok entrika ve darbelere sahne olan Suriye’de, Hafız El Esad, Kasım 1970’de askeri bir darbeyle yönetime el koydu. Esad, millileştirme, kamulaştırma ve anti emperyalizm gibi kavramlara yer vermekle birlikte, “emperyalist” olarak nitelediği Batı ve “gerici” bölge devletleri olarak nitelediği Arap ülkeleriyle de çeşitli pragmatik ilişkiler geliştirdi. Hafız el Esad’ın izlediği bu yeni politikalar, Mısır’daki (Nasır-sonrası) Enver Sedat siyasetine çok benzemekteydi. Esad yönetimi, ülke içerişinde izlediği otoriter siyasetin yanı sıra, dış siyasetteki katı anti-İsrail politikası ile “Batılı” siyaset merkezleri tarafından hep eleştirildi. Ancak Esad’ın kendine özgü pragmatik siyaseti, bölgede pirim yaptı. Esad tarihe, Ortadoğu’nun “Tilki”siyasetçisi olarak geçti.
1967 Arap-İsrail savaşında Arapların uğradığı yenilgi, sadece Suriye, Mısır ve Ürdün gibi devletlerin yenilgisiyle kalmadı; Arap dünyasında ciddi bir ideolojik krize de yol açtı. Çünkü bu bozgun aynı zamanda revaçta olan Ortak Arap Evi ve Arap Birliği vs. gibi ütopyaların da geçersizliğini göstererek, Arap milliyetçiliğine güçlü bir darbe vurdu. Suriye bu savaşta sınırları içerişinde bulunan ve stratejik öneme sahip olan Golan tepelerini İsrail’e kaptırdı.
Suriye 1975’lerde patlak veren, Lübnan iç savaşına, kendi deyimiyle, Lübnan ve Suriye “bir elmanın iki yarısı gibidir” iddiasıyla dahil oldu ve Lübnan’a girdi. Lübnan’da iç savaş yaklaşık on beş yıl sürdü. Bu 15 yıllık boğazlaşmadan sonra, Ekim 1989’daki Taif anlaşmasıyla iç savaş sona erdi ama, Suriye, Lübnan’daki varlığını devam ettirdi. Ancak, bu yılın ilk aylarında gizli güç veya güçler Lübnan’da fay hatlarını tetikledi ve ülkenin eski Başbakanlarından olan Refik Hariri 14 Şubat 2005’de bir suikast sonuçu öldürüldü. Lübnan’daki bu gelişmelerin ardından, Batının egemen devletlerinin Suriye üzerinde baskı kurma süreci başlatılmış oldu.
Hedefe Konulan Suriye
Refik Hariri, Ortadoğu savaşlarında harabeye dönmüş Lübnan’da, başta Beyrut olmak üzere bir çok yerleşim merkezinde yıkılan binaların onarım ve yeniden yapım ihalelerini alan, petrol ve Telekomünikasyon gibi uluslar arası şirketleri kuran, kısa ömründe “yeşil sermaye”nin (Suudi Arabistan) desteğiyle dünyanın en zenginleri listesine kaydolan bir Ortadoğu politikacısıydı.
Refik Hariri’ye karşı gerçeklesen bombalı suikast’tan sonra, başta ABD olmak üzere, uluslararası güç merkezleri, Suriye üzerindeki baskıları artırdılar. Bu baskılardan dolayı , Baas rejimi Lübnan’daki 30 yıllık askeri varlığına son vererek bu yılın ortalarında geri çekildi. Ancak, Suriye rejimi gelişen süreç içerişinde sadece dış baskılara karşı değil, gelişmekte olan iç sorunların da etkisiyle bir hayli zora sokulmuş durumda.
Suriye üzerinde sürdürülen bu ABD ağırlıklı baskı sürecinin bir çok nedeni var: Birincisi, Suriye’deki rejim Irak işgalinden bu yana, Amerikanın bölge politikalarına karşı ciddi bir muhalefet gösteriyor. Bundan dolayı da ABD, Suriye’nin bu tavır değişikliğinin bedelini ödettirmek istiyor. Diğer önemli bir konuda, İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah sorunu. Başta İsrail Başbakanı Ariel Şaron olmak üzere hemen tüm İsrail politikacıları “Kuzey sınırımız tehlike içeriyor. BM tarafından belirlenen çizgiler tam olarak sınırlarımızı yansıtmıyor ve istediklerimize denk düşmüyor. Bu bölgede Suriye ve İran tarafından desteklenen Hizbullah, en büyük korkumuz. Hizbullah aracılığıyla Lübnan’da etkisini gösteren Suriye, Irak’ta da terörist örgütleri destekleyerek endişelerimiz artmaktadır” diyorlar. Nil’den Fırat’a kadar olan alanda “Büyük bir İsrail devleti” için bölgenin parçalanmasını savunan A. Şaron gibi radikal Siyonist çevreler, bölgede ABD öncülüğünde kurulacak bir “batılı egemenliği”ni İsrail’in yararına olduğu için destekliyor.
Sonuç olarak, Suriye üzerinde ABD’nin ağır adımlarla geliştirdiği Suriye karşıtı diplomatik çabası güçlenerek devam ediyor. Suriye üzerinde işletilen bu sürecin geri püskürtülmesi zor gibi görünüyor. Ancak bu sürecin bir savaşa dönüşüp dönüşmemesi sanıldığı kadar önemli değil. Böyle bir savaş hali hazırda zor gibi görünse de, uluslararası merkezlerden çıkacak uzun süreli bir abluka kararı, Suriye toplumu bir çok bakımdan yaptırımlarla karşı karşıya kalaması demektir. ABD’nin Ortadoğu’da geliştirdiği egemenlik stratejileri içerisinde, bölge rejimlerini çeşitli baskılarla içten zayıflatmak ve desteklediği iç muhalefetlerle yeni bağıml
ı yönetimler yaratmak da var. Bu da ülkeyi iç sorunlarla boğuşmaya sürükleme ve içten çökertme anlamına geliyor. Uzunca bir süredir CIA, Beşar Esad rejiminin yıkabilmek için, yurt içinde ve yurtdışında güçlü bir muhalefet lideri ve örgütü arıyor.
Güçlü bir muhalif adayın halihazırda olmaması nedeniyle, Baas rejiminin abluka altına alınması ve ABD’ye tabi kılınması için uluslararası baskıların artırılması düşünülüyor. Ancak ABD, Irak’ta Afganistan da sürdürdüğü vahşetin beslediği anti-Amerikancılığı unutmuş gibi görünüyor. Her ne kadar bölge halkları, bölge rejimlerinden rahatsız olsalar da, ABD ve Batı saldırısı karşısında bölge rejimlerinin etrafında kenetleneceklerdir. Bölge üzerinde devam eden ciddi istikrarsızlığın süreç içerisinde nasıl şekilleneceği için şu an bir şey söylemek “kahve falına bakmak”tan farksızdır. Kısacası, emperyalist diplomasilerin karanlık dehlizlerinde bölgedeki vahşi uygulamalarla iç içe geçen çirkin pazarlıklar devam ediyor. Zulmün, vahşetin kol gezdiği Ortadoğu’da, bölge halkları bu sultacı güçlerin dayatmaları karşısında zor bir süreçle karşı karşıya.
23.11.2005