Büyük satış. Devletin elindeki stratejik öneme sahip sanayi kuruluşları, toplumsal muhalefetin SEKA direnişinde vücut bulan son umudunun da kırılmasıyla birlikte büyük bir hızla özelleştirildi. Seydişehir Alüminyum, Telekom, Tüpraş, Erdemir ve limanlar satıldı. KİT’lerin özelleştirilmesi süreci, birkaç hukuki rötuş dışında hemen hemen tamamlandı. Bu süreçte hemen her özelleştirme kendi içinde toplumsallaşma/politikleşme eğilimleri barındıran etkili direnişlere de […]
Büyük satış. Devletin elindeki stratejik öneme sahip sanayi kuruluşları, toplumsal muhalefetin SEKA direnişinde vücut bulan son umudunun da kırılmasıyla birlikte büyük bir hızla özelleştirildi. Seydişehir Alüminyum, Telekom, Tüpraş, Erdemir ve limanlar satıldı. KİT’lerin özelleştirilmesi süreci, birkaç hukuki rötuş dışında hemen hemen tamamlandı.
Bu süreçte hemen her özelleştirme kendi içinde toplumsallaşma/politikleşme eğilimleri barındıran etkili direnişlere de sahne oldu. SEKA yenilgisinin üzerinden 2 ay geçmeden Seydişehir’de bir kent, fabrikası için direndi. Erdemir’in özelleştirilmesine karşı yetmiş bin nüfuslu kentte on binler yürüdü, ki Doğan Medya’nın mühim kalemlerinden Murat Yetkin kendisini, “Erdemir’de Yanlıştan Dönülmeli” diyerek bir yerleri dikkatli olmaya çağırmak zorunda hissetti.
TÜPRAŞ’ın duvarlarını pek aşamasa ve bu haliyle yenilginin kaçınılmaz olduğunu bilse de Petrol-İş yıllardır onuruyla direnmekteydi.
Ne var ki, emekçilerin bağımsız çıkarlarını temsil eden ve özelleştirmeleri durdurma iradesi gösteren bir muhalefet hattının oluşturulamadığı, hatta konfederasyonlar tarafından tam tersi bir çabanın gösterildiği bu sürecin saflaşması da “stratejik sektörleri yerliye mi yabancıya mı, ucuza mı pahalıya mı vereceğiz” tartışmalarına kilitlendi. Petrol-İş gibi istisnalar dışında sendikalar da bu saflaşmaya dahil oldular. CHP’den Türk-İş’e, TOBB’dan OYAK’a, Cumhuriyet gazetesinden ulusalcı yelpazenin diğer pek çok bileşenine kadar geniş bir cephe “Özelleştirmeye karşı değiliz ama ulusal çıkarlarımız gereği enerji, iletişim, çelik gibi stratejik sektörleri yabancılara kaptırmamalıyız” fikrinden hareketle bir “muhalefet” örgütlediler. TOBB Erdemir ihalesi için 34 şirketi bir araya getirerek Ereğli Ortak Girişim Grubu’nu oluşturdu. TÜPRAŞ ve Erdemir ihalelerinde OYAK’ın kazanmasının ulusal çıkarlar açısından ne kadar önemli olduğu söylendi. TÜPRAŞ’ı Koç, Erdemir’i de OYAK alınca ulusalcıları bir bayram havası sardı. Hatta ihale saatine eylem koyan Türk Metal İş, OYAK’ın kazandığı belli olunca pankartları katlayıp işçileri evlerine yolladı.
Ama AKP hükümeti o vakte kadar “gavurlar”la öyle dolaplar çevirmişti ki kokusu çok geçmeden ortalığı sardı. AKP’nin kimi yabancı sermaye gruplarıyla sıkı mesaileri olmuş, bazı ihaleler duyurulmadan ve oldukça cazip şartlarla açılmıştı. Erdoğan, Telekom ihalesini kazanan Lübnanlı Saudi Oger şirketinin sahibi, Hariri’nin varisi Mahdum Hariri ile ihaleden önce baş başa sohbet etmişti. İtalyan TIM, AVEA’nın ‘yönetim, ortaklık, hisse’ meselesi çözülmezse ‘ihaleye girmeyeceğini’, ‘Türkiye’den çekileceğini, Uluslararası tahkime gidileceğini’ ilan etmiş, sonrasında Saudi Oger’le aynı konsorsiyumda küçük bir payla yer alarak Avea’nın yönetiminde çoğunluğu ele geçirmişti. TÜPRAŞ’ın % 14.76’lık hissesi 3 Mart’ta gizlice İsrailli İşadamı Sami Ofer’e satılmış ve Ofer bu satıştan 6 ay sonra havadan 800 milyon dolar kazanmıştı. Ofer’in 16 Eylül’de kazandığı Galataport ihalesi Rahmi Koç’un dudağını uçuklattı; ihale koşullarından o bile haberdar edilmemişti. Hükümetin övündüğü 3,5 milyar dolarlık satışta ilk 10 yıl için istenen ödeme sadece % 1’di ve ihale 49 yıllığına verilmişti. Hatta sözleşmeye konulan dolaylı bir maddeyle bu süre 100 yıl daha uzatılabiliyordu. Sonra, Erdoğan ve Unakıtan’ın son 2 yıldır otel odalarında, tatillerde, resmi ziyaretlerde, uluslararası zirvelerde Sami Ofer’le gizli gizli görüştüğü açığa çıktı.
Hükümetin özelleştirmelerdeki bu yabancı aşkına dönük eleştiriler karşısında Erdoğan sonunda dayanamadı ve gayet net bir yanıt verdi. Erdoğan’a göre bu eleştirileri yapanlar “sermaye ırkçıları”ydı; oysa sermayenin yerlisi yabancısı olmazdı; elbette yabancı sermayedarlarla görüşecekti. Çünkü kendisi ülkeyi “adeta pazarlamakla mükellefti.”
Emekçilerin çimen niyetine ezildiği bu fil tepişmesinde ulusalcıların eleştirileri de Erdoğan’ın çıkışı da boşuna değil. Hatta haklılar. Ulusalcı cephenin ya da nam-ı diğer “sermaye ırkçılarının” söz ettiği gibi ‘Erdoğan hükümetinin yabancılara karşı özel bir ilgisi’ var. Ama Erdoğan da haklı; özelleştirdikten sonra ‘sermayenin yerlisi yabancısı olur mu’, ‘yapılan iş ülkenin pazarlanması’ değil mi?
AKP’nin yabancı aşkı.
Telekom’un Lübnan kökenli Saudi Oger’e, Avea’nın İtalyan TIM’e, TÜPRAŞ’ın % 14.76 hissesinin, Ege denizinin, Kuşadası limanının ve Galataport’un İsrailli Sami Ofer’e peşkeş çekilmesi; Dubai Holding’e İstanbul’un orta yerinde gökdelen dikme olanağı sağlanması ve tüm bu sermaye gruplarının temsilcileri ile yapılan gizli görüşmeler, Koç’a bile dudak ısırtan ve kimseciklere duyurulmayan ihale şartnameleri, bu özelleştirmelerin basit ekonomik gerekçelerle açıklanamayacağını ortaya koyuyor. Kaldı ki, 3,5 milyar dolarlık Galataport özelleştirmesi için önümüzdeki 10 yılda sadece 35 milyon dolar “gelir” elde edilebilecek. TÜPRAŞ’ın Ofer’e verilen hisseleri kamuya 6 ayda 800 milyon dolar zarar ettirdi. Telekom 3 yıllık kar’ı kadar bir fiyata satıldı; o da 5 yılda ödenmek üzere.
Bu ihalelerde pek bir şey kazanılmış görünmüyor. Öyleyse Baykal’ın sorusuna cevap aramak lazım. Sayın pazarlamacı “Erdoğan’ın bu satışlardan aldığı komisyon” nedir?
Erdoğan’ın aldığı komisyon aslen mali değil siyasidir (Erdoğan haram para yemez anlamında demiyoruz, elbette bal tutan parmağını yalamıştır). Geleneksel egemen güçler karşısında iktidarını emperyalist stratejilere en iyi şekilde hizmet edebildiği ölçüde koruyabilen, yani varlığını “yabancılara” borçlu olan AKP hükümeti iktidarını sürdürebilmek adına ne gerekiyorsa onu yapmıştır. Şaibeli ihalelerde, Ofer’e bir iki liman ve Tüpraş’tan yağlı bir hisse verilerek İsrail’le dostluk pekişmiş; Telekom ihalesi telekomünikasyon sektöründe deneyimli olmayan, ama ABD güdümündeki Lübnanlı Saudi Oger’e ve İtalyan TIM’e verilince ABD ve İtalya’yla ittifak güçlenmiştir. İskenderun ve Mersin limanlarının ABD’nin Irak işgalindeki taşeronu, AKP beslemesi AKFEN’e verilmesi de boşuna değildir.
Sermayenin “yerlisi”.
Yabancı sermayeye karşı “ulusal çıkarlarımızı” savunmak üzere, “yerli sermayemizi” seferber eden “sermaye ırkçıları”, Erdemir’de ve kısmen de Tüpraş’ta “başarılı” oldular. İşte sadece iç ve dış düşmanlara karşı ülke sathında ve hattında değil, stratejik sektörlerde de ulusal çıkarlarımızı savunan ordunun Erdemir fatihi OYAK ve ulusal sermaye devimiz Koç:
OYAK: Ülkesine ve ulusuna karşı, 1961’den 2001’e kadar bilanço bile açıklamayacak kadar sorumluluk hissiyle dolu… Kendi mal ve gelirlerini OYAK kanunu madde 35 ile “devlet malı” mertebesinde yasal korumaya aldırıp, madde 37 ile “kurumlar vergisi, veraset ve intikal vergisi, gelir vergisi, damga resmi ve gider vergisinden muaf” tutacak kadar ülkesini seven… Halkın yarı yarıya yoksullaştığı, ülke ekonomisinin çöktüğü 2001 krizinde % 300 kar edecek kadar ulusun kaderine ortak olan… Patronları, halkın karşısında “Ermeni soykırımı” sözünün telaffuz edilmesine esip gürlerken Fransız ortağı AXA Sigorta’nın Ermenilere soykırım tazminatı ödemesine ses çıkaramayacak kadar milliyetçi, ilkeli ve tutarlı… Avrupa’da Renault firmasının bütün hamallığını, pardon, dağıtım işlerini yapacak kadar büyük düşünen… Erdemir ihalesini kazanmasının üstünden bir hafta geçmeden, yabancı ortak bulma telaşına düşecek kadar muzaffer ve güçlü…
Pek de ulusal ç
ıkar düşkünü olmadığı anlaşılan OYAK’ın Erdemir ihalesini kazanmasının hiç mi bir anlamı yok? Türkiye ucuz işgücü olanaklarıyla Avrupalı otomotiv şirketlerinin yeni üretim üssüne dönüşürken, 40 yıldır Renault için otomobil üreten ve ürünlerin uluslararası ticaretteki hamaliyesini üstlenen OYAK, ağırlıkla otomotiv sektörü için yassı çelik üreten Erdemir’i alarak hangi stratejiyle hareket etmiş olabilir ki? Hem de OYAK-Renault bugüne kadarki çelik ihtiyacını Erdemir yerine, Fransız çelik devi Arcelor’dan karşılamışken, sektördeki % 20 kapasite fazlası yeni işletme değil, yeni pazar ihtiyacı doğururken ve OYAK’ın ihale sonrası ortaklık için görüştüğü firmalar arasında ihaledeki dişli rakiplerinden Arcelor ve Mittal da varken… OYAK, kapasite fazlası yüzünden yeni tesise değil, yeni pazarlara ihtiyacı olan Arcelor ve Mittal’e Erdemir’in üretiminin kısılmasıyla ya da tümden kapanmasıyla açığa çıkacak pazar payından başka ne öneriyor olabilir ki? Bir başka seçenek de Erdemir’in otomotiv sektörünün yan sanayine indirgenmiş bir ucuz ara ürün üreticisi olarak işlevlendirilmesidir ki, bu da metal sektöründe gittikçe şiddetlenen emek sömürüsünün en beter örneklerinden birinin Erdemir’de hayata geçmesi anlamına gelecektir.
Yeni işverenine sonsuz güven duyan ve MESS’le ittifak içindeki Türk Metal-İş kendini buna çoktan hazırlamıştır. Sonuç olarak OYAK’ın Erdemir’i almasında otomotiv sektöründe iyi bir taşeron olarak elini güçlendirme kaygısından başka bir şey görünmemektedir.
Bir de dünyanın en zenginleri listesinde 103. sırada yer alan, fakir ülkemizin köklü zengini Koç’un TÜPRAŞ zaferini irdeleyelim. Şimdilik % 90 hisseyle büyük ortağı Koç olan Koç-Shell konsorsiyumu yıllık cirosu 12 milyar dolar olan TÜPRAŞ’ın % 51 hissesini 4 milyar 140 milyon dolara satın aldı. Yani ülkenin 41 günlük borç faizi karşılığında. Ama bu satışla 41 günlük borç faizinden kurtulacağımız beklentisi bile çok iyimser; çünkü dünyanın 103. en zengini Koç da ihalenin hemen sonrasında yurt dışından kaynak bulma, yani ülkenin, başını alıp giden ve Arjantin krizi öncesindeki gibi tehlikeli boyutlara ulaşan özel sektör borcunu daha da artırma derdine düştü.
Yine de bu stratejik kuruluşun çoğunluk hissesinin “milli” bir şirketin elinde bulunmasına sevinenlerin aklı, en nihayetinde azami kar güdüsüyle hareket edecek TÜPRAŞ patronlarının bazı rafinerileri kapatabilecekleri ya da düşük kapasiteyle çalıştırabilecekleri, işlenecek ham petrolü daha ucuz kaynaklar yerine Shell’den almak zorunda kalacakları ya da doğrudan Shell marka akaryakıt ithal edeceklerine ermemiş olsa gerek. Eğer ki Shell’in hissesinin sadece % 5,1 olmasına kandılarsa; İngiliz-Hollanda devi Shell’in Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki stratejik boru hattı projelerindeki belirleyici konumunun, petrol çıkarma ve işlemede de dünyanın tekel pozisyonundaki yedi dev şirketinden biri olduğunun da farkında değiller demektir. Bir de TÜPRAŞ’ın geleceğine dair bir ipucu verelim: “Shell 2004-2006 dönemi stratejilerini, karlı görmediği bölgelerdeki rafineri faaliyetlerini tasfiye etmek ve bu alanlardan çıkmak olarak belirlemiştir. Malezya, Peru, Tayland’da rafineri faaliyetlerinden çekilen şirket, Türkiye’de de ortağı olduğu ATAŞ Rafinerisi’nde yatırım yapmayı karlı bulmadığından, bu rafinerinin kapanmasını desteklemiştir.”
Erdemir ve Tüpraş ihalelerini “büyük ulusal” sermayenin kazanmış olmasının hem mali hem de sektörel anlamda dışa bağımlılığın derinleşmesi açısından Telekom ya da liman özelleştirmelerine nazaran bir artısının olmadığı görülüyor. Dahil olunan bölgesel stratejiler, savunulan ekonomik anlayış, hatta pazarlık metotları açısından bile bir fark yoktur. Ucuza ya da pahalıya, yerliye ya da yabancıya her ne şekilde satılmış olursa olsun, son özelleştirme dalgasının asıl sonucu, ülke açısından az-çok bütünlük arz eden bir sanayi dokusunun, temel öğeleri yağmalanarak, parçalanmış olmasıdır. Ve bugünün sömürgeciliği tam da bu bütünlüğü parçalama ve sanayisizleştirme yoluyla kar etmektedir. Kısacası, OYAK ya da Koç, Erdemir ya da Tüpraş, bu toplumun çıkarları düşünülerek işletilmeyecek, tam tersine bu işletmelere emperyalist siyasetin kuralları hakim olacaktır.
Tüm yollar Roma’ya…
Sömürgeciliğin haritası, ilkçağda, işgal edilmiş topraklardan zorla alınan vergileri Roma’ya taşımak için yapılan yollarla çiziliyordu. 20. yüzyılın başında da ucuz gıda ve hammaddeyi Batı Avrupa’nın emperyalist merkezlerine taşımak için yapılan demiryollarıyla. Şimdi de petrol ve doğalgaz boru hatları, enerji hatları, su hatları, fiber optik kablolarla, sınırsız emek sömürüsünün serbest olduğu bölgelerle kuşatılmış ihracat limanlarıyla çiziliyor. Ve dünyayı bir ahtapot gibi saran telekomünikasyon ağları emperyalist merkezdeki beyinden dünya pazarını bir bütün olarak denetliyor; petrol, doğalgaz ve şimdilerde önemi daha da belirginleşen su kaynakları ucu emperyalist merkezlerde buluşan boru hatlarıyla askeri üsler, savaşlar, işgaller korumasında kuşatılıyor; denize sıfır serbest ticaret bölgelerindeki korkunç ucuz emek sömürüsüyle dünya pazarı için üretilen ihracat malları limanlardan sıcağı sıcağına gemilere yüklenip dünya pazarına yol alıyor.
Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar uzanan bir alanda “emeğin ve petrolün yeniden sömürgeleştirilmesi” stratejisinin ürünü olan Büyük Ortadoğu Projesi, bu yukarıdaki hikayenin bölgemize yansımasıdır. Geçtiğimiz bahar ve yaz aylarında Türkiye-İsrail arasında yoğun bir trafiğe neden olan ve Doğan Medya’nın rüya gibi proje diye günlerce manşetlere taşıdığı Bakü-Tiflis-Ceyhan-Hayfa boru hattı projesi özelleştirmelerin ve son dönemin uluslararası siyasi gelişmelerinin önemini kavramamız açısından yardımcı olabilir. Bir buçuk yıldır üzerinde çalışılan projede amaç ilk başta “Rusya ve Hazar doğalgazı ile Türk su ve elektriğini Kıbrıs-Filistin-İsrail ve Ürdün’e taşımaktı.” Bu, daha sonradan söz konusu ülkeler arasında petrol-doğalgaz-su-elektrik-telekomünikasyon-istihbarat ağlarının bütünleştirilmesine, yani kaynakların bölgesel üretimi, tüketimi ve denetimine evrildi. Projenin Kıbrıs ve Filistin sorununun çözümü gibi siyasi hedefleri de vardı. Projenin güvenliğini sağlamak için Doğu Akdeniz’de ABD-İsrail-Türkiye askeri ittifakı üstüne düşeni elbette yapardı.
Projenin duyurulduğu Mayıs ayından beri yaşananları bir kez daha gözden geçirelim: Türkiye telekomünikasyon sektörünü ABD güdümlü Lübnanlı bir şirkete teslim etti, petrol sanayini özelleştirdi ve İsrail’e iyi bir pay verdi, limanları İsrailli Ofer ve ABD ordusunun hizmetkarı Afken arasında pay etti; Manavgat suyu, su dağıtımı ve elektrik dağıtım hizmetleri Özelleştirme İdaresi Başkanlığının sayfasında satışa çıkarılmış bekliyor; 2006’da Petkim’in de satılacağı duyuruldu. Uluslararası siyasette ardı ardına şaşırtıcı gelişmeler yaşanmaya başladı. İsrail, geride adeta açık hava hapishanelerine tıkıştırılmış, yoksul ve büyük ölçüde işsiz kitleler bırakarak Filistin topraklarından çekilme planını başlattı. Bu arada TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu Gazze şeridinde oluşturulan Enez serbest bölgesinde yatırım yapmak üzere İsrailli ve Filistinli yetkililerle anlaştığını duyurdu.
Ayrıca bu dönemde AB sürecinin de öne çıkmasıyla gelişmeler boyutlandı. Kıbrıs sorununun çözümü için yılların ürünü “milliyetçi duyarlığı” çok da rencide etmeyecek bir formüle epeydir tav olan Türkiye egemenleri, limanların ve havaalanları
nın Güney Kıbrıs gemi ve uçaklarına açılması yönünde gittikçe sertleşen bir baskıyla karşı karşıya kaldı. Güney Kıbrıs da “olmayacak şeyler” için zorlamaması konusunda uyarıldı. “Tabu yıkıldı,” hükümetin de büyük gayretiyle Ermeni soykırımı iddialarının tartışıldığı bir konferans gerçekleşti. Ulusalcı cephenin akıl hocaları Stratejik Analiz dergisinin Eylül sayısında, hiç öyle milliyetçi histerilere kapılmadan bu gelişmelerin ekonomik arka planını gayet net bir şekilde ortaya koyuyordu: “Dünyanın en büyük 6. deniz taşımacılığı filosuna sahip Güney Kıbrıs’ın Türkiye limanlarına girememesi, Ortadoğu petrollerinin Doğu Akdeniz limanlarından dünya pazarlarına taşınması önünde ciddi bir pürüz çıkarıyor. Hatta Güney Kıbrıs bu durumu koz olarak kullanabilmek için Avrupalı petrol devlerinin yüklerini taşıyan tankerlerini, ara ara, geri çevrileceğini bilerek Türkiye limanlarına yolluyor.” Türkiye eğer iyi bir geçit ülke olmak istiyorsa o limanlar o gemilere açılmalı, Kıbrıs sorunu en azından bu işi görecek kadar çözülmeli. Ermeni sorununda da “sorun” aynı. “AB’nin genişletilmiş Avrupa haritasında Kafkas ve Hazar petrollerini Avrupa’ya taşıyacak bir enerji hattı olarak işaretlenen Türkiye Ermenistan sınırı iki ülke arasında Ermeni Soykırımı iddialarından kaynaklanan husumet nedeni ile kapalı duruyor. Türkiye, Osmanlı Ermenileri konferansıyla, enerji hattının açılması için bir adım attı, bir adım da Ermenistan’dan bekleniyor.”
Dünya, varolan ve yaratılan tüm servetleri emperyalist merkezlere aktarmak üzere işleyen böylesi tek ve büyük bir pazara dönüşürken, sömürgeleştirilen ülkelerin efendileri de ülkeyi enerji geçit hattı, yabancı sermayenin ihracata dönük üretim üssü, serbest ticaret limanı yapmanın; ihracat mallarına hamal olmanın, enerji hatlarını koruyacak paralı asker olmanın, askerlere üs olmanın, üslere bakkal olmanın hayaliyle yanıp tutuşuyor. Yerel birikimleri emperyalist merkezlere taşıyan bu büyük mekanizmanın bir parçası olduğu sürece şirketlerin milleti, dini, kurumsal kökeni de hiçbir şey ifade etmiyor; tüm bu şirketler, “ülkenin ve halkın çıkarlarına yabancılık” ortak kimliğinde buluşuyor. Koç’uyla, OYAK’ıyla, Sabancı’sıyla doğrudan yabancı tekellerin yerel uzantısı olarak kurulan Türkiye sermayesiyse, bu ülkeyi ve halkını yalnızca “en iyi şekilde pazarlayabilmek için” sahiplenebiliyor.
Bu yazı Kasım 2005 tarihli Devrim Dergisi’nde yayınlanmıştır