AKP hükümeti geçtiğimiz günlerde özel okullarla ilgili yasayı kökten değiştiren bir yasa tasarısını imzaya açtığını açıkladı. Tasarıda yok yok: Çocukları özel okulda okuyan velilere kredi ve vergi iadesi kolaylığı sağlanmasından, özel okul açılması konusundaki izin yetkisinin Milli Eğitim Bakanlığı’ndan valiliklere devredilmesine; özel okullara sağlanan elektrik, su, doğalgaz hizmetleri fiyatlarının devlet okullarına sunulan fiyatlarla eşitlenmesinden, yüzde […]
AKP hükümeti geçtiğimiz günlerde özel okullarla ilgili yasayı kökten değiştiren bir yasa tasarısını imzaya açtığını açıkladı. Tasarıda yok yok: Çocukları özel okulda okuyan velilere kredi ve vergi iadesi kolaylığı sağlanmasından, özel okul açılması konusundaki izin yetkisinin Milli Eğitim Bakanlığı’ndan valiliklere devredilmesine; özel okullara sağlanan elektrik, su, doğalgaz hizmetleri fiyatlarının devlet okullarına sunulan fiyatlarla eşitlenmesinden, yüzde 30’luk öğrenci kontenjanı ücretlerinin devlet tarafından karşılanmasına dek uzanan sayısız yeni teşvik içeren yasa tasarısı, hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tarafından, “Eğitimin devlet bütçesine ne kadar yük getirdiğinin bilincindeyiz. Bu alanda ne kadar teşvik yaparsak, devletin bu alandaki yükü de o nispette hafifleyecek” sözleriyle savunuldu.
İlk bakışta anlamsız çelişkilerle yüklü gibi görülebilecek olan bu açıklama, aslında eğitim ve sağlık alanında gerçekleştirilen neo-liberal düzenlemelerin mantığını dolaysız biçimde yansıtıyor. Ne “özel okullaşmayı teşvik ediyoruz” sözleriyle politik tercihini hiç saklamaksızın ifade eden Çiçek mantıksızca konuşuyor; ne de en liberal kalemlere bile aşırı gelen yeni özel okullar yasa tasarısı, gidilen yoldaki son noktayı temsil ediyor. Herkese “bu kadarı da olur mu” dedirten yasa tasarısı, aslında Türkiye halkının eğitim ve sağlık alanında bundan sonra maruz kalacağı düzenlemeler açısından sadece yeni bir başlangıcı temsil ediyor.
Gerçekten de Türkiye, eğitim ve sağlık alanında bilim-kurgu hikayeler gibi gelişen neo-liberal düzenlemeler yolunun başlangıcında. Senaryosu Dünya Ticaret Örgütü tarafından yazılan, “küresel milli eğitim ve sağlık bakanı” Dünya Bankası tarafından sahneye konulan, başrollerini büyük bilgisayar ve “eğitim-sağlık ticareti” şirketlerinin oynadığı, “Dünyalar Savaşı: Sermayenin Yoksullara Karşı Irk Ayrımcılığı” isimli öyküde AKP hükümeti figüranlığı başarıyla üstleniyor. Sonu henüz yazılmamış olan öykü, eğitim ve sağlık ticareti şirketlerine yılda trilyonlarca dolarlık bir piyasa sunan dünya isimli gezegenin sömürgelerinde yaşayan yoksul halklarla, büyük tekeller arasındaki kıyasıya savaşı konu alıyor.
Eğitim ve sağlık: Temel bir insan hakkı değil, büyük bir ticaret alanı.
Öncelikle altını çizerek belirtmeliyiz ki, artık, eğitim ve sağlık hakkının temel bir insan hakkı olarak tanındığı ve bu hakların uluslararası hukuk metinlerinde saygın bir yer işgal ettiği bir dönemde yaşamıyoruz. Eğitim ve sağlık hakkı, emperyalist sistem tarafından İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki özel koşullar ve sosyalizmin baskısı altında, en temel iki insan hakkı olarak tanınmak zorunda kalınmıştı.1 Ancak işçi sınıfının örgütlü gücünü ve sosyalizmi hedef alan bir saldırganlık siyaseti ile yeniden yapılanan günümüzün emperyalist sistemi, eğitim ve sağlık hakkını temel insan hakları olmaktan fiilen çıkartmış durumda. Eğitim ve sağlık hakkını temel insan hakları arasında sayan sözleşmeler ve anayasalar henüz iptal edilmiş değil. Fakat artık günümüzde kapitalizmin işleyiş kuralları, bu metinler tarafından değil, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasını öngören, başta GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) olmak üzere, farklı türden anlaşmalar tarafından belirleniyor.
Piyasa, insan hakları ölçütleriyle değil, tersine bu hakların kullanımıyla taban tabana zıt olan karlılık, rekabet, arz-talep ve maliyet-fayda ölçütleriyle işler. Dolayısıyla kapitalist dünyada belirli bir tarihsel dönem boyunca devlet tarafından üstlenilmek zorunda kalınmış olan eğitim-sağlık hizmetleri açısından güncel kural insan hakları olmaktan çıkmıştır. Bu alanlar günümüzde uluslararası sermaye tarafından mutlak anlamda birer “iş alanı” olarak tanımlanan alanlara dönüştürülmüştür. Süreç öylesine pervasız bir noktaya ulaşmış durumdadır ki, 1990-2004 yılları arasında yalnızca Latin Amerika’daki yüksek eğitimin piyasalaştırılması için toplam 4.6 milyar dolarlık yüksek koşullu fon sağlamış olan Dünya Bankası, artık tüm raporlarında “Yüksek eğitim kamusal değil özel bir maldır” sözlerine açıkça yer vermektedir. Birleşmiş Milletler’in sağlık alanındaki uluslararası iyileştirmeleri sağlamaktan görevli kurumu olan WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ise, sağlığın piyasalaştırılmasına yönelik ülke ve bölge planları üretmekle meşgul durumdadır. Kısacası emperyalist sistemin bütün uluslar arası kurumları, özellikle GATS görüşmelerinin başladığı 1995’ten bu yana, eğitim ve sağlığı parasız ve nitelikli bir kamu hizmeti olmaktan çıkartarak piyasalaştırma ve özel bir mal haline getirme girişimlerini çok yönlü ve ortaklaşa yürütmektedirler. Büyük uluslar arası tekellere eğitimde yılda 2 trilyon, sağlıkta ise yılda 4 trilyon dolarlık ticaret hacimleri sunan bu devasa iki piyasa, sermayenin tam egemenliği koşullarına göre yeniden yapılandırılmaktadır.
DTÖ gölgesinde reform: “Herkes okumak mecburiyetinde değildir”.
1990’ların sonlarında Brezilya’nın neo-liberal Milli Eğitim Bakanı “Brezilya toplumu kamu üniversitelerine daha fazla kaynak ayırmak istemiyor. Parasız yüksek eğitime devam eden hükümetler, yanlış kimseleri teşvik ediyor” demişti. 2000’li yıllarda ise, bu kez “İşçi Partili” bir başka eğitim bakanı, Brezilya toplumunun bilgi ve teknolojiye, tıpkı Güney Kore’nin yaptığı gibi, eğitim alanındaki uluslararası taşeronlaştırma zincirine bağlanarak da ulaşabileceğini vurgulayan bu neo-liberal bakanın sözlerini tamamladı: “Parasız yüksek eğitim sosyal adaletin gerçekleşebilmesinin önündeki en önemli engeldir. Öğrencilere özel okullara devam edebilmeleri için verilecek krediler, çok daha ekonomik bir seçenek oluşturmaktadır “.
Türkiye de özel okullar yasa tasarısının hükümet tarafından kuluçkaya yatırıldığı geçtiğimiz eylül ayında fazla dikkat çekmeyen benzer türden açıklamalara sahne olmuştu. Bahçeşehir Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Erdoğan, eğitim alanında yalnızca devlet ve vakıf üniversiteleri olduğundan yakınarak, “Peki niye özel sektör üniversitesi yok? Niye müsaade edilmiyor, çünkü kafaları basmıyor” derken; özel eğitim piyasalarının önde gelen aktörü Fettullah Gülen’in Zaman gazetesinde Selim Kırdı, daha da ileri giderek, eğitimin kamusal bir hizmet olmaması gerektiğini açıkça ifade ediyordu: “Herkes okumak mecburiyetinde değildir, sözü her siyasinin ve herkesin kafasına iyice yerleştirilmelidir… MEB eğitim veren kurum olmaktan çıkartılarak; proje üreten, yön veren, denetleyen kurum yapısına kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda okullar hiç zaman kaybedilmeden merkezlerden başlanarak özelleştirilmelidir”.
Bu kadar gerilim, yalnızca yeni bir yasa tasarısı için olmasa gerek… Nitekim, Türkiye devletinin 2006-2008 yıllarına yönelik “Orta Vadeli program”ları ile Dünya Bankası’nın “eğitim ticareti” kılavuzluk metinleri gibi metinler, GATS hükümleriyle birlikte incelendiğinde, resmin tamamına ulaşmak ve Türkiye’nin bu süreçte gelmeye çalıştığı yeri saptamak mümkündür. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in eline diz-üstü bilgisayarları tutuşturan eğitim piyasası tekelleri açısından, okullaşma oranı düşük, genç nüfus oranı yüksek Türkiye, “eğitim işinin” yeni yükselen piyasaları arasında önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bu yükselen piyasanın vaat ettiği potansiyel karların gerçeğe dönüşmesi için okul ve eğitim sisteminin, GATS tarafından hizmet ticareti (hizmet üretiminin uluslararası taşeronlaştırılması) için benimsenmiş
olan dört temel yöntemin sınırsızca uygulanabileceği bir sistem haline dönüştürülmesi gerekmektedir.
Eğitim ve sağlık dahil tüm hizmet ticareti alanlarında geçerli olan bu dört uluslar arası taşeronlaştırma yöntemi: Sınır aşırı satış ve taşeronlaştırma yöntemi (uluslar arası e-eğitim ve e-sağlık); yurtdışında tüketim yöntemi (eğitim amaçlı beyin göçü ve sağlık turizmi), ticari varlık yöntemi (eğitim ve sağlık tekelleri tarafından doğrudan yatırımlarla uluslar arası kol ve bayilikler gibi uzantıların oluşturulması) ve yurtdışı çalışan (eğitim ve sağlık çalışanlarının pazarlanması) yönteminden oluşmaktadır. Türkiye ise daha bugünden, devletin bütün bu eğitim pazarlama yöntemleri açısından çokuluslu şirketlere karşı kamuyu koruyarak “ayrımcılık” uygulamayacağı, eğitim ve sağlık alanlarında kamusal öncelikleri dikkate alarak “gereksiz maliyet yaratıcı” etkinliklerde bulunmayacağı gibi kapsamlı vaatlerin altına imzayı basmış durumdadır.
Gerek özel okullar yasa tasarısı gerekse Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bu yıl temel eğitim kurumlarında gerçekleştirilen müfredat reformunun gerçek anlamı da bu büyük resmin içinde ortaya çıkmaktadır. Bugüne kadarki GATS görüşmelerinde eğitim ve sağlık alanını da kapsayan çok önemli taahhütlerde bulunmuş olan Türkiye sermayesinin gözünün, anlaşmaya nihai şeklinin verileceği, 2005 sonunda yapılacak yeni DTÖ Hong Kong Bakanlar Kurulu zirvesine dikilmiş olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Eğitim ve sağlık hizmetleri üretiminin uluslararası taşeronlaştırma kurallarına tabi kılınması ve buna uygun bir altyapıya kavuşturulması, AKP hükümetinin en önemli maddelerinden birisini oluşturmaktadır.
BİT’in bitle savaşı: Eğitimde ırk ayrımcılığı modeli.
Herhangi bir toplumun eğitim sisteminin örgütlenme biçimi, bu hizmetin hangi sınıflar tarafından finanse edileceği sorununun ötesinde, sınıf egemenliğinin biçimlenişi açısından da kritik bir önem taşımaktadır. “Nasıl bir eğitim” sorusu, kaçınılmaz biçimde, “nasıl bir toplum” sorusudur. Dolayısıyla neo-liberalizm tarafından ideolojik ve politik-ekonomik bir saldırı hedefi haline getirilen eğitim alanının piyasalaştırılması, öncelikle bugüne kadarki okul ve eğitim sisteminin, ama bunun da ötesinde, toplumdaki sınıflar arasındaki ilişkilerin de yeni baştan yapılandırılması demektir. Günümüzün okul-eğitim sistemi, hem sınıf ilişkilerinin günümüzdeki olağanüstü kutuplaşmasını yansıtan; hem de bu kutuplaşmayı kalıcı bir biçimde derinleştirmeye hizmet eden kapsamlı bir eleme, dışlama ve eşitsizlik sistemi olarak yeniden yapılandırılmaktadır.
Eğitim piyasalarının genişletilmesi, güvenlik ve yoksulluk, günümüzün eğitim reformlarına yön veren neo-liberal ideolojilerin üç temel direğini oluşturmaktadır. Bu sistem içinde milli eğitim bakanlıklarının görevi bir yandan uluslar arası eğitim sermayesi, öte yandan güvenlik kurumlarıyla birlikte, bu olağanüstü parçalanmış piyasanın olanaklarını pazarlama ve çelişkilerini yönetme görevi haline dönüşmektedir. Uluslararası sermayenin ihtiyaçlarının borazanlığını yapan yeni eğitim ideolojisi vaaz etmektedir ki: “Eğitim alanında doğru tercihte bulunan ülkelerin ve bireylerin önündeki imkanlar sınırsızdır, ancak herkesi eğitme hedefi gerçekçi bir hedef değildir. Herkese yönelik parasız eğitim, maliyetleri ve dolayısıyla sosyal adaletsizliği artırır. Hedef, her ülkenin küresel piyasalar tarafından istihdam edilebilir sosyal (insani) sermayesini artıracak özel eğitim kurumlarının yaygınlaştırılmasıdır. İşsizlik ve güvencesizlik doğru eğitim tercihlerinde bulunmayan bireylerin vasıfsızlığından kaynaklanan bir sorundur ve tek gerçekçi çözümü de, işgücünün istihdam edilebilirliğini yükseltmeyi hedefleyen sürekli mesleki eğitimdir.”
Öğrenme-öğretme sürecinin bütünlüğünü ya da bilginin toplumsal-insani değerini değil, paraya çevrilebilir sonuç olarak tekil bilgi parçasını; kolektif düşünsel öğrenme sistematiklerini değil, standartlaştırılmış, bireyselleştirilmiş bilgi paketlerini temel alan yeni eğitim kültürü, neo-liberal eleme-dışlama mekanizmasının temel aracını oluşturmaktadır.
Bu çerçevede yeni eğitim modeli denilen şey, toplumdaki büyük sınıfsal kutuplaşmaya denk düşen üç temel katmana bölünmüş bir piyasalar zincirinden ibarettir: Sistemin en üstte yer alan ve uluslararası piyasalaştırmaya en uygun olan katmanı, tartışılmaz biçimde BİT (Bilgi İletişim Teknolojileri) kavramının ve toplumun zengin sınıflarının hükümdarlık alanıdır. Eğitim bütçelerinde genel bir düşüş olmasına karşın, “e-öğrenme bütçelerinin artışı”, devletin bu katmanın geliştirilmesi ve pazarlanması açısından hala önemli görevler üstlenmek zorunda olmasından kaynaklanmaktadır. Yüksek öğrenimden başlayarak, dil öğrenimi, anaokulu eğitimi, özel grupların eğitimi gibi birçok alandaki eğitim süreçleri ve öğrenim biçimleri e-öğrenme denilen standart bilgisayarlı öğrenime uygun bir yapıya dönüştürülmekte; e-öğrenme altyapısının derinliği, eğitim hizmetlerinin uluslararası taşeronlaştırılması olanaklarını doğrudan belirlemektedir.2 Eğitim piyasalarının ikinci katmanını vasıflı işgücünün okul ve okul sonrası mesleki eğitimi oluşturmakta ve bu alan da, bilgisayar teknolojisine dayalı uluslararası piyasalaştırma açısından vaat edici görünmektedir.
Piyasalaştırmadan çok güvenlik alanı olarak dikkat çeken en alttaki üçüncü katman ise, BİT’in değil, bildiğimiz bitlilerin alanıdır. Toplumun yoksul sınıflarından gelen çocukların güvencesiz işler cehennemini boylamadan önce bir parça vatandaşlık bilgisi alsınlar diye, üstelik içinde geçirecekleri ömür törpüsü saatlerin parasını da ceplerinden ödemek üzere doldurulacakları soğuk, pis ve loş depolar, neo-liberal bilgi toplumunun gerçek yapıtaşlarıdır. Okuryazar olmayan nüfusun rekor kırdığı Türkiye’de, “BİT okuryazarlığı” gibi şahane bir kavram geliştirerek her okulun öğrenci, öğretmen ve yöneticilerinin eşit düzeyde yararlanabilecekleri bir “BİT Dağıtım Planı” oluşturacağını açıklayan MEB yalan söylememektedir. Ancak dağıtım planından parası olanlar BİT, parası olmayanlar bit olarak faydalanacaklardır. Ne demiş Milli Eğitim Bakanlığı: “Her birey için, BİT bilgi ve becerilerinin eksikliği, okuma yazma bilmemek gibi iş hayatına girme ve toplumsal hayata uyum sağlamanın önündeki en önemli engel olmaya başlamıştır. Araştırmalar yeni iş alanlarının %90’ının BİT bilgi ve becerilerine gereksinim duyduğunu ortaya koymaktadır. BİT bilgi becerilerine sahip bireyler arttıkça ülkemizin ekonomik gelişimi hızlanacaktır. Bundan sonra BİT bilgi becerileri olmayan bireyler ekonomik ve sosyal sıkıntılar yaşayacaktır”.
Emperyalizmin yeni av alanı: Uluslar arası eğitim-sağlık ticareti.
Londra borsasındaki hisse senetleri %65 kar getirirken BİT’e dayalı uluslar arası eğitim ticaretinin %240 kar yarattığı bir dünyada, bitlilerin beş paralık değerinin olmadığı eğitim reformlarına paralel biçimde gelişen sağlık reformları tarafından da altı çizilerek belirtilmektedir. Camı kırık paralı okulda okuyan, paralı hastane kapısında ölünce, borsalar bu duruma hiç mi hiç aldırış etmemektedir. Ancak borsalar, eğitim ve sağlık piyasalarının geleceği demek olan eğitim ve sağlık reformlarıyla yakından ilgilenmektedir.
Bugüne dek eğitim ve sağlık bütçelerinin kısıtlanması; özel okul ve hastanelerin teşviki; eğitim ve sağlık hizmetlerinin üretim ve finansmanının birbirinden ayrılması
ve emeklilik-sigorta sistemlerinin yeniden yapılandırılması gibi adımlarla süren reformların ilk basamağı tamamlanmıştır. Eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilerek bu alanların özel “ulusal” piyasa kurallarına tabi kılınmasını hedefleyen bu ilk kuşak reformların devamında, bu alanlardaki hizmet üretiminin uluslararası ticaretini imkan dahiline sokan daha karmaşık düzenlemeler gelmektedir. Örneğin Türkiye’de henüz geçerli olmayan yabancılara özel okul açma hakkının tanınması, Milli Eğitim Bakanlığının müfredat üzerindeki yetkilerinin sınırlandırılması, sağlık ve eğitim altyapısı ve işgücünün “tele-tıp ve e-eğitim”e uygun hale getirilmesi sağlık ve eğitim alanlarının “uluslararası piyasaya” tabi mallar haline getirilmesi açısından zorunlu olarak görülmektedir. Nitekim bu yoldaki adımlar da atılmaktadır.
2003 yılında Türkiye İhracatçılar Meclisinin küçük ve orta ölçekli ihracatçı firmaların dış pazar faaliyetlerinde satış potansiyellerini artırmak ve bilişim alt yapılarını güçlendirmek amacıyla kurulan TİM Ticaret Noktası’nın açılışını, ”Atalarımızın Edirnekapı’yı dünya fetihlerine açışı şimdi bir tarih oldu, bizler için nostalji. Bugün gündemimizde artık portallardan dünya ticaretine açılmak var” diyerek yapan Erdoğan’a o gün genel müdür düzeyinde eşlik etmiş olan Siemens Business Services Türkiye, Microsoft ve Superonline gibi bilişim tekelleri günümüzde Türkiye’nin AB çerçevesindeki eğitim reformlarında söz sahibi haline gelmişlerdir. Özellikle “bu büyük dönüşüm içerisinde yeni sistemin yapısı üzerinde belirleyici ve tanımlayıcı bir rol oynayacağını” övünerek açıklayan “Siemens Business Services Türkiye” boş yere böyle konuşmamaktadır.
MEB bu yıl “BİT’i eğitime entegre etmek için müfredat programlarını yapısalcı müfredat prensipleri doğrultusunda yenilemeye” başlarken, “Siemens Business Services” Türkiye de, iClass isimli projesi ile AB Çerçeve Programlarında Türkiye’den koordine edilen ilk entegre proje (IP) olarak desteğe hak kazanmıştır. 13.32 milyon euroluk iClass projesi, AB’nin önümüzdeki yıllarda uygulamaya geçireceği yeni nesil ticari eğitim sisteminin altyapısının oluşturulmasını hedeflemekte ve projede Siemens Business Services Türkiye, Microsoft, Sun Microsystems ve Intel gibi İT tekelleri, Avrupa’nın 3 büyük okul ağı ve Türkiye’den SBS TR, ODTÜ ve RtB Eğitim Hizmetleri’nin partnerliğini üstlenmektedir. MEB’in bu yıl başlayan yeni müfredatının temelini oluşturan “Her öğrenci farklı öğrenir” mantığından yola çıkan iClass, eğitimi sadece belli gruplara değil, tek tek kişilere kadar özelleştiren bir sistem yaratmayı amaçlarken, Siemens Türkiye, Malezya milli eğitim bakanlığı tarafından ilk ve orta matematik ve fen dersleri için geliştirilen e-Öğrenme Projesi ihalesini de kazanarak, özel eğitim piyasalarının en fazla gelişmiş olduğu Uzak Asya-Türkiye bağlantısını da üstlenmektedir.
Evet gerçekten de bilim-kurgu bir filmin ortasında değiliz. Bütün uluslararası ticaret alanları gibi eğitim ticareti de, 2000’de Kanada’da kurulan ve bilgisayar tekelleri, uluslararası mali kurumların yöneticileri ve eğitim sektörü girişimcileriyle hizmet satıcısı ve potansiyel hizmet alıcısı ülkelerin milli eğitim görevlilerini buluşturan “Dünya Eğitim Pazarı” isimli piyasa kurumu tarafından biçimlenmektedir ve Türkiye’nin önde gelen eğitim girişimcilerinden birisi haline gelen Siemens Türkiye şirketi de, ülkemizin eğitim piyasası reformunda söz sahibi bir yerde bulunmaktadır. Reformun ileri adımlarını ise tıpkı 2000 yılından bu yana Çin, Güney Kore, Singapur, Meksika, Şili, Ekvador, Panama, Hindistan, Brezilya, Vietnam, Nepal, Malezya ve Güney Afrika gibi ülkelerde olduğu gibi, üniversitelerden başlayarak yayılan doğrudan yabancı eğitim yatırımlarının ve taşeronlaştırılmış eğitim görevlilerine hazırlatılan müfredatı uzaktan eğitimle öğrencilere pazarlayan yeni tipte eğitim kurumlarının önünün açılması oluşturacaktır. Bölgelere ayrılan okul yönetimlerinin, eğitim araç ve gereçlerinin piyasalaştırılması da dahil edildiğinde okul ve eğitim sistemi reformunun ne çapta bir piyasa yarattığı biraz daha somutlaşmaktadır.
Bilginin içeriğini neo-liberal değerlere dayalı biçimde standartlaştıran; eğitimi tüm yerel kimlik, egemenlik ve kültürel birikim ifadelerine kapalı pazarlanabilir paket programlar haline dönüştüren ve sermayeye spekülatif kazançlardan daha karlı bir piyasa vaat eden bu sömürgeci eğitim modeli, bağımlı ülkelerde gelir dağılımının en tepesine kurulmuş olan sınıflar dışındaki herkes açısından alabildiğine dışlayıcı bir sosyal çöküntü modelidir. Dünya işgücünün yüzde 5’ini oluşturduğu tahmin edilen eğitim emekçilerini bilgisayar uzantısı dişliler haline getirmeyi hedefleyen yeni eğitim kültürü, sosyal sermayeyi geliştirme lafazanlıklarının arkasında sadece yoksul ülke çocuklarının bilgiye ulaşma hakkını değil, halkların kendi bağımsız bilgi birikimlerini oluşturma haklarını da gasp eden bir sürecin önünü açmaktadır. Bu nedenle eğitim hizmetlerinin piyasalaştırılması yalnızca sosyal ve insani bir hakka yönelik bir saldırı değil, aynı zamanda halkların egemenlik haklarına yönelik siyasal bir saldırı niteliğini de taşımaktadır. Günümüzde artık genelleşmiş bir soygun sistemi haline dönüşmüş olan paralı eğitim, “cahil bir toplum” yaratmayı değil, tersine satın aldığı bilgi tarafından sömürgeleştirilen ve sürekli güvencesizliğe mahkum edilen sınıfsal bir ırk ayrımcılığı toplumu yaratmayı hedeflemektedir. Eğitim hakkı mücadelesinin sınıfsal ve anti-emperyalist içerikli bir halk hareketi olarak örgütlenmesini zorunlu kılan bu dönüşüm, eğitim emekçilerinin rolünün de, kendi çalışma koşullarıyla sınırlı olmayan ve bu siyasal halk hareketinin dönüştürücü, birleştirici öncülüğünü de içeren bir biçimde geliştirilmesini gerektirmektedir. Bilginin alabildiğine piyasalaştığı bir dünyada, tüm siyasal vatandaşlık hakların kullanımının tek gerçek güvencesi olan eğitim ve sağlık hakkının, ezilenlerin iktidar hakkından bağımsız biçimde tartışılması olanaklı değildir. Ya tüm bilgi ve onun sağladığı tüm iktidar tekellerin olacaktır; ya da “tehlikeli sınıflar”, emek gücünün ideolojik yeniden üretimini üstlenen “en tehlikeli işçiler” olarak kendi eğitimcileriyle birlikte, hayatı dönüştürmenin en önemli araçlarından birisi olan bilgiyi ve iktidarı uluslararası sermayenin ellerinden alacaklardır.
Dipnotlar:
(1) “Herkes eğitim hakkına sahiptir… Eğitim, en azından ilk ve temel aşamasında parasızdır…. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır… Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir. …Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, herkesin erişilebilir en yüksek bedensel ve ruhsal sağlık standardından yararlanma hakkını tanır… Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, herkese eğitim hakkı tanır. Eğitimin insan kişiliğinin ve onur duygusunun tam gelişmesine yönelik olmasını ve insan hakları ile temel özgürlüklere olan saygıyı geliştirmesini sağlar… Ayrıca eğitimin herkesin özgür bir topluma etkin olarak katılmasına olanak sağladığını……” (1948-İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve 1966- Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi)
(2) Aynı durum sağlık alanında da geçerlidir. GATS görüşmelerinde hastane hizmetleri alanını yabancı sermayeye sonuna kadar açan Türkiye dev
leti, bu alandaki e-sistemlerin azgelişmiş olması nedeniyle e-sağlık ticareti hakkında ileri vaatlerde bulunamamış olmaktan yakınmaktadır.
Bu yazı Kasım 2005 tarihli Devrim Dergisi’nden alınmıştır.