Almanya’daki son seçimler, Almanya’nın politik tablosunu ciddi bir biçimde değiştirdi. Bu değişimde Sosyal Demokrat ve Yeşil Partilerin artık birer “liberal parti” haline gelmelerinin rolü büyük. Ama asıl önemli olan Avrupa solunun hemen hemen tümünde yaşanan bu liberalleşmeye karşı Almanya’da yeni bir “sol”un ortaya çıktığının görülmesi. Bu noktadan bakıldığında Avrupa’da Rifundazione ve Sinaspismos gibi yeni sol […]
Almanya’daki son seçimler, Almanya’nın politik tablosunu ciddi bir biçimde değiştirdi. Bu değişimde Sosyal Demokrat ve Yeşil Partilerin artık birer “liberal parti” haline gelmelerinin rolü büyük. Ama asıl önemli olan Avrupa solunun hemen hemen tümünde yaşanan bu liberalleşmeye karşı Almanya’da yeni bir “sol”un ortaya çıktığının görülmesi. Bu noktadan bakıldığında Avrupa’da Rifundazione ve Sinaspismos gibi yeni sol oluşumların, Fransız ve İspanyol SUD’ları ve COBAS gibi yeni sendikal oluşumların da aynı periyodda öne çıkmaları bize bir tesadüf gibi görünmüyor. Avrupa’da yeni bir sol oluşuyor ve bu sol gerçek toplumsal çatışma süreçleri içerisinde ortaya çıkıyor. Ancak Avrupa’da daha önce de “geleneksel sol”un dışında yeni bir sol oluşturma misyonu yüklenen gelişmeler yaşandı.. 68 Hareketi’ne, Eurokomünizm’e ve Yeşiller hareketi’ne bu misyonlar yüklendi. Ancak geleneksel solu aşan ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki güç dengesini işçi sınıfı lehine daha fazla zorlayan yeni bir sol bir türlü ortaya çıkarılamadı. Tarihsel olarak Avrupa işçi sınıfı hareketinin en önemli merkezlerinden olan Almanya’da işçi sınıfı merkezli yeni bir sol siyasallaşmanın gündeme gelişi bu açıdan bakıldığında çok ciddi bir gelişme. Elbette bu gelişme çizgisinin nereye yöneleceği daha da büyük önem taşıyor.
Bu nedenle, Sendika.org olarak, Almanya’daki “işçi politikası”nı sürekli bir izleme konusu haline getirme niyetindeyiz. Alman Sol partisine ilişkin olarak hem bizim hem de okuyucularımızın merak ettiği konular hakkında, Alman Sol partisi içerisinden alacağımız bilgiler elbette daha önemli olacak.
Bunun için Sol Parti’den sayın Engin Erkiner’den sorularımızı yanıtlamasını istedik. Sağolsun, bu isteğimizi olumlu karşıladı ve oldukça detaylı yanıtlarla hem olguyu gerçeğe daha uygun verilerle tanımamızı hem de konuyu daha doğru bir tartışma düzlemi içinden kavramamızı sağlayan yanıtlar verdi.
Aşağıda sendika.org’nin sorularını ve Engin Erkiner’in yanıtlarını bulacaksınız.
Sendika.org – Sol Parti, Almanya’nın politik yaşamına sarsıcı bir biçimde girdi. Bu bizde, Almanya’da ciddi bir politik hegemonya krizinin de ufukta göründüğü izlenimini yaratıyor. Sol Parti, bu krize işçi sınıfı adına bir müdahale olabilecek mi? Olanaklar ve kısıtlılıklar neler?
Engin Erkiner – Bu soruya yanıt vermeden önce giriş anlamında bir belirleme yapmak istiyorum: Sorularınızda ve bunların üzerinde yer alan giriş metninde bazı saptamalar özellikle dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Avrupa’da yeni bir sol hareketin doğuşunu belirtmeniz ve bununla ilgili bazı parti ve sendika isimlerini vermenizdir. Belirlemeniz genel olarak doğrudur ve bilebildiğim kadarıyla Türkiye’de bir çok kişi ve grubun ısrarla görmek istemediği bir olgudur.
İkinci dikkatimi çeken olgu, “yeni”nin ne olduğunun açık olmamasıdır. “Yeni” solda yeni olan nedir? Giriş yazınızda ve sorularınızda bunun yanıtı yok, dahası, yanlış bir de belirleme var. Almanya’da ve öteki Avrupa ülkelerinde, sizin ifadenizle, “işçi sınıfı merkezli yeni bir sol siyasallaşmanın gündeme gelişi” söz konusu değildir. Konuya, daha iyi bildiğim için Almanya’daki Sol Parti ile sınırlı kalarak yaklaşırsam: Sol Parti kendisini işçi sınıfının içindeki temel gücü oluşturduğu bir parti olarak görmemekte ve kendisini marksist olarak tanımlamamaktadır. Benzer bir özelliği daha değişik biçimde Italya’daki Rifondazione’de de görmek mümkündür. Sol Parti, defalarca ifade ettiği gibi, kapitalizme, sermayenin egemenliğine karşı bir partidir. Avrupa ülkelerinde yükselen yeni solun bence en önemli iki özelliği budur: İşçi sınıfıyla ülkelere göre değişen oranda ve yer yer güçlü denilebilecek bağları bulunmakla birlikte, kendilerini bu sınıfı temel alan, esas olarak bu sınıfa dayanan bir parti olarak değerlendirmiyorlar. İçlerinde marksistler de var, ama kendilerini marksist bir parti olarak tanımlamıyorlar.
Yeni solun temel esprisi: Kapitalizme karşı olmak için işçi sınıfını temel almanın ve marksist olmanın gerekli olmadığıdır.
Buradan hareketle ilk sorunuzun cevabını şöyle verebilirim: Sol Parti’nin Almanya’da uzayan hükümet kurma çalışmalarında da görülen burjuvazinin politik hegemonya zayıflığında politik ortama işçi sınıfı adına müdahale etmesi söz konusu değildir. Sol Parti kendisini genel olarak emeğin partisi olarak görmektedir.
Almanya’da kendisini işçi sınıfının hatta ağır sanayi işçi sınıfının partisi olarak gören partiler (DKP, MLPD, KPD) var. Sol Parti bu tanıma girmiyor.
Sol Parti bu görüşlere yaşanmış sosyalizmin tarihini ve 1990’lı yıllarda sonuçları belirgin olarak ortaya çıkan üçüncü bilimsel-teknolojik devrimin sonuçlarını değerlendirerek vardı. Her iki konuda da Sol Parti’nin belirgin avantajları vardı. Bunlardan bir tanesi partinin kadrolarının önemli bir bölümünün DAC’deki (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) iktidar partisi olan SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) kökenli olmasıdır. DAC, sosyalist ülkeler arasında üretici güçlerin en fazla geliştiği ve yeni bilimsel-teknolojik devrim konusunda fazlasıyla araştırma ve yayın yapılmış olan bir ülkedir.
Sol Parti’nin yakın gelecekteki konumuna gelince: CDU’CSU-SPD koalisyon hükümetinin kuruluşu sancılı ilerliyor ve bu yazı yazıldığında yeni hükümet henüz kurulmamıştı, ama izlenecek yeni olmayan politika temel hatlarıyla belirgin: Özelleştirme, sosyal hakların daha da kısıtlanması ve genel olarak emekçiler aleyhine uygulamaların artırılması. Sol Parti buna karşı hem Federal Meclis’te hem de Meclis dışında tavır koyacaktır. Partinin özellikle belirlediği olgu şudur: Meclis’te muhalefet önemlidir, ama yetmez. Bu muhalefet Meclis dışındaki toplumsal hareketlerle (en önemlileri ATTAC ve barış hareketidir) birlikte yürütülmelidir. Sol Parti’nin yürüteceği muhalefetin başarısı özellikle parlamento dışı muhalefetle kurabildiği ilişkiye bağlıdır. Bu alandaki ciddi rakibimiz halen SPD ve Yeşiller’dir. Almanya’da 1945 yılından bu yana sol alan büyük oranda bu iki parti tarafından parsellenmişti. SPD dünyanın en eski ve en büyük sosyal demokrat partisi iken, Yeşiller de dünyanın en eski ve en büyük çevreci partisidir. Bunların güçleri gerilemiş olmakla birlikte halen sürmektedir ve Sol Parti’nin yükselişine karşı önlem almaya çalışıyorlar. SPD’nin bir kesiminin yıllardır hükümette olduğu dönemde gerçekleştirmediği servet vergisinin yeniden uygulanmasını istemesi bu önlemlerden bir tanesidir. İsmet İnönü’nün 1960’lı yılların ikinci yarısında yaptığı gibi solculaşarak solun önünü kesmeye çalışmak, Almanya’nın değişik koşullarında benzer bir içerikte uygulanmaya çalışılıyor.
Sol Parti’nin politik ortama müdahale edebilmesi öncelikle SPD ve Yeşiller’in sosyal hareketlerdeki gücünün daha da geriletilebilmesine bağlıdır.
Sendika.org – Sol Parti, samimiyetinden kuşku duyulmayacak sosyalist aydınlar tarafından, ırkçı akımlardan çok güçlü bir biçimde etkilenen bir sosyal tabana dayandığı ve Oscar Lafontain gibi bu tabanın eğilimlerine yanıt vermeye eğilimli bir “politikacı”nın basıncı altında olduğu için eleştiriliyor. Sol Parti bu ikili basıncın ötesine geçecek, aşacak bir “işçi alternatifi”ni temsil ediyor mu; edebilecek mi?
Engin Erkiner – Bu sorunuzdaki saptamayı eleştirerek sorunuzu yanıtlamaya çalışacağım. Sol Parti’nin (eski adıyla PDS’in) eski DAC sınırları içinde kalan ve yüzde 20’nin üzerinde oy alarak üçüncü güçlü parti olduğu bölged
eki tabanının ırkçı eğilimlerden etkilendiği biliniyor. Bu alan, neo nazi gruplarının özellikle iyi oy aldıkları ve bu nedenle de çalışmalarını ülkenin batı kesiminden buraya kaydırdıkları bir alandır.
Eski adıyla PDS olan bu parti tabanındaki ırkçı eğilimlere karşı mücadele için sorunu açıkça belirtmesinin ötesinde çok sayıda seminer ve ırkçılığa karşı gösteri düzenledi, ama sorunun aşılmasının zaman alacağını hepimiz biliyoruz.
Almanya’nın doğu kesiminde bütün partilerin tabanı ırkçı ve yabancı düşmanı düşüncelerden fazlasıyla etkileniyor. Bu, bu alanda genel bir sorundur ve Sol Parti’ye özgü değildir.
Buradaki asıl soru şudur: 44 yıl sosyalist bir toplumda yaşamış, önemli bir bölümü bu toplumda doğmuş, büyümüş olan bir halk ırkçılıktan nasıl bu kadar kolay etkilenebilir? Soruya, “ekonomik koşullar kötüleşti” bağlamında cevap vermek hiçbir açıklama getirmez.
Benzer bir gelişme ilk kez yaşanmıyor. 1933 yılında Naziler, o dönemde SBKP’den sonra ikinci güçlü parti olan Almanya Komünist Partisi’ni yenerek iktidara geldiler. Marksistler faşizmi anlamakta ciddi olarak zorlandılar ve durumu kurtarmak için 3. Enternasyonal’in sözde açıklayıcı bir faşizm tanımına yöneldiler. Faşizmin ekonomik temeliyle tekelci kapitalizmin siyasi gericilik düzeninin ekonomik temeli arasında önemli bir fark yoktur, ama üstyapı bariz biçimde farklıdır. Marksist toplumsal analiz anlayışının bunu anlayabilmesi mümkün değildir. Aynı durum, yıllarca sosyalizm koşullarında yaşamış halkın ırkçılıktan kolayca etkilenebilmesinin açıklanmasında da kendisini gösteriyor. Yeri burası olmadığı için konunun ayrıntılarına girmeyeceğim, sadece ülkenin batı bölgesinde de sanayi işçilerinin yoğun olduğu bölgelerde nazi partilerinin ülke ortalamasının üzerinde oy aldıklarını belirtmekle yetineceğim. Benzer bir örnek Fransa’da da var. Ulusal Cephe (Front National) işçilerden iyi oy alıyor.
Oscar Lafontain’in ırkçılıktan etkilenen tabana hitap ettiği düşüncesine katılmıyorum. Kendisi “yabancı işçiler”e karşı çıkarken, özellikle Polonya’dan gelen ve Almanya’da asgari ücretin çok altında ücretle çalışan işçilerden söz etmişti. Bu işçiler, Almanya’da yabancı kökenlilerin de içinde bulunduğu işçi sınıfının mücadelesine karşı olarak kullanılıyorlar. Lafontain Almanya’daki işçileri ve emekçileri milliyet kökenine göre bir ayrıma tabi tutmadı. Kastettiği, sendikaların da karşı çıktığı, Avrupa Birliği’nin öteki ülkelerinden getirilen ve işveren tarafından genellikle kayıt dışı ekonomi alanında çok düşük ücretle istihdam edilen işçilerdir.
Almanya’da sendikalar asgari ücretin ekonominin bütün alanlarındaki işçiler ve emekçiler için geçerli olması gerektiğini yıllardır savunuyorlar. Sermayenin buna karşı yaptığı ise, dışardan ucuz emek gücü ithali ve bunların gizlice, bazen büyük işletmelerde bile çalıştırılmasıdır.
Lafontain’in “yabancı işçiler” sözünün geçtiği konuşmasında özellikle vurguladığı bu durumdur.
Sendika.org – Sol Parti son seçimlerle birlikte sahnenin ön tarafında parladı ama, Türkiye’den izlediğimiz kadarıyla, bu çıkışta, yeni bir toplumsal hareket dalgasının, Opel greviyle görünür hale gelen sendikal kaynaşmanın ve pazartesi gösterilerinin rolü büyüktü. Yükselişin bu yönü Yeşiller partisinin kuruluşuna ön gelen Barış ve Ekoloji hareketleriyle karşılaştırılabilir mi; benzerlikler ve farklılıklar neler? Sol Partinin bundan sonraki gelişimiyle, yeni bir toplumsal hareketler dalgasının gelişim arasında nasıl bir ilişki kurulacak?
Engin Erkiner – Opel grevlerinin abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Opel fabrikalarında yoğun bir işçi çıkarma var ve sendika anlaşmanın dışında bir yol bulamıyor. Opel grevinde işçilerin şiddetli tepki göstermesinin nedeni, çok sayıda işçinin işten çıkarılmasının hiçbir sosyal plan yapılmadan gündeme getirilmesiydi. Sosyal plan işsiz kalanların yoksulluğa gidişini biraz yavaşlatıyor, hepsi bu kadar. Bu arada Mercedes ve Ford da çok sayıda işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Sendikalardan önemli bir karşılık gelmedi.
Almanya’daki birlik sendikaları (DGB) halen büyük oranda SPD’nin etkisi altındadır. Metal İşçileri Sendikası’nın sadece bir bölümü Sol Parti’ye katıldı, Genel Hizmetler kolundaki sendikanın bir bölümü de Sol Parti’ye yakın. Bunlar büyük sendikalar ve SPD ile Sol parti arasında bölünmeleri önemli olmakla birlikte, sendikalar halen SPD etkisi altındadır ve mevcut durumda çok sayıda işçinin işten çıkarılmasına karşı etkili bir eylem yapabilmeleri ihtimal dahilinde görülmemektedir.
Pazartesi gösterileri artık birkaç cılız örnek dışında neredeyse yapılmıyor. DGB, başladıktan bir süre sonra bu gösterilere karşı çıktı ve desteğini geri çekti. Yine de bu gösteriler Almanya’da sol muhalefetin yükselmesinde etkili oldular.
Geçmişle aradaki farklılığın bir yönü de buradan geliyor: 1980’li yılların barış hareketi ve çevreci hareket belirli bir süreklilik göstermişti; ne Opel grevi ne de Pazartesi gösterileri bu sürekliliği gösteremedi. Geçmişte barış hareketi içinde en önemli güç SPD idi ve sürekliliği de büyük oranda o sağlamıştı. Şimdi ise denetimi dışına çıkabilecek grevlere ve gösterilere karşı tavır alıyor, önlerini kesmeye çalışıyor. Başarısız değil çünkü önlerini kesebiliyor, ama eskisi kadar başarılı da değil zira bu eylemlerin toplumda büyük yankı bulmasını engelleyemiyor.
Sendika.org – Sol Partinin programının Almanya için bir “yeni-Keynesci” devreyi öngördüğü sıklıkla dile getiriliyor. Sizce bu teşhis doğru mu, eğer doğruysa gerçekçi mi? Almanya’nın “refah devleti”ne yeniden gereksinim duyacağı bir dönem ufukta görünüyor mu?
Engin Erkiner – Sol Parti’nin Almanya için yeni-Keynesçiliği savunduğu iddiası doğru değildir. Sol parti programıyla Keynesçiliğin benzer yanları vardır. Bunların başında devletin ekonomiye yoğun olarak müdahale etmesi ve özellikle devlet yatırımlarıyla yeni işyerlerinin açılması gelmektedir. Sol Parti bunu sadece Almanya değil şimdiki Avrupa Birliği çapında savunmaktadır. “Herkes için asgari gelir” bu anlayışı ifade ediyor. Aynı anlayışı ATTAC da savunuyor.
Almanya’da işyerleri artan oranda diğer AB ülkelerine gidiyorlar. Sol Parti, işyerlerinin Almanya’da kalması talebini, “burada işyeri olsun, diğer ülkelerdekiler ne yaparlarsa yapsınlar” anlayışına yol açacağı için yanlış buluyor ve bu nedenle AB içindeki bütün ülkelerde asgari gelirin güvence altına alınmasını istiyor.
Refah devleti kapitalizmin fordist aşamasının ürünüdür ve bu dönemde kapitalizm açısından yeniden hayata geçmesinin koşulları yoktur. Parasız eğitim, herkese asgari gelir gibi taleplerin gerçekleşmesi sermayenin kazancında önemli bir kısıtlama olmaksızın artık mümkün değildir. Geçmişte ise böyle bir kısıtlamaya gerek yoktu.
Keynesçilik kapitalizmin belirli bir aşamasının ürünüdür. Farklı koşullarda Keynesçiliğin zamanında yaptıklarına benzer talepleri savunacak olsanız bile, sermaye ve emek açısından benzeri bir durum söz konusu değildir. Keynesçilik kapitalizme karşı değildi ve ilkelerinin uygulanması sermayeyi rahatsız etmiyordu, tersine sermayenin gelişme yolunu açıyordu. Şimdi aynı durum söz konusu değildir.
Neo-liberal anlayışın egemenliği koşullarında, Gysi’nin sözleriyle “ekonominin değil, politikanın belirleyici olduğu bir toplamsal düzenden yana olmak” hiç de sermaye düzeniyle uzlaşan bir yaklaşım
değildir.
Sendika.org – Bizim için en dikkat çekici yönlerden biri de, Partinin dinamizminde Batı’da ve Doğu’da işsizlerin ve güvecesiz işçilerin önemli bir rolünün bulunması. Irkçılık, dilencileştirme gibi politikalara bu kitlelerin örgütsüz kesimleri öteden beri gözle görülür bir eğilim gösteriyorlar. Neo-Faşist ve muhafazakar partilerin bu kitle içerisinden sağladığı destek de çoğunlukla buna bağlanıyor. Bu kitle Sol Parti içinde örgütlendiğinde politik davranış eğilimlerinde ne gibi değişimler meydana geliyor? Örneğin Sol Parti anti-fa geleneğiyle kaynaşabiliyor mu?
Engin Erkiner – Neo faşist ve muhafazakar partiler sadece işsizler ve güvencesiz işçilerden değil, sendikalı işçilerden de önemli destek alıyorlar. Almanya’da son seçimlerde DGB üyesi işçiler en fazla SPD’yi sonra CDU’yu daha sonra Sol Parti’yi seçtiler. Yapılan bir başka araştırma, DGB üyesi işçiler arasında ırkçı eğilimlerin hayli yüksek olduğunu gösterdi. Basit açıklamalarla geçiştirilemeyecek zor bir durum karşısındayız. Hele de Doğu Almanya’da ırkçı propagandadan etkilenme bütün partilerin tabanı açısından ortak özelliktir.
Buna karşı iki tür mücadele yapılıyor:
İlki, Sol Parti’nin özellikle güçlü olduğu doğu eyaletlerinde anti faşist örgütlenme ve mücadelenin aktif kitlesi neredeyse tümüyle bu partinin üye ve yandaşlarından oluşuyor. Buradaki ciddi sorunlardan bir tanesi, Hitler faşizmine karşı mücadele etmiş eski kadroların Almanya’daki yeni faşist akımdan bir şey anlamamalarıdır.
İkincisi, Sol Parti’nin PDS zamanından beri taşıdığı farklı sosyalizm anlayışıdır. Sosyalizm bir değerler sistemi olarak tanımlanmaktadır. Eskiden yapıldığı gibi ekonomik sorunu bütün değerlerin son tahlilde bile olsa kendisine bağlı olduğu bir sorun olarak ele alırsanız, sol kitlenin ırkçılıktan bu kadar kolay etkilenmesine şaşırmamak gerekir. “5 milyon işsiz, 5 milyon yabancı var. Atın yabancıları, işsizlik bitsin!” nazilerin sloganıdır. Ekonomik olarak da yanlış bir slogandır ve sosyalizmi esas olarak ekonomik temelde düşünmeye alışmış insanlar için inandırıcı olmadığı söylenemez. Cins eşitliği, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşıtlığı, savaş karşıtlığını değerler sisteminin önemli parçaları haline getirmemiş bir sosyalizm anlayışının ırkçılığa kapıyı açık bırakmasını anlamak zor değildir. Böyle bir anlayışın kapitalist ekonomiyle uyuşmayan bir ekonomik temeli de vardır.
Sendika.org – Partiniz şu an Almanya siyasi hayatının dördüncü büyük gücü. Bu gücün “büyütülmesi”ne ve iktidar gücüne dönüştürülmesine ilişkin perspektifiniz nedir? Partinin açık bir bakış açısı var mı?
Engin Erkiner –Önceden de belirttiğim gibi, Sol Parti’nin başarısı büyük oranda toplumsal hareketlerle geliştireceği yakın ilişkiye, sendikalarda SPD’nin gücünü kırabilmesine, Yeşiller’in kitlesine seslenebilmesindeki becerisine bağlıdır. Sol parti içinde oldukça zayıf olduğu göçmen kitlesiyle de bağlarını geliştirebilmenin yollarını bulmak zorundadır. Bunları yapabildiği oranda büyük bir toplumsal güç haline gelecektir.
Son olarak önemli bir başka konuya değinmek istiyorum. Sol Parti, PDS ile WASG’nin (Sosyal Adalet Seçim İnisiyatifi) bileşiminden oluşuyor. Aynı parlamento grubu içindeler ama henüz ayrı partiler durumundalar. Partilerin ortak bir program temelinde birleşmesi için 2007 yılının ortası öngörülüyor. Bu arada yapılacak çeşitli eyalet parlamentosu ve eyalet yerel seçimlerine ortak listelerle katılım için de büyük çaba harcanıyor.