“Büyük övgülere layık bir azimle yürütülen, otuz yıllık bir mücadeleden sonra, İngiliz işçi sınıfları, toprak ağaları ile para-ağaları arasında anlık bir bölünme yaratarak, On-Saat Tasarısının yasalaştırılmasını başardı. Fabrika çalışanlarının böylelikle elde ettikleri ve her altı ayda bir fabrika müfettişlerinin raporlarına kaydedilen muazzam maddi, manevi ve zihinsel kazanımlar, şimdi bütün taraflarca kabul edilmektedir. Kıta hükümetlerinin çoğu, […]
“Büyük övgülere layık bir azimle yürütülen, otuz yıllık bir mücadeleden sonra, İngiliz işçi sınıfları, toprak ağaları ile para-ağaları arasında anlık bir bölünme yaratarak, On-Saat Tasarısının yasalaştırılmasını başardı. Fabrika çalışanlarının böylelikle elde ettikleri ve her altı ayda bir fabrika müfettişlerinin raporlarına kaydedilen muazzam maddi, manevi ve zihinsel kazanımlar, şimdi bütün taraflarca kabul edilmektedir. Kıta hükümetlerinin çoğu, İngiliz Fabrika Yasasını az çok değişik biçimlerde kabul etmek zorunda kaldılar ve İngiliz parlamentosu da her yıl hareket alanını daha da genişletmeye zorlanmaktadır. Ama bu pratik önemi yanında, işçilerin yararına olan bu önlemin olağanüstü başarısını yüceltecek bir başka şey daha vardı. Britanya burjuvazisi, Dr. Ure, Profesör Senior ve aynı soydan ve boydan öteki bilgeler gibi en ünlü bilim adamları aracılığıyla, çalışma saatlerine getirilecek herhangi bir yasal sınırlamanın, vampir gibi kan, hem de çocuk kanı emmeden yaşayamayan İngiliz sanayinin ölüm çanlarının çalınması demek olacağını öngörmüş ve buna yürekten inanmıştı. Eski zamanlarda çocuk cinayeti Moloch dinine ait gizemli bir ayindi, ama bu yalnızca bazı çok kutsal durumlarda, belki de yılda bir kez yapılır ve bundan sonra da Moloch’un yoksulların çocuklarına karşı özel bir eğilimi olmazdı. Çalışma saatlerinin yasal olarak sınırlandırılmasına ilişkin bu mücadele daha da amansızca şiddetlendi, çünkü açgözlülüğü ürkütmesi dışında, bu mücadele, aslında, burjuvazinin ekonomi politiğini oluşturan arz ve talep yasalarının gözü kör egemenliği ile, işçi sınıfının ekonomi politiğini oluşturan toplumsal öngörünün denetlediği toplumsal üretim arasındaki büyük çekişmeye dair bir mücadeleydi. Yani On-Saat Yasası, yalnızca büyük bir pratik başarı olmakla kalmıyordu; bu bir ilkenin zaferiydi; tarihte ilk kez burjuvazinin ekonomi politiği, işçi sınıfının ekonomi politiğine böylesine apaçık yenik düşüyordu” Karl Marks, Uluslararası İşçi Birliği Enternasyonal) Kuruluş Çağrısı
Tayyip Erdoğan’ın bir başbakanın yerine getirmekle yükümlü olduğu en önemli kamusal görevi, “ülkesini pazarlamak” olarak tanımladığı günümüz Türkiye’si, kapitalizmin neo-liberal yeniden yapılanma sürecinin ileri evrelerine doğru yol alıyor. En büyükleri de dahil olmak üzere Kamu İktisadi Teşebbüsü adı verilen büyük devlet üretim işletmelerinin satılması işlemi geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Birkaç yıldan bu yana parçalı biçimde yürürlüğe konulan “kamu reformu” düzenlemeleri sonrasında Türkiye artık yeni bir “kamusal modelin” hakimiyeti altında yönetilmektedir.
Bu yeni kamusal model, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de, KİT reformu (KİT’lerin piyasa kurallarına göre çalıştırılması ve satılması), kamu personel reformu (kamu personelinin azaltılması ve esnek çalıştırılması) ve kamu maliyesi reformu (hizmet finansmanı kaynaklarının cepten ödemeye doğru kaydırılması) olmak üzere üç temel ayak üzerinde şekillendi. Başlıca ilkelerini ise kamu yönetimi alanının mali ve fiziksel olarak daraltılması ile hizmet üretiminin özel piyasaya devredilmesi olarak ilan etti. Bugünse Türkiye, özel hizmet üretiminin artık yerel piyasalar yerine uluslararası piyasaların ilgi konusu haline gelmeye başladığı yeni bir evreye doğru ilerliyor.
Başta eğitim ve sağlık sektörleri olmak üzere bütün hizmetler alanını etkisi altına almakta olan bu radikal uluslar arası piyasalaştırma sürecinin ortaya çıkartacağı yeni dinamikler, kısa ve orta vadede bağımlılık ilişkileri, ekonomik doku ve sınıf ilişkileri bakımından biçimlendirici etkilerde bulunacaktır. Ancak bu durumun yarattığı siyasal sonuç ve potansiyellerin Türkiye sol ve emek hareketi tarafından doğru biçimde kavrandığını söylemek de kesinlikle mümkün değildir.
Türkiye solu “kamusal alanda” olup bitenleri, emekçi sınıfların kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelesinin ikincil bir unsuruna indirgeme eğilimindedir. Bazıları sorunu kapitalizm altında işletme mülkiyetinin kime ait olduğu sorununa sıkıştıran bir tartışma ile yetinerek, en azından kendi zihni dünyası açısından önemsizleştirmektedir. Bazıları ise, “parasız kamusal hizmetlerden eşit biçimde yararlanma hakkı” mücadelesini düzen içi bir mücadele olarak görmektedir. Bu bir yanılsamadır. Bu yanılsama eski ve yeni “sosyal demokrasi”ye özgü yanlış düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Kamusal hizmetler alanının basit düzen-içi reformcu mücadelelerle yeniden iyileştirilebileceği beklentisi hala güçlüdür. Bu beklentiden hareketle yeni kamusal modelin içinde “sosyal bir boyut” da aranabilmektedir. Bu arayışlar günümüz sosyal demokrasisini olduğu kadar, mikro-projecilik alanında faaliyet gösteren inisiyatifleri de Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist kurumların dolaysız beslemesi haline getirmektedir. Solda iktidar, yerellik, kimlik, eşitlik ve özgürlük sorunu ile sınıf mücadelesinin kazandığı yeni politik biçimler konusunda hakim olan yaygın ve genel kafa karışıklıkları da, bu gelişmeyi güçlendiren bir etki yaratmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde kamusal alanın dönüşümü solun bağımsız bir ideolojik-politik-pratik etkisi olmaksızın gerçekleşmektedir. Sol, kamusal haklar mücadelesine katılma biçiminin çeşitli dozlardaki liberal-milliyetçi öğelerin oluşturduğu ödünç fikirsel bulamaçlar tarafından şekillendiği bir ortamda, piyasalaştırma karşıtı mücadelenin işaret ettiği devrimci siyasal dönüşüm projesinin uzağına düşmektedir. Ancak “kamusal alan”, sömürge kapitalizminin yıkıcı siyasal çelişkilerinin en fazla billurlaştığı alan olmanın ötesinde, siyasetin ta kendisinin de kurulduğu alan olduğu için, bu durum basit değil, sol siyasetin kendisini tüketen etkiler yaratmaktadır.
Kamusal alan kimin mirası?
Kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi üzerine inşa edilen sürecin sol siyasal eylem ve strateji açısından taşıdığı kritik önemi kavrayabilmek için öncelikle kamusal alana biraz daha yakından bakmak gerekmektedir. Bugün dönüşüme uğramakta olan biçimiyle kamusal alan nedir ve kimin mirasıdır?
“Kamusal alanda vatandaşlık hakları, hem piyasanın gücüne, hem de akrabalık ilişkilerine galebe çalar. Kamusal alan hem paha biçilmez, hem de risk altındaki bir alandır-tarihin, sürekli tehdit altında olan bir hediyesidir. Yalnızca, özel çıkarlardan ayrışmış nitelikteki kamusal çıkar kavramının kök salmış olduğu toplumlarda biçimlenebilir. Aşk, arkadaşlık ya da kişisel ilişkilerin hakim olduğu özel alanın ya da alım ve satımın hakim olduğu piyasa alanının tersine, kamusal alanın değerleri ve pratikleri doğal bir biçimde oluşmaz. Bu değer ve pratikler öğrenilmeli ve hazmedilmelidir.” Neo-liberalizm tarafından biçimlendirilen yeni kamusal model karşısında ürküntüye kapılan muhafazakar bir burjuvanın kaleminden dökülen bu kamusal alan güzellemesinde gerçekten doğru olan tek belirleme, ne yazık ki, kamusal alanın, tarihin hem paha biçilmez; hem de risk altındaki bir hediyesi olduğudur.
Öncelikle kamusal alan, kendiliğinden ilerleyen insan uygarlığının çağdaş bir hediyesi değildir; özel olarak siyasallaşmış sınıflar mücadelesi tarihinin ürünüdür. Gerek aktörleri, gerekse sınırları açısından, siyasal egemenlik mücadeleleri tarafından sürekli olarak yeniden biçimlendirilen bir iktidar ilişkileri alanıdır. Kamunun sınırlarının ne olduğu gibi, kamusal çıkar denildiğinde ne kastedildiği de, sınıflar arasındaki egemenlik mücadelesinden ayrı bir alanda değil, bu alanda ve bu mücadele ta
rafından belirlenir.
Kendisini siyasi alanda ve bir devlet olarak örgütleme iradesine sahip insan toplumu olarak “kamu”, vatandaşların iktidarla siyaset yoluyla kurdukları ilişkinin; kısacası siyasetin alanıdır. İçinde yaşadığı toplumu biçimlendirme hakkına sahip birey olarak “vatandaş”, bu hakkını, siyaset yoluyla müdahale edilebilecek meşru alanın hangi ilişkileri kapsayacağını tarif eden “kamusal alanda” icra eder. Dolayısıyla kamusal alanın yaşadığı her dönüşüm dolaysız bir biçimde hem vatandaşlık tarifinin; hem de içerdiği tüm aktörler, konular ve meşru yöntemlerle hakim siyaset tarifinin dönüşümüdür. Kamu toplumun kendisini devlet ve devletin de kendisini toplum olarak örgütlediği alandır.
Sayısız tarihsel mücadelenin ardından günümüze ulaştığı biçimiyle “kamusal çıkar” kavramı, bugün çağdaş mucidi olan “devrimci” burjuvazi tarafından öne sürüldüğü zamankinden farklı bir içeriği temsil ediyor. Oysa bir zamanlar kamu, yalnızca soya dayanmayan (burjuva) tarzdaki özel mülkiyet sahibi erkeklerin oluşturduğu siyasal topluluğu ve bu topluluğun iktidar aygıtları üzerindeki hak iddiasını tarif ediyordu. Burjuvazi, kendisinden ibaret olan siyasal topluluğu vatandaşlar olarak tanımlarken, yalnızca feodalitenin egemenlik biçimi karşısında kapitalist devletin meşruiyetini türettiği temeli tanımlamakla kalmadı. Aynı zamanda kendi ekonomi-politiğini oluşturan arz ve talep yasalarını, kendi iktidar icra etme biçimini belirleyen temel kaynak olarak, kamunun yasalarına dönüştürdü.
Burjuvazi kendi özel güç ve çıkarlarını “kamu gücü ve kamu çıkarı” haline getirerek, sadece kendi siyasal örgütlenmesi olarak devleti inşa etmiş olmuyordu. Aynı zamanda bütün bir toplumu kendi sınıf egemenliği altında örgütleyeceği bir diktatörlük aracına da kavuşuyordu. Aynı tarihsel süreçte “kamu”ya, etnik-dilsel-coğrafi birlik varsayımına dayalı bir “ulus” giysisinin de giydirilmiş olması, burjuvaziye kendi özel çıkarlarını kamusal-ulusal çıkar düzeyine yükseltirken kullanabileceği yeni bir ideolojik araç olarak milliyetçiliği de kazandırdı. Bu sayede, burjuvazinin sınıf diktatörlüğü aracı olarak burjuva devlet, hem kamu, hem de ulus, yani cumhuriyet adına konuşan bir yetke olarak, derin sınıfsal çelişkilerle bölünmüş olan burjuva toplumunu hem yönetme, hem de bu toplumun tamamını temsil etme gücünü pekiştirecekti.
Ancak genelleşmiş meta üretimine dayalı bir toplumda yükselen burjuva kamusallığı, bu bütünsel temsil iddiasına karşın yapısı gereği hep eksiktir. Bu eksiğini kamuyu ulus olarak tanımlayarak kapatma çabası da kesinlikle beyhudedir. Bu toplumda geçim ve üretim araçları sürekli olarak kapitalist özel mülke dönüşür; emek gücü hem üretmek, hem de tüketmek için piyasaya bağımlı hale gelir. Bu toplumda, mülksüz üreticinin insani ihtiyaçları, ancak sosyal ihtiyaçlar olarak tanındıkları ölçüde karşılanabilir ihtiyaçlardır. Proleterleşme daha önceden aile, cemaat vs. tarafından karşılanan insan ihtiyaçlarının toplumsallaştırılmış biçimlerde giderilmesini tarihsel bir zorunluluk haline getirir; sosyalizm bu tarihsel zorunluluğunun bir siyaset ve yeni bir devlet-toplum düzeyine yükseltilmesidir.
Oysa, aynı toplumda burjuvazi, kendi kişisel lüks ihtiyaçlarını cepten [“sivil toplum” alanında yer alan işletmelerinde ve piyasada gerçekleştirdiği sömürüden]; sınıfsal ihtiyaçlarını ise [devlet üzerindeki hakimiyeti sayesinde] kamu kaynaklarını soyma yoluyla karşılayabilmektedir. Proletaryanın ihtiyaçlarını ise, yalnızca emek gücünün bir mal olarak değerlenmesi ölçüsünde sosyal ihtiyaçlar olarak tanır. “Kamusal alanın yürütme gücüne el koyarak, parasını cebinden ödemediği binlerce jandarma, kolcu ve askeri, kendi çıkarları için seferber etmek için, tıpkı ormandan odun soyar gibi kamusal alanı soyan mülk sahibi sınıflar” (Marks) sıra toplumun büyük çoğunluğuna geldiğinde muazzam yaşamsal ihtiyaçları inkar etmek zorundadırlar.
Kapitalizm, burjuva kamusallığının karakteristik özelliği olan bu yapısal zayıflık nedeniyle, işçi sınıfı mücadelesinin siyasal biçimler kazandığı ilk andan itibaren kamusal alanın sınırlarını zorlayan konular ve aktörler karşısında hep yeni egemenlik stratejileri geliştirmek zorunda kalmıştır. Biyolojik-ırksal-ulusal kimlikleri ve yaşantı alanları açısından vatandaşlık alanına dahil edilmeyen tüm ezilen cins, ırk, ulus ve kesimlerin mücadelesini arkasından sürükleyen temel tarihsel güç olarak proletarya ise, burjuvazi tarafından tanımlanan kamusal alanın sınırlarını hep yeniden zorlar. Ve bu zorlamayı yalnızca üretim ve yeniden üretim içindeki haklarını sınıfsal-siyasal haklar düzeyine yükselterek yapabilir. Üstelik proletaryanın kendisini vatandaşlar alanına sokabilmek için zorla elde ettiği genel oy hakkı başta olmak üzere, çalışma hakkı, çalışma saatleri ve sosyal güvence hakkı gibi her pratik başarısı, yalnızca “birer pratik başarı değil, bir ilkenin zaferi, burjuvazinin ekonomi politiğinin, işçi sınıfının ekonomi politiğine yenik düşmesi” anlamına da gelir. Kısacası kamusal alan ve kamusal çıkar kavramı, günümüzde tekelci ve emperyalist bir karakter kazanan özel kapitalist mülkiyetin egemenliği ilkesi ile toplumsal mülkiyet ilkesi arasındaki sürekli sınıf mücadelesinin dolaysız gerçekleşme alanıdır. Bu sınıf mücadelesinin Paris Komünü’nden reel sosyalizmin yıkılışına dek uzanan tarihsel evrede aldığı özgün tarihsel biçimi en iyi özetleyen şeyse, günümüzde neo-liberal kamu yönetimi modeli tarafından topun ağzına konulmuş olan, başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere, parasız ve evrensel sosyal hizmetler sistemidir. Evrensel, parasız sosyal hizmetler sistemi, toplumsal mülkiyet ilkesinin devrimci gerçekleşme biçiminin (sosyalizmin) sistemin dışında elde ettiği politik gücün basıncı altında ortaya çıkmıştır ve toplumsal mülkiyet ilkesinin reformcu gerçekleşme biçimidir. Kapitalizmin, piyasanın toplumsallık karşısında yenik düştüğü tarihsel bir kırılma anında, düşmanını bünyesine katarak güç kazanma denemesidir. Herşeyi olduğu gibi “toplumsalı” da piyasalaştırabileceğine güvenen kapitalizm, bu sayede emekle sermayenin; arz-talep ile toplumsal mülkiyet ilkesinin yan yana ve bir arada yaşayabilecekleri ideolojisini belirli bir süreliğine egemen kılmayı denemiştir. Ezilen sınıfların bütün bir hayatı değiştirme aracı olarak kamu üzerindeki iddiasını, “sosyal ücret” iddiasına indirgeyerek, bu girişimden belirli bir süre için kar da etmiş ve kamusal kaynakları emperyalist amaçlar uğruna yağmalamayı sürdürmüştür. Ancak varlık amacı metalaştırma olan bir sistem açısından, bu ilke sosyal ücret olarak piyasalaştırmanın bir aracı haline getirilmişken bile, “toplumsallık” ilkesiyle bir arada yaşamak hem çok pahalıdır, hem de tehlikelidir. Kendi yapısal zayıflığını düşmanının gücüyle kapatmayı deneyen kapitalizm, bu düşmanı başka cephelerden zayıflattığı andan itibaren de altında ezildiği yükten kurtulmaya yönelmiştir.
Toplumsal ile piyasa: uzlaşmaz ikili
Kısacası bugün anlaşıldığı ve tasfiye edildiği biçimiyle kamusal sosyal haklar yelpazesi, bütün günahı ve sevabıyla, proleter sınıf mücadelesinin ve sosyalizmin tarihsel bir döneminin günümüze bıraktığı mirastır. Toplumsal mülkiyet ilkesinin reformcu gerçekleşme biçimi, 1945 sonrası dünyasında emperyalist merkezlerde son derece gelişmiş bir sosyal haklar yelpazesini sahiplenen bir “refah devletinin”; bağımlı ülkelerde sömürge kapitalizminin yukardan aşağıya doğru inşası sürecinin bütün kurucu maliyetlerini üstlenen
otoriter bir kamu ekonomisinin örgütlenmesiyle birlikte yaşandı. Bağımlı ülkelerde, sınıf mücadelesinin ve kapitalizmin gelişme biçimindeki farklılıklar nedeniyle, kamu, siyasal bir vatandaşlar toplumu ile özdeşleşmedi. Sınıf içeriği bütünüyle belirsizleştirilmiş olan “ulus” ve bu ulusun kalkındırılması, çağdaşlaştırılması gibi misyonları temsil eden kurumlar ve bağımlı devletin toprak egemenliği ile cisimleşti. Burada kamu, sömürge kapitalizminin içinde giderek kök salmakta olan emperyalist ilişkilerin gizlenebilmesinin de başlıca aracıydı. Otoriter kamu sektörünün içine gömülü sosyal-vatandaşlık hakları; yani toplumsal mülkiyet ilkesinin sömürge kapitalizmine özgü reformcu gerçekleşme biçimi, sömürge kapitalizminin başlıca nispi refah yaratma mekanizması olarak işledi.
Ancak, gerek emperyalist, gerekse bağımlı ülkelerde toplumsal mülkiyet ilkesinin reformcu gerçekleşme biçimi yalnızca belirli tarihsel koşullar altında kaldırılabilir bir durumdur. Öncelikle mülksüz sınıfların ekonomik doku içinde yalnızca bir maliyet unsuru değil, aynı zamanda bir pazar unsuru olarak da anlam ifade etmeleri gerekir. Bu ise emperyalizmin tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrası döneminde olduğu gibi, gerek pazar alanları, gerekse proleterleştirilebilir nüfus kaynakları açısından sınırlandırılmış olduğu ve hem varolan pazarları derinleştirme, hem de varolan işçi sınıfını daha sermaye-yoğun biçimlerde sömürme stratejisini, birincil stratejisi olarak benimsemek zorunda olduğu bir dünya demektir. Ancak böyle bir dünyada burjuvazi, toplumsal mülkiyet ilkesini, arz-talep ilkesine boyun eğdirilmiş bir biçimde de olsa, kapitalist toplumun içinde barındırabilir. Emperyalizm bu kısıtlarından kurtulduğu andan itibaren hakim hale gelen günümüzün neo-liberal kamu modeli ise kapitalist toplumu, toplumsal mülkiyet ilkesinin reformcu biçimlerinden bile temizlemeyi hedefleyen büyük bir karşı devrim stratejisidir. Sermaye sınıfının toplumsal yaşamın her alanını genelleşmiş meta ekonomisine dahil etmek; küresel piyasalarda işlem gören proleterleşmiş emek gücünün yarattığı artı değere her türlü özel kapitalist mülkiyet biçimiyle el koymak; el koyulan artığı her türlü ticaret yoluyla kara dönüştürerek özel birikimi çoğaltmak hedefleri, neo-liberalizm tarafından özel mülkiyet ve ticaret hakları adı altında, toplumsal yaşamı düzenleyecek yegane meşru haklar haline getirilmektedir.
Arz ve talep yasalarının toplumsal yaşam üzerindeki hakimiyeti önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılması, kamusal alan ve kamusal haklarla birlikte, vatandaşlık ve siyaset tanımlarının da emperyalist burjuvazi tarafından yeniden yapılması demektir. Nitekim mülkiyet hakkını, “kıt kaynakları kullanma hakkı” olarak tanımlayan hakim iktisat ideolojisi, “kaynakların kullanımında mülkiyet hakkından yoksun olanların dışlanması” gerektiğini açıkça ilan etmektedir. Dünya Bankası’ndan DTÖ’ye kadar bütün uluslar arası emperyalist kurumların yeni hareket biçimine yön veren bu zihniyet, “mülkiyet ve ticaret hakkının tam olarak sağlanması” noktasında temel yükümlülüğü devlete yükleyerek, yeni kamu tanımına ulaşmaktadır. Arz-talep yasalarının tüm kamuyu ve tüm kamusal hak tanımlarını mutlak biçimde ele geçirmesi olarak özetlenebilecek olan bu yeni model, “yönetişim modeli” adı altında pazarlanmaktadır.
Mülkiyet hakkının, piyasalaştırılmış hizmet üretimi tarafından güvence altına alındığı yönetişim modelinde, devletin kendisi de bir şirkettir. Burjuvazinin, toplumsal işbölümü içinde belirli idari görevleri yerine getirilmekle yükümlü kıldığı bu “kolektif idari şirketin” istihdam ettiği siyaset sınıfı, tıpkı dev tekellerdeki profesyonel yöneticiler kademesinin yaptığı gibi, tüm toplumla sadece piyasa mantığı ile ilişkilenmelidir. Vatandaşın yerini tüketicinin aldığı ve devletin kendisinin de kapitalist şirketin içine taşındığı bu modelde, başbakan vs gibi yürütme gücünün zirvesini temsil eden siyaset erbabı, şirket CEO’ları (yüksek yürütme görevlileri); ve devletin kendisi de kapitalist şirketin satış, pazarlama, reklamcılık, halkla ilişkiler vs. bölümlerinin yanı başına taşınmış olanidari bir bölüm haline gelmektedir. Merkez ofisi, “adem-i merkeziyetçilik” adı altında gerçekleştirilen yetki devirleri ile, tafralarından kurtarılıp gözlerden gizlenmektedir. Kapitalist devleti gerçekte ait olduğu biricik yere, dev çokuluslu şirket gökdelenlerinin idare katına taşıyan bu yeni model, birlikte yönetmek anlamına gelen “yönetişim” kavramıyla gerçekten de kupon kesen rantiyelerin, çokuluslu şirket sermayesinin ve onun devlet yöneticisi kılığındaki idari yöneticilerinin, küresel piyasa içinde kendilerine ait olan bölgeyi birlikte yönetmelerini kastetmektedir.
Güçlü ulusal devlete, küresel piyasanın eklem yeri payesi vererek başlıca görevini uluslar arası rekabet koşullarında sermaye için çekim merkezi oluşturmak biçiminde tanımlayan bu model, Erdoğan’ın “ülkesini pazarlama” isteğinin arkasında yatan esas nedendir. Erdoğan bu sözleri sarf ederken yalnızca küresel piyasaların ve emperyalist uluslar arası kurumların kendisinden beklediklerini dile getirmektedir. DB tarafından, siyasal iktidar araçlarının küresel piyasalar içindeki ulusal faaliyetlerin yönetimi için birlikte kullanımı olarak tanımlanmış olan yönetişim modeli, bağımlı ülke devletinin ülkenin tüm yer altı ve yerüstü kaynaklarını çokuluslu sermayeye pazarlama kapasitesinin güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu kapasite artırımı ise insani, yaşamsal ihtiyaçları sosyal ihtiyaçlar olarak görülmekten ve karşılanmaktan tamamen vazgeçilmiş olan ülke halkının, artık yalnızca sermayeyi içeren toplumsal yaşamın; ve yalnızca sermayenin çıkarlarıyla özdeşleşen kamusal çıkar tanımının top yekun dışına atılmaya ideolojik, politik ve askeri yöntemlerle ikna edilmesiyle mümkündür. Burada devreye giren ikna araçları güçlendirilmiş ve inceltilmiş baskı, şiddet ve zorbalık araçlarından, sonu gelmez bir aptallaştırma ve pasifleştirme etkisi yaratan haberleşme araçlarına büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Kapitalizm güvencesizlik ve dehşet duygusu kadar, tüketimciliği ve metalaştırılmış bilgiye dayalı piyasa kulluğu ideolojisini aynı amaçlar için seferber etmektedir.
Sol ve yeni kamusal haklar siyaseti
Neo-liberal yönetişim modeli, toplumsallık ilkesiyle arz-talep ilkesi arasındaki uzlaşmazlık ilişkisini böylesine sert bir biçimde ilan ederken, aslında yalnızca emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi dile getirmektedir. Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu proleterleştirerek yaşamsal ihtiyaçları ancak toplumsal olarak karşılanabilecek muazzam büyüklükte bir insan kitlesi yaratan emperyalizm, hizmet üretimini uluslar arası piyasalara tabi bir mal haline getirerek kapitalist toplumun bundan böyle yalnızca bir iç-savaş toplumu olarak örgütlenebileceğini ilan etmektedir. Günümüzde kamusal haklar alanının giderek daha açık seçik bir biçimde emek ile sermaye ve halklarla emperyalizm arasındaki çatışmanın ana siyasallaşma kanalı haline gelmesi de, bu durumun genellik kazanmasının bir sonucudur.
Hizmet üretiminin uluslar arası taşeronlaştırılması ve küresel-güvencesiz bir hizmet işgücünün oluşturulması, yalnızca emperyalist sermaye birikimi modelinin mantıksal olarak tamamlanması değil, piyasanın arz-talep kurallarının siyaset üstü kurallar ya da aynı anlama gelmek üzere siyasetin tek kuralı haline getirilmesi ve bildiğimiz anlamda vatandaşlık haklarının son bulmasıdır. Kamunun çokuluslu şirketin idari bölümü, hizmetin çokuluslu şirketin özel malı haline d
önüştüğü bir dünyada, toplumsal kaynakların kullanımını belirleyen mekanizmalar, yerel halk egemenliğinin en silik gölgesinin bile düşmeyeceği bir alana taşınmaktadır. Yeniden bölüşüm modellerini, sosyal devleti ve eski anlamıyla burjuva ulus devletini nesnel anlamda imkansızlaştıran bu gelişme, siyasal demokrasi sorununun güncel somut içeriğini belirleyen ve sömürge ülke halkları açısından dünün toprak sorununun yerini almakta olan bir doğrultuda ilerlemektedir. “Ulusal” giysilerinden soyunmaya zorlanan ve artık ne nispi bir refah dağıtmaya, ne de emperyalist ilişkileri gizlemeye uygun bir “kamusu” kalmayan sömürge kapitalizminin devleti, otoritesini ve meşruiyetini yalnızca küresel piyasalar içindeki konumundan türetmeye zorlanmaktadır. İmkansız diye bir şey varsa o durum, işte tam da bu durum olmalıdır!
Emperyalizmin üzerinde yaşadığı toprakların ürettiği kaynaklar üzerindeki bütün egemenlik haklarından yoksun bıraktığı halklara önerdiği yeni kamusallık, çokuluslu sermayenin uzantısı özel girişimciler, piyasa-dostu güçlü devlet ve mülk sahibi egemen tüketicilerin hakimiyeti altında oluşturulan “sivil toplum-devlet diyaloğu ve yönetişimi” alanına, kendi aralarında hiçbir siyasi bütünlük oluşturamayan yoksul, dilenci ve güçsüz grupları olarak katılmalarıdır. Bu yeni kamusallık önerisinin sosyalizmin başlıca hedefi olan devlet-toplum karşıtlığının iptali hedefini, “birlikte yönetim” laflarıyla ters yüz ederek çağrıştırması ise, ulus devletin zayıflayan yönetim kapasitesini, piyasa-uyumlu yeni korporatist stratejilerle güçlendirmeyi hedeflemektedir. Yönetilenlerin siyasal iktidarla ilişkisini, devletin terör ve dilencileştirme aygıtlarına koşulsuz tabiyete indirgeyen yönetişim modeli, pek sevdiği “güç kazandırma” kavramıyla yalnızca burjuvazinin koşulsuz iktidarını güçlendirmektedir.
Yönetişim modeli altında piyasalaştırmanın ve yönetilebilirliğin konusuna indirgenen emekçi sınıflar açısındansa “kamusal alanın demokratik yeniden inşası” sorunu, günümüzde artık net bir biçimde, özel-uluslar arası bir mal haline getirilmiş olan hizmetler alanının toplumsallaştırılması ve hizmet üretimi için seferber edilecek tüm kaynaklarla birlikte yerel emekçi halk egemenliğine tabi kılınması sorunu haline dönüşmüştür. Demokratik bir kamusal alan, insan ihtiyaçlarının tümünün toplumsal öngörü ve kolektif dayanışma ilkesi etrafında örgütlenmesi ve insan hayatının tüm alanlarının insanın politik eyleminin değiştiriciliğine açık hale getirilmesidir. Kısacası kamusal alanın, sermayenin devletinden ve genelleşmiş meta üretimi uygarlığından özgürleştirilerek yeniden inşası sorunu, emekçi sınıfların “bütün bir devlet hurdasını insanlığın başından savmayı hedefleyen” yeni devletinin inşası sorunudur. Nasıl üretimin sürdürülebilmesi için üretim araçlarının özel mülkiyeti gerekli değilse; toplumsal ihtiyaçların giderilmesi ve toplumsal hayatın sürdürülebilmesi için de özel mülkiyet, piyasa, meta ilişkileri ve emekçi sınıfların tepesindeki bir diktatörlük aracı gerekli değildir. Tersine artık bütün bunların varlığı toplumsal hayatın sürdürülebilmesinin önündeki en gerici engellerdir.
Kamusal alanın demokratik yeniden inşası, yeni bir devletin inşası sorununda düğümlenmektedir. Ne var ki, “sosyal-demokrat ham kafa”, tıpkı Komün sonrasında olduğu gibi, “komünizm sonrasında” da “proletarya diktatörlüğü sözünün söylendiğini duymakla yararlı bir teröre kapılmaktadır”.
Solun günümüzdeki milliyetçi ve liberal savrulmalarının temelinde, kamusal alandaki büyük dönüşümün yarattığı durumdan devrimci bir vazife çıkarmaktan alabildiğine kaçması bulunmaktadır. Kamusal alan tartışmalarının sol tarafından ikinci plana atılmasının da; “kamu”nun boş bıraktığı alanın, “ulus” ya da “küresel toplum” lafazanlıklarıyla doldurulmaya çalışmasının da gerçek ideolojik-politik gerekçesi bu kaçıştır; soldaki yeni kümelenmeler açısından da kritik bir önem taşımaktadır. Sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin tarihsel bir döneminin pratik-politik eleştirisinin ancak yeni bir kamunun inşasını hedefleyen, yeni bir kamusal haklar mücadelesi ile yapılabileceğini görmeyen; proletarya diktatörlüğü sözünü duyunca yenilgi psikolojisi depreşen bir kısım sol, içinde “iktidar, devlet ve diktatörlük” sözleri hiç geçmeyen “karşı-küresel yeni bir sivil-kamusal alanı”, emperyalist iktidara paralel bir yerde örgütleme peşindedir. “Eh peki, baylar [ve bayanlar] bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü idi.”1 Kamunun, kendisini belirli bir toprak alanı üzerinde bir devlet olarak örgütleme iradesine sahip siyasal insan toplumu olduğunu ve bu insan toplumuna “ulus” giysisi giydirmenin yalnızca burjuvazi tarafından kendi yapısal eksiğini yamama gayretiyle gündeme getirildiğini zaten hiç hatırlamayan bir başka solsa, varolmayan bir ulusal burjuvazinin egemenliğinin peşinde koşmaktadır.2 Proletaryanın toplumsal hayatın bütününü demokratik, eşit, yaşadığı toprakların ilerici mirası ile barışık, kolektif bir temelde yeniden örgütlemeyi amaçlayan kamusallığı içinse ulus giysisi gerekmez; çünkü proletaryanın “totaliter kamusal alanı”, toplumsal hayatın tümünü kucakladığı ölçüde hem yurtseverliğin, hem de çokulusluluğun ilerici değerlerini harmanlayan bir egemenlik alanıdır. Bu totaliter kamusal alan, birbirlerine din, dil, ırk bağı ile değil, üzerinde yaşadıkları topraklar üzerindeki hayatın tüm alanlarını yeni baştan inşa eden bir toplumsallığın bağı ile bağlı olan “sosyal bir ulus”a yani halka, ve onun sosyal cumhuriyetine ihtiyaç duyar. Proletaryanın yeni tarihsel hareketi, henüz yeni bir halkçı iktidar; yeni bir Paris Komünü deneyimi yaratmamışken bile, emperyalizmin kamusal alanı soyup soğana çevirmesi karşısında gelişen güncel mücadelesiyle bu gerçeği kanıtlamaktadır. Günümüzde yeni demokratik kamusal alan, yalnızca topraktan, okuldan, hastaneden ve işten yoksun bırakılan güvencesiz, geleceksiz, bir-çok ulustan proleterler yığınının toprağı, eğitimi, sağlığı ve işi doğrudan eylem ile ele geçirdiği anda ve yerde varolmakta ve yığın, o alanda yeniden halka dönüşmektedir. Brezilyalı köylünün işgal ettiği toprak; Arjantinli işsizin kestiği yol; kayıt parasının ödenmediği her okul ve ameliyat parasının ödenmediği her hastane, yani halk egemenliğinin icrası olarak gelişen toprak, iş ve sosyal haklar mücadelesi alanı, emperyalizmin ekonomi-politiği ile proletaryanın ekonomi-politiğinin çarpışma alanıdır. Kapitalizmin iç savaş toplumunu yönetişimci kapitalist devlet hurdasıyla birlikte alaşağı edecek olan yeni siyasal insan toplumu, bu çarpışma alanında oluşacaktır.
kaynak: Devrim Dergisi