Yoksulluk ve yarattığı sorunların ağırlaşmasına ve derinleşmesine paralel olarak, başta büyük kentlerimiz olmak üzere kentlerimiz, bu sorunun yoğunlaştığı ve somutlaştığı mekanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan yoksulluk ve yarattığı sorunlar, kentleri öncekinden çok daha dramatik boyutlarda bir krizin içine itmektedir. Büyük kentler zengin gettoları ile yoksul gettolarının oluşturduğu bir çelişki yumağı haline gelirken, gerek kentsel hizmetler, […]
Yoksulluk ve yarattığı sorunların ağırlaşmasına ve derinleşmesine paralel olarak, başta büyük kentlerimiz olmak üzere kentlerimiz, bu sorunun yoğunlaştığı ve somutlaştığı mekanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan yoksulluk ve yarattığı sorunlar, kentleri öncekinden çok daha dramatik boyutlarda bir krizin içine itmektedir. Büyük kentler zengin gettoları ile yoksul gettolarının oluşturduğu bir çelişki yumağı haline gelirken, gerek kentsel hizmetler, gerek yaşam düzeyi, gerekse de mekan standartları açısından birbirinden yalıtılmış bu mekanlar arasındaki fark giderek açılmaktadır. Yoksul mahallerinin kendisi ise barındırdıkları sosyal huzursuzluk ve patlama potansiyeli nedeniyle kendi başına ayrı bir problemi oluşturmaktadır. Son on yılda özellikle İstanbul’da yaşanan bir kaç örnek olay bu gerilimin boyutlarını yansıtmaktadır. Yoksulluk kronikleştiği sürece bu patlama ve sosyal huzursuzluğun boyutlarının da genişleyeceği ortadadır.
Yukarıdaki tablonun doğal bir sonucu ise kentlerin merkezlerinin giderek çöküntü alanı haline gelmesi ve ortak yaşamı yansıtan sosyal, kültürel işlevlerinden arınması olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun farklı sınıf ve kesimlerinin, kent yaşamının çeşitli evrelerinde bir araya geldikleri kamusal etkinliklerin ve mekanların giderek yok olması beraberinde yabancılaşma ve benzeri olumsuz sonuçları getirmektedir. Paralel bir sürecin devletin ve yerel yönetimlerin sosyal işlevlerini de budadığını düşündüğümüzde kentlerin son bin yıllık “uygarlığın kamusal mekanı olma” misyonunun bile tehlikeye girmesi söz konusudur.
Gerek kentlerin işlevlerinde gündeme gelen bu türden tehlikelerden gerekse de kentlerde yaşanan parçalanma başta olmak üzere çeşitli yoksulluk ve yoksunluk göstergelerinden bağımsız ve bunlara çözüm üretme perspektifinden yoksun bir planlama kurumunun ve anlayışının eleştirilmesi gerekmektedir. Bu eleştiri, planlamanın fiziksel çevrenin gelişimi ve denetimi ile ilişkili ‘dar’ anlamından kurtarılması hedefini de içermelidir. ‘Dar’ anlamının ötesine geçemeyen planlamanın toplumla sağlıklı bir ilişki kurabilmesinden söz etmek de mümkün değildir. Türkiye’nin planlama ve kentleşme tarihi bu durumun örneklerini oldukça çok sayıda barındırmaktadır.
Planlamanın ülke ve bölge ölçeklerinde kaynakların dağılımının rasyonel biçimini belirleme işlevi göz önünde bulundurulduğunda, üst ölçekli planlamanın kentler ve bölgeler arasındaki gelişme farklarının giderilmesinde uygun bir araç olabileceği anlaşılacaktır. Daha alt ölçeklere inildiğinde ise, gerek yoksulluğun yoğun olarak yaşandığı ve sorunsallaştığı alanların, kentli haklarının sağlandığı kentsel çevrelere dönüştürülmesinde gerekse de kentsel yaşamın yok olmaya başlayan kamusallığının kente geri kazandırılmasında yine planlama kurumuna önemli görevler düşmektedir. Burada üzerinde durulması gereken konu, her ölçekteki planlara ve planlama sürecine, piyasanın ve yatırımcıların kısa vadeli çıkarları ve yer seçme eğilimleri karşısında toplumun uzun vadeli hedefleri doğrultusunda düzenleyici olma gücünün, kazandırılmasıdır. Böylesi bir gücün kazandırılmasında kentsel rantların işlevi ve boyutu görmezden gelinemez. Kentin ve toplumun kolektif eylemliği sonucunda oluşan değer artışları ve rantlar üzerinde etkin bir denetim kurabilen ve bunların kamuya ait olan bölümünün yoksulluğun çeşitli biçimlerinin giderilmesinde kullanabilen bir planlama kurumu, toplumla sağlıklı bir ilişki kurabileceği gibi toplumun siyasal taleplerine de kendi olanakları çerçevesinde cevap olabilecektir.