Kışla önlerinde tutuklanmak için sıraya girdiklerinde 12 Eylül’ü onaylamış değillerdi. Bu sadece, 12 Eylül’e ulaşan süreç içinde mücadelenin getirdiği yükleri taşıyamayan, tarihsel görevler için adım atmaktan çekinen sendikacıların çoktan kabullenmiş oldukları bir yenilginin makul ve makbul sonucuydu. 24 Ocak kararlarını Türkiye’deki patronların işçi sınıfına yönelik saldırılarının “anayasa”sı değil de emperyalistlerin ya da başta IMF olmak […]
Kışla önlerinde tutuklanmak için sıraya girdiklerinde 12 Eylül’ü onaylamış değillerdi. Bu sadece, 12 Eylül’e ulaşan süreç içinde mücadelenin getirdiği yükleri taşıyamayan, tarihsel görevler için adım atmaktan çekinen sendikacıların çoktan kabullenmiş oldukları bir yenilginin makul ve makbul sonucuydu.
24 Ocak kararlarını Türkiye’deki patronların işçi sınıfına yönelik saldırılarının “anayasa”sı değil de emperyalistlerin ya da başta IMF olmak üzere onların kurumlarının, işbirlikçi hükümetler aracılığıyla Türkiye’ye dayattığı ekonomik planlar bütünü olarak ilan ettiklerinde hedef şaşırtmış ve 12 Eylül’e vize çıkarmışlardı. Fakat bu tutum -yenilgiye zemin hazırlamakla birlikte- yine de erken onay olarak görülemezdi.
Fakat sonraki 25 yıl boyunca bu saptamalarından asla vazgeçmeyerek 12 Eylül’ü olmasa bile 24 Ocak’ı zımnen onaylamışlardır. İşçi sınıfının kazanılmış haklarını savunmayı temel almayıp sadece “ülkenin değerlerinin, vatanın mallarının özelleştirme adı altında yağmalanmasına” karşı olmayı benimsediler. İşten atılmalara karşı iş güvencesi için mücadele etmek yerine işçilere, “milli varlıkların” satılmasına karşı çıkmalarını ve gerekirse yine fedakarlık etmelerini öğütleyerek işçi sınıfının bilincini bulanıklaştırıp dumur ettiler. Sömürü değildi karşı oldukları; onlar sadece sömürenin kim olacağı konusunda tercih haklarının olmasını istediler: İşçi sınıfına egemenler arasında seçim yapmalarını öğütlediler ve buna da mücadele süsü verdiler. Sınıfa mücadelenin kendisinin bundan ibaret olduğunu ve bununla sınırlı kalacağını aşıladılar.
Yedisinde ne iseler yetmişinde de aynı kaldılar: Sendika başkanlığından milletvekilliğine terfi ettiklerinde işçi sınıfına yönelik bir sonraki saldırının mimarları arasında yer aldılar. Zaman zaman bu saldırılara “muhalefet” ettikleri de görüldü. Fakat nedense hiçbiri işçi sınıfının haklarını elinden alan meclisin bir üyesi olmaktan rahatsızlık duymadı, milletvekilliğinden istifa etmedi.
İşçi sınıfına yönelik saldırılarla ve bunların yasa haline getirilmiş uygulamalarını öylesine meşru görmüş ve bu uygulamalarla öylesine bütünleşmişlerdi ki sendika çalışanlarını, tıpkı patronların yaptığı gibi önce emekli edip sonra tekrar işe almaya dahi cüret edebildiler.
Özelleştirmeye karşı mücadele de çare olarak sundukları çözümü işletmeleri satın almaya, patronluğa soyunmaya kadar vardırdılar.
Emek Platformu’nda yan yana geldikleri kardeş örgütlerin kendi çalışanlarının sendikalaşma girişimlerini engellemesini sessizlikle geçiştirdiler.
Ama hiç bir zaman 12 Eylül’ü onayladıklarını ilan etmediler. Daima karşı olduklarını söylediler ve bunu demokratlıklarının kanıtı olarak her fırsatta yineleyip kendilerinin ve icraatlarının meşruluğunu sağlamaya ve korumaya çalıştılar.
Darbe gerekçesi
8 Eylül günü ise “Neden Türkiye’deki sendikalı işçi sayısı 1 milyonun altına düşmüştür,” sorusunun yanıtını sadece yaptıklarına bakarak dahi öğrenebileceğimiz sendikacılardan, ilk defa hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde 12 Eylül’e onay geldi:
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) 11 Eylül 2005 Pazar günü 12 Eylül’ün 25. yılı dolayısıyla yapılacak mitinglere katılmayacağını açıkladı. Bununla da yetinmeyerek tertip komitesinden mitinglerin iptal edilmesini istedi.
DİSK, mitinglere katılmama kararıyla değil, bu kararın gerekçeleriyle 12 Eylül’ü onaylamıştır:
DİSK Yönetim Kurulu Üyeleriyle gazetecilerin karşısına geçen DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “Dün nasıl ‘Türk milliyetçiliği’ adı kullanılarak gerçekleştirilen ve ülkeyi bir iç savaşa sürükleyen eylemlerin karşısında yer aldıysak, bugün de aynı şekilde ‘Kürt milliyetçiliği’ adı kullanılarak ülkeyi bir Türk-Kürt kavgasına sürüklemek isteyenlere açıkça karşı çıkıyoruz,” diyerek genelde darbecilerin 12 Eylül öncesini özetlemek için kullandıkları o meşhur gerekçenin arkasına sığınmakla kalmamış aynı zamanda bu gerekçeyi onaylamıştır; “sağ-sol çatışması ya da kardeş kavgası.”
Nitekim Çelebi, Milliyet gazetesinden Fikret Bila ile görüşmesinde önceki ifadelerini berraklaştırmıştır: “Biz 12 Eylül öncesinde de gördüğümüz bu oyunun payandası olmak istemiyoruz. Mitinglerden çekilme kararını bu nedenle aldık. (…) Biz 12 Eylül öncesinde mezhepsel, ırksal ayrışmanın nelere yol açtığını yaşadık.” (Milliyet, 10 Eylül 2005.)
Çelebi herhalde “sağ-sol çatışmasının,” “kardeş kavgasının” ve “mezhepsel, ırksal ayrışmanın” 13 Eylül günü bitmesini de darbenin başarısına ve yerinde olmasına bağlayacaktır. Neyse ki bütün bunların doğru olmadığını Çelebi de DİSK de bilmektedir: “12 EYLÜL EMEĞE SALDIRININ ADI OLDU.” Bu cümle DİSK’in internet sitesinde yer alan “12 Eylül’ün 25. Yılı” başlıklı basın açıklamasından alınmıştır ve Çelebi’nin çok satan mitinge katılmama gerekçelerinin tersini ifade eden doğru bir tespittir. Zaten 12 Eylül’ün kendisi olan Milli Güvenlik Konseyi’nin apar topar çıkardığı yasalardan ikisinin “Sendikalar Yasası” ve “Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Yasası” olması bu gerçeği teyit eder.
Fakat daha iki yıl önce bu yasaları aratacak, başta yeni “İş Yasası” olmak üzere işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren pek çok yasanın yürürlüğe girmesi sürecinde DİSK -ruhunu kurtaran birkaç tavır dışında- adeta sessiz kalmayı tercih etmiştir. “12 Eylül’ü ne unuturuz ne affederiz,” diyen DİSK daha iki yıl önce yapamadıklarını (ya da yaptıklarını) çoktan unutmuş görünmektedir. Üstelik tıpkı iki yıl önce olduğu gibi bugün de başta işçi sınıfı ve Kürtler olmak üzere tüm ezilen toplum kesimlerine yönelik yeni saldırılar için zeminin düzlenmeye çalışıldığı gerçeğine de gözlerini kapamakta ve işçi sınıfının da kapaması için gayret göstermektedir.
“Kardeş kavgası’ değildi, “Kürt-Türk çatışması” da olmayacak
Trabzon’da başlayan linç girişimleri karşısında Çelebi “aşırı milliyetçi tutumlardan” endişe duyduğunu söylemişti. (bianet.org, 25 Mart 2005.) O gün milliyetçiliğin adını koymamıştı, herhalde eylemleri Türk milliyetçiliğine yakıştıramamış olacak ki bugün de “‘Türk Milliyetçiliği’ adı kullanarak,” demektedir. Yine de şanslı sayılırız, milliyetçiliğin “aşırı”sından endişe duyan Çelebi için milliyetçiliğin hangi dozunun “makul” olabileceğini artık öğrenmiş bulunuyoruz: Doz kendisidir, DİSK’tir.
Filistinleşmek, Kürt-Türk çatışması ya da etnik çatışma söylemleri belli ki DİSK’i de etkisi altına almış ve yönelişlerini belirlemiştir. Mitinge katılmayarak da bu söylemlerinin gerçekleşmesine neden olacak provokasyonları önlemeyi amaç edindiğini beyan etmiştir. Kısacası, kendince “12 Eylül öncesine dönülmesini,” engellemiştir. Zaten bunun kendisi dahi 12 Eylül’ün onaylanması değil midir? DİSK, 12 Eylül sonrası “güven ortamının” bekasına teslim olmuştur.
Mitinge katılmayarak ya da mitingin -yasaklamak kadar etkili olan- ertelenmesiyle linç girişimli günler öncesine dönülmüş mü oluyor? Provokasyonlar önlendi ve dönüldü diyelim, fakat bu durum 12 Eylül’ün “milli birlik ve bütünlüğün mayası” olarak dayattığı Türk milliyetçiliğinin hüküm sürdüğü ortamın ta kendisi değil midir? Belki Hasan Mutlucan’dan türküler dinlemiyoruz ama önüne gelenin daha ritmik kıldığı yeni bir 10. Yıl Marşı düzenlemesi işitmediğimiz bir tek gün de geçiremiyoruz. Li
nç girişimli günler öncesinde Türk milliyetçiliği sandığa kaldırılmış değildi. DİSK’in bir türlü söyleyemediği ve de adını koyamadığı gerçek budur.
Yaygın kabul gören görüşün aksine Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliğine bir tepki olarak ortaya çıkmamıştır, Türk milliyetçiliği mevcut ve egemendi. Son bir kaç yıldır Genelkurmay -biraz da AB sürecinin etkisiyle- resmi milliyetçiliğin sadece kitaplarda yazılı kalması ve kendileri tarafından temsil edilmesinin iktidarının bekası için yeterli olamayacağını tespitinden hareketle resmi milliyetçiliğin sokakta da temsil edilmesini amaçlamaktadır. Bunun için resmi milliyetçiliğin, vatandaşın da herhangi bir siyasi parti üyesi ya da taraftarı olmadan benimseyebileceği, meşruluğu devlet tarafından güvence altına alınmış bir tarza, kısacası vatandaşa uygun hale getirilmesi gerekiyordu. Bunun en kısa ve etkili yolu “vatandaş hassasiyeti”nin vatandaş milliyetçiliğine dönüştürülmesi oldu, tabii egemen sınıf ve tabakanın tüm bileşenlerinin katkılarıyla. (Ö. Özen, Kalpazan Milliyetçiliğin Şaşkınlığı, koxuz.org) İşte DİSK, Türk milliyetçiliğinin bu dozunu makul bulmaktadır. Mitinge katılmama kararı “vatandaş hassasiyetinin” -ve tabii vatandaş milliyetçiliğinin- DİSK tarafından ortaya konulan bir başka çeşididir. Daha da vahimi DİSK’İn “vatandaş hassasiyetini” işçi sınıfına aşılamaya istekli olmasıdır.
Hem işçi sınıfına hem de Kürtlere darbe
DİSK provokasyonlar olduğunu tespit etmekte ve Süleyman Çelebi de “Ülke(yi) Türk-Kürt çatışmasına sürükle(yenlerin) belli olduğunu,” söylemektedir. Belli olan, “terörle mücadelede mevcut yasalar karşısında elimiz kolumuz bağlı kalıyor, daha fazla yetkimiz olmalı,” diyen Genelkurmay ve polisin istekleri doğrultusunda “Terörle Mücadele Kanunu”nda sivil haklar aleyhine değişiklik yapılmak üzere olunduğudur. Tıpkı askeri darbenin 12 Eylül öncesini işaret edip meşruluk peşinde koşması gibi bugün de Kürt-Türk çatışması olasılığını gündeme getirerek her türlü hak mücadelesini terör kapsamına sokmanın meşruluğu elde edilmek isteniyor. Ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı bekliyorlar.
Eğer terör yasasında düşünülen değişiklikler gerçekleştirilirse bundan sonra mitinglerde, DİSK’in 1 Mayıs’ta taşıdığı gibi “ülkemi, işimi, … seviyorum,” sloganları dışında bir başkasını kullanmak ya da haykırmak suç olacaktır. Belki de DİSK daha 1 Mayıs öncesinde mesajı almış ve mesaj göndermek istemişti.
Beşiri ve Batman olaylarının ardından Genelkurmay yetkilileri “Gerginlik ortamının tırmandırılmaması konusunda sivil toplum örgütlerine de görev düştüğünü,” söylediklerinde kast edilenin, toplantıları engellemek ya da sekteye uğratmakla nam salmış olan “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği” vb. kurumlar olduğu düşünülmüştü. Şimdi görülüyor ki DİSK’te bu çağrıdan vazife çıkarmış ve provokasyonları önleme adına mitinge katılmama kararı almıştır, tabii takdir de: Fikret Bila “Sağduyu çağrılarının birbirini kovaladığı bugünlerde, DİSK’in aldığı bu karar, provokasyon riski taşıyan diğer etkinlik düzenleyicileri için de iyi incelenmesi gereken bir nitelik taşıyor,” tespitinde bulunurken Derya Sazak “DİSK’in 12 Eylül’deki ‘eylemsizlik’ kararını keşke Kürt aydınlar da sergileyebilseler,” yorumuyla DİSK’in nasıl bir görevi yerine getirdiğini ifşa ediyordu. (Milliyet, 10 Eylül 2005.)
Sonuçta DİSK aldığı kararla “provokasyon” senaryosunun devamının sahnelenmesini mümkün kılmış, işçi sınıfını yanıltmaya çalışmış ve nihayet 12 Eylül’ü onaylamıştır.
Tam 25 yıl sonra, işçi sınıfına yeni bir 12 Eylül darbesi daha indirilmiştir, tabii Kürtlere de.
Sendikacısızlaşmak
Yine de “Solun evriminin bir fotoğrafını DİSK’te görmek mümkün,” diyerek DİSK’e “… Türkiye’nin “gelişmekte olan ülke” olduğu gerçeğine dayalı bir parti…” siparişi veren Taha Akyol’u (Milliyet, 10 Eylül 2005) haklı çıkarmamak sosyalist solun elindedir. Bunun için ilk önce, sendikaların yönetimlerine gelerek ya da kendilerine yakın olabilecek isimleri destekleyerek sendikaların işçi sınıfının mücadele organlarına dönüşebileceği yanılsamasından arınmak gerekiyor. Belki 25 yıldır bu hasretle yanıp tutuşuluyordur ama bir 25 yıl daha aynı umudun etrafında tavaf edilirse de her şey küllenecek gibi görünüyor. Eğer sendikaların işçi sınıfının organları haline gelmesi isteniyorsa önce sendika ve sendikacılardan umudu kesmek ve işçi sınıfı içinde aynı amaç ve görev doğrultusunda çalışmak gerekiyor. İşçi sınıfı eskisini dönüştürmekten çok yenisini, bir başkasını inşa etme yeteneğine sahiptir, yıkıcılığı ve devrimciliği de buradadır zaten: DİSK’in kuruluşu da bunu kanıtlar. Bir üçüncü 12 Eylül darbesinin yaşanması istenmiyorsa işçi sınıfının sendikaların üyesi olmaktan çıkıp sahibi, sendikaların ta kendisi olması hedeflenmelidir.
İster anılarda yaşatılana bakılsın isterse gözümüzün önünde durana, DİSK’in tahayyülü muhtelif olabilir, ama disk dönen bir şeydir ve DİSK de öyle.
15 Eylül 2005
(Bu yazı Express dergisinin Ekim 2005 tarihli 54. sayısında “Disk gibi dönen DİSK” başlığıyla yayınlanmıştır.)